Milletlerin tarihlerinde yalanlar, dedikodular, efsaneler olabilir. Bu tarihten ayrılamayacak bir durumdur fakat hiçbir milletin tarihinde bizimki kadar iğrenç tahrifatlar yapılmamıştır. Bir millete yapılacak en büyük kötülük onun tarihini yok etmektir. Buna alet olanlar ise tarihe en büyük hainler olarak geçecektir. O hainlerin birisi de Rıza Nur’dur. Günümüzdeki bir çok yalanın, iftiranın kaynağı, milletin zihnini yıllardır bulandıran ve Atatürk düşmanlarının bayrak olarak kabul ettiği isim Rıza Nur’dan başkası değildir. Rıza Nur’u biraz tanıyalım30 Ağustos 1879 Sinop doğumlu olan Rıza Nur, ilköğrenimini Sinop’ta gördükten sonra İstanbul’a gelerek eğitimini burada devam ettirdi. Tıp Lisesi ve Askeri Tıp Okulu’nu tabip yüzbaşı olarak bitirdi. Askeri Tıp Akademisi’nde staj yaparken Alman hocaların ilgisini çekerek orada asistanlığa başladı. Dr. Deike Paşa’nın yanında bir süre çalıştıktan sonra cerrahi bölümüne geçti ve Prof. Dr. Wietin Paşa’nın yanında çalışarak operatör oldu. 1903’te Rumeli Zibefçe gümrük kapısına bakteriyolog olarak atanan Rıza Nur, 1905’te Gülhane’ye yardımcı öğretmen, 1907’de Askeri Tıbbiye’ye cerrahi hocası oldu.
II. Meşrutiyet’in ardından yapılan seçimlerde Sinop’tan milletvekili seçilen Rıza Nur, İttihatçılara yönelik ağır eleştirileri nedeniyle Askeri Tıbbiye’deki profesörlük görevinden alındı. Daha sonra binbaşı rütbeleri de sökülmesine rağmen eleştirilerine devam etmesi nedeniyle üç ay hapis yattı. Ardından da Cemal Paşa’nın emriyle sürgüne yollandı..
Lozan’dan döndükten sonra siyâsetten bıktığı, 1908’den beri sürekli suikast riski altında yaşamasının getirdiği yorgunluk yüzünden ve gördüğü duyduğu cinâyetlerden dolayı canından daha fazla endişe etmeye başladığı, yeni rejimi bir diktatörlük olarak düşündüğüi, iktidar kadrosunu yetersiz ve ahlâken düşük gördüğü, gelecekten umûdunu kestiği, artık sâdece sevdiği işi (araştırma, sanat, bilim) yapmak istediği Ve karısının hastalığı bahanesiyle 1926 yılında yurt dışına (Fransa’ya) çıkmıştır.
Bir süre siyâsetle ilgilenmemiştir. Ardından, abone olduğu, iktidar yanlısı bir Türk gazetesinden ve biraz da Fransa’ya gelen veyâ orada görevli kimi türklerden gündemi izlemeye başlamıştır.Zamanının çoğunu araştırmayla, dil-şiir-operet metni-târih konularında yazmakla ve operetlerde, kütüphânelerde (araştırmayla), bilimsel kongrelerde geçirimiştir.
1927 yılı Rıza Nur için dönüm noktası olmuştur. Atatürk’ün Nutuk’ta kendisini ”Arnavutları isyana teşvik ettiği” diye suçlamasından sonra 1928 yılında anılarını yazmaya başlamıştır. Anıları Nutuk’a cevap niteliğindedir. 1935 yılında anılarını British Museum’a 1960 yılına kadar yayınlanmaması şartıyla teslim etmiştir.
