Mükemmelliğin tek renkliliği mi, kusurlu gökkuşağı mı? Kusursuz bir düzen mi, yeniliklere açık bir hayat mı? Duygulara sahip çıkmak mı, yoksa onları görmezden gelmek mi? Hangisi daha doğru? Cevabı bu yazıda...
MÜKEMMEL GRİLİK Mİ, KUSURLU GÖKKUŞAĞI MI?
Duygularımızı görmemiz, fark etmemiz, hissetmemiz, yani onlara sahip çıkmamız aslında kendimize sahip çıkmamız demektir...
Bir kasaba hayal edelim; her şeyin mükemmel olduğu, düzenli bir hayatın hüküm sürdüğü, herkesin gülümsediği, ama aynı zamanda sadece siyah, beyaz ve grinin tonlarının hakim olduğu, dahası yolların kasaba dışına bir türlü çıkmadığı, potaya atılan bir topun asla ıskalamadığı bir kasaba... Tıpkı Pleasantville (1998) adlı filmde olduğu gibi. O kadar mükemmel bir kasaba ki ancak televizyonda seyredilen bir dizi gerçekliğinde ve içine dahil olan iki gencin yarattığı değişimle gerçek hayata benzeyebilmekte.
Bu mükemmel ve düzenli kasabadaki renksiz yaşam, David ve Jennifer adındaki iki kardeşin olağan dışı bir şekilde diziye girmesiyle değişmeye başlar. Belli ahlaki değerleri olan, güler yüzlü ve sıradan hayatlarına alışmış insanlar, renksizliğin de farkında değildirler. İlk adımı Jennifer atar ve onları cinsel hazla tanıştırır. Ardından edebiyat, sanat, aşk gibi, duyguları canlandıran, "hissetmenin" tadına varmalarını sağlayan şeyleri kasaba sakinlerinin hayatına sokarlar. Hissettikçe farkına varırlar ve vardıkça da "renklenmeye" başlarlar. Aşık olurlar, zevk alırlar, şaşırırlar, üzülürler, korkarlar, kızarlar ama ne olursa olsun artık siyah beyaz değildirler.
Bazıları renklenmekten çekinmezken ve kendini hissettiği duygulara bırakırken kimisi renklenmenin utancıyla kendini saklamaya, duygularını bastırmaya çalışır. Ancak bunun önüne geçilemez ve etraftaki her şey renklenmeye başlar. Bundan rahatsız olan vali ve yandaşları, keskin bir ayırımcılıkla renklilere karşı yargılayıcı ve cezalandırıcı bir hareket başlatırlar. Katı kurallar koyar, renklenen vitrinleri taşlar, insanları kovalar ve yakalarlar. Yargılamalar sırasında renksiz kasaba halkı ve vali de bir anda kendini coşkulu duyguların içinde bulur ve ne kadar istemeseler de renklenirler. Bütün bu değişim ve curcuna içinde gelinen nokta, duyguların kabul edildiği, renklerin her yanı sardığı, hayatın daha düzensiz, sürpriz dolu ama keyifli ve anlamlı olduğu bir kasabadır. Artık potaya atılan her top delikten geçecek diye bir şart yoktur. Denemek ve görmek gerekir. Kitaplarda anlatılan bir sürü farklı hikaye vardır. Kitap okumak ve yeni kitaplar almak anlam kazanmıştır. Kasabanın yolları başka yerlere de gitmektedir. Küçücük bir dünyaya sıkışık kalmaktan ziyade yeni yerler görebilecek, insanlar tanıyabilecek ve farklı hayatlara tanık olabileceklerdir.
Genelde beklenen ve istenen, hayatın siyah beyaz Pleasantville kasabası gibi olmasıdır. Her şeyin belli bir düzende işlediği, memnuniyetle gülümsediğimiz, attığımız hiçbir topun hedefi kaçırmadığı bir yaşam için çabalarız. Bir şeyler ters gittiğinde, kötü hissettiğimizde, beklenmedik sürprizlerle karşılaştığımızda, planlarımız bozulduğunda, çabamızın karşılığını alamadığımızda valinin ve yandaşlarının yaptığı gibi her şeyi kontrol altına almak, istemediğimiz renkleri yok etmek, hoşlanmadığımız duygu ve düşüncelerden arınmak isteriz. Kimi zaman kendimizi, kimi zaman başkalarını yargılayarak ve cezalandırarak siyah beyaz tonlara dönmek için uğraşırız.
Oysa hayatı renklendiren ve anlamlandıran şey, bütün bu olanlar ve bizde oluşturduğu duygulardır. Haksızlığa maruz kalıp kızdığımızda, başa çıkamayıp üzüldüğümüzde, ne olacağını bilemeyerek korktuğumuzda, çok istediğimiz bir şeye sahip olup sevindiğimizde, beklemediğimiz bir şeyle karşılaşıp şaşırdığımızda hayatımıza renk katmaktayızdır.
Her bir duygunun hayatta bir yeri ve bizim için bir anlamı vardır. Kimi zaman korunmamız, kaçmamız, kimi zaman beklememiz, uğraşmamız, kimi zaman da paylaşmamız için duygularımız bizi yönlendirir. Robot olmadığımızın, var olan canlılar olarak hayatlarımızın bir anlamının bulunduğunun en güzel kanıtlarıdırlar. Bazen kendimizi kötü hissetsek bile hayatlarımızda bir şeyleri değiştirmek adına harekete geçmemizi sağlarlar. Evrimsel psikolojinin de belirttiği gibi bir anlamda hayatta kalmamız duygularımız sayesinde olur.
Ancak kimi duyguları kabullenmek ve yaşamak zordur. Bu nedenle gri tonlarda kalmaya ya da renklerimizi başkalarından, hatta bazen kendimizden bile saklamaya çabaladığımız zamanlar olur. Filmde renklenen Betty'nin yaptığı gibi makyajla kapatmaya çalışırız kendimizi. Tıpkı çok üzgünken güçlü görünmek adına gülümsememiz gibi... Ama bir şekilde o renklerin orda olduğu bilinir ya da bellidir. Çünkü duygularımız yokmuş gibi yaşamamız mümkün değildir. Bu renkleri zamanında görmemiz, yaşamamız ve değerlendirmemiz, hem hayatımızın kalitesi hem de psikolojik sağlığımız için gereklidir.
Duygularımızı görmemiz, fark etmemiz, hissetmemiz, yani onlara sahip çıkmamız aslında kendimize sahip çıkmamız demektir. Renksiz, güvenli, düzenli, belli sınırlar içinde bir hayat sürebileceğimizi düşünebilir ve bunun için çabalayabiliriz. Ancak bu yolları kendi içinde birleşen bir kasabada sıkışıp kalmaktan ve sahte mükemmellikte bir hayat sürmekten farksız değildir. Tıpkı renklerin doğrusu yanlışı olmadığı gibi hissetmenin doğrusu yanlışı yoktur. Önemli olan renkleri zamanında ve olduğu gibi görebilmek, hayatın iyisiyle kötüsüyle kusurlu bir gökkuşağı olmasına izin verebilmektir.