Bu nokta üzerinde durulması gereken bir konudur. Neden 1960 yılına kadar yayınlanmamasını istemiştir. Çünkü 1960 yılına kadar yaşiadığı dönemin tüm şahitlerinin öleceğini düşünmüştür. Rıza Nur bu anıları yazdığında yurtdışındaydı istese herhangi bir yayınevinde anılarını yayınlatabilirdi. Atatürk’ten çekindiğini farzetsek bu da yanlıştır. Atatürk öldüğünde Rıza Nur hayattaydı fakat ölümünden sonra da anılarını yayınlamamıştır.
Rıza Nur, bir uçtan bir uca sürekli gidip gelen bir kişidir. Balkan Savaşı’nda Arnavutları ayaklandırır, Kurtuluş Savaşı’nda milliyetçidir, anılarını yazarken ırkçıdır. Anılarında hem sultanlık ile halifeliği kaldırmış olmakla övünür; hem de hazırladığı parti programında halifeliği yeniden kurmak ister. “Türk Tarihi” adlı kitabında Mustafa Kemal’in hakkını teslim eder, onsuz zaferin olamayacağını belirtir. Anılarındaysa Mustafa Kemal’e olmadık iftiralar atar.”
Dr. Hasan Behçet Tokol, şu tanılarda bulunmuştur:
“Bu kişide bir koğuş hastaya yetecek kadar hastalık var. Teşhisim; psikopatik bir zemin üzerinde paranoit reaksiyon, yani çok ağır bir ruhsal bozukluk tablosu. Bu tür hastalar, zeka fakülteleri tamamen bozulmadığından kısa süreli de olsa olumlu işler yapabilirler. Anılarını; son duygu, düşünce ve yargılarına göre değiştirerek, geriye dönüp yeniden kurgulayarak, sanki gerçekmiş gibi aktarmış ki, bu tutum, bu tür hastalara özgü bir telafi ve tatmin yoludur. Böyle bir hastanın anılarını ve tanıklığını ciddiye almak tıbben olanaklı değildir.”
“Doktorun, Rıza Nur’da belirlediği hastalık adları da şöyle: İzolasyon (kendini çevreden soyutlama), depresyon (ruhsal yavaşlama, içe kapanma, çöküntü), homo****üel eğilimli, Obsesif- kompülsiv sendrom (toz, mikrop korkusu), depersonelizasyon (aşağılık duygusu), agresif ve hostil (saldırgan ve kızgın), psikopat (kişilik bozukluğu), mitomani (yalan söyleme), fabulasyon (masal uydurma, hayali hikayeci), fanteziler (hayal ettiği olayları gerçek sanma), megalomani (büyüklük fikirleri), narsisizm (kendine hayran olma), paranoid reaksiyon (takip edildiğini sanma duygusu, öldürülme korkusu), egosantirizm (kıskançlık, herkesi karalama, güvensizlik, devamlı övünme, sahte gurur).”
Buraya kadar Rıza Nur’u tanıdıktan sonra şimdi Atatürk hakkında attığı iftiralara geçeceğim. Yıllardır bir delinin uydurmaları üzerinden nasıl bir tarih yazılmış, nasıl bu millet zehirlenmiş akıl alacak iş değil. Bölüm bölüm o iftiraları yazıyorum
ATATÜRK KADIN DÜŞKÜNÜYDÜ VE EŞCİNSELDİ YALANI: KAYNAK RIZA NUR
“…Ali Fuad’la bir akşam ikimiz baş başa konuşuyoruz. Mustafa Kemal’in fuhuş hikâyelerinden bahsediyoruz. Dedi ki: “Ayol onun erkekliği yok. Mektepde iken, Selanik’de iken beraber çapkınlığa giderdik. Kadınlarla uğraşırdı, bir şey yapamazdı.” Hayretimi mucip oldu. Bilmezdim. Çünkü fuhuşa çok düşkün. Bu sözü sonra bir binbaşının hareminden de işittim. Mustafa Kemal bir aralık buna dadanmıştı. Herkesin ağzındaydı. Kadın hasta olmuş, bana müracaat etti. Pek güzel bir hanım. Mustafa Kemal ile olan macerasını ne yapıp söylettim. Dedi ki: “O kadına çok düşkündür. Ama bir şey yapamaz. Kalkmaz. Uğraşır sürüştürür. Sonunda dışına akıtır, işte bu kadar.” Bu söz Ali Fuad’ı teyit etti. Derken Mustafa Kemal Latife ile evlendi. Latife haremimle ahbap idi. Ona Mustafa Kemal’in kocalık yapamadığından şikayet etmiş. O da bana söyledi. Latife bu şikayeti Fethi Bey’in refikası Galibe hanıma da yapmış. Fethi’den işittim. Demek ki Ali Fuad’ın sözü tamammış. Demek bu adam i*nedir. Ve bu hali gençliğinden beridir.”
(3. Cilt, 153. sayfa)
“…Anlaşıldığına göre boşanma vakasından iki-üç gün evvel Latife kardeşi İsmail ile haremi Süreyya Paşa’nın kızı Melahat Ankara’ya gitmişlerdi. Çankaya’da misafir olmuşlar. O vakit Mustafa Kemal’in yanında katip sıfatıyla Halit Ziya’nın oğlu Vedad vardı. Güzel, tüysüz bir çocuk. Bir akşamüzeri karanlık çökerken İsmail, Melahat balkona çıkmışlar. Bakmışlar Vedad Mustafa Kemal’i ağacın dibinde yapıyor. Latife’yi çağırmışlar. O da görmüş. Bir kıyamettir kopmuş. Latife Mustafa Kemal’e “Her şeyini gördüm, hepsine tahammül ettim. Artık buna edemem” demiş. Gazi savuşmuş, İsmet’in evine gitmiş. “Bu karıyı şimdi boşayacağım” demiş. İsmet sabahleyin erkenden Hey’et-i Vekile’yi toplamış. Talaka (boşanmaya) karar vermişler. Latife’yi İsmet alıp trene koymuş. Trende teselli etmek istemiş, Latife ona “Sus, sus! İsmet Paşa! İsmet Paşa! Sen ona bir gün dalkavukluk etme seni benden daha rezil eder. Hep aleti sensin.” demiş.”
(Sayfa 314-315)
“…Ankara’ya geldiğimin ikinci günü Dar’ul Muallimat Müdiresi Şahende Hanım geldi. Bir vaka anlattı. Meğerse biz Rusya’da iken pek çirkin bir vaka olmuş. Diyor ki: “Bir gece yarısı bir otomobille Mustafa Kemal, yaveri Salih, mektebin kapısına geldiler. Talebeden bir kızı alıp götürdüler. Ertesi günü Maarif Vekili Hamdullah Suphi Bey’e gidip şikayet ettim. Bu çocukların babası o demektir. Ama ‘Ne yapalım, olur ya. Kızı sevmiş, almış.’ dedi. Hayret içinde kaldım. Sizi hatırladım. ‘O olsaydı kıyameti koparırdı’ dedim.
Mebuslara sordum. Bu iş Meclis’te gürültüye mucip olmuş. İstizah yapmak istemişler. Mustafa Kemal korkup kızı birkaç gün istimalden (kullandıktan) sonra yaverlerinden bir zabite nikahla vermiş, o da almış. Sonra zabiti terfi ettirmiş. Bu vaka çok çirkin ve namussuzca bir iştir. Devlet ve milletin ırzına geçmiş ve onun hayat ve namusunu kurtarmak için çalıştığını iddia eden şu adam, mektepten milletin masum kızlarını cebren alıp fiili şen’i (kötü fiil) yapıyor. Kız kaçırıyor, eşkıyalık ediyor. Bu iş, grubu epeyce vahdete getirmiş.”
(Sayfa 182)
“…Artık bir balo ve dans devridir açıldı. Güya medeni ve asri olmuşuz. Dava bu… Bu zevk ve sefaları Kara Kaplı’ya uyduruyorlar, meşru göstermek lazım!.. Artık Ankara’da mükellef balolar veriliyor. Bu balolarda müthiş rezaletler de oluyor. Hatta kavga, dövüş de var. Mustafa Kemal geliyor. Zil zurna oluyor, kadınlara tasallut ediyor. Bir defa dans ederken Fransız Sefiri’nin kızının memesini sıkmış; kız kaçmış, babasıyla beraber balodan gitmişler. Bir defa Mustafa Kemal kadın yerine tüysüz bir zabitle dans etmiş, çocuğu öpmüş. Kadınlardan bir kaçı Gazi(!)’ye “biz burada iken bu olmaz” demişler, herif keyiflenmiş. Bir adam karısını, yani Mübarek Bey’ın kızını onlarla dans ettirmek istemediğinden Salih ve avanesi adamcağızı öyle dövmüşler ki, biçare sedye ile hastaneye götürülmüş. Avrupa’da balolarda böyle şey asla olamaz. Bunlar baloyu da tulumbacı koğuşu yaptılar. Zaten Meclis’leri, Hükümetleri de o… Demek seviyeleri bu kadar.
Mustafa Kemal bu rezaleti çok ilerı götürmüş. Bir baloda herkesin içinde İsmet Paşa’nın karısını da öpmüş. Yanındakiler “yapmamalıydın” demişler. O vakit “Niye bana haber vermediniz” demiş. Güya mazaret!.. İsmet de orada imiş. Hiç bir şey dememiş. Namuslu bir erkek olsaydı derhal Mustafa Kemal’i vururdu. Bunun diğer tafsilatını Robert Kolej’deki Hüseyin’in karısı Mihre’den dinledik. Evvelce de dedim ya, Mevhibe namuslu ve dindardır. Kocası ne kadar namussuz ise, O, o kadar namusludur. Derhal ağlıya ağlıya eve gitmiş. Mihre onlara misafir imiş. Ağlıyarak ona anlatmış. Arkasından İsmet gelmiş, karısına “Ne ağlıyorsun? Bir şey değil ki… Hem, o senin kardeşin” demiş. Eee… Tamdır. İsmet’e layıkdır, o bunların hepsine katlanır. Tek mevkide dursun… Duruyor, demek ahlakı, milli, idari, siyasi böyle nelere katlanıyor… iştirak veya aletlik ediyor, hesab edilsin…”
(Sayfa 318-319)
Latife’yle boşandıktan sonra Mustafa Kemal’in zincirleri yeniden çözüldü. Eski fuhşiyat alabildiğine başladı. Çankaya meşhur ve muteber bir kerhâne oldu. Yirmi-otuz kadın birden doluyordu. Sabahlara kadar mum söndü yapılıyordu…
Mustafa Kemal Konya’ya gitmiş, orada mektebi ziyaret edip bir öğretmen kadını beğenmiş, almış getirmiş. Onunla bir müddet eğlendi. Sonra Avrupa’ya tahsile yolladı. Milletin parasıyla fahişelerine ihsan…
İzmir’e gitmiş, orman memurunun mektebe giden küçük kızı Afet’i beğenmiş, almış getirmiş. Hadi ona da fuhuş… Sonra onu da İsviçre’ye tahsile yolladı. Vaktiyle metresi Fikriye’yi de göndermişti. Onun usûlü bu…
Nerede kız görüp beğenirse eşkiya gibi omuzlayıp götürüyor.Hem de mekteplerden… Ne fecî! Evvelce bir gece Ankara Darülmuallimâtını da basıp bir kız kaçırmıştı. Adam hırsız eşkiya…
Şimdi bu afet yanında, en gözdesi… Muallim, müverrir(!) olarak bulunduruyor.
Çankaya fuhuş merkezine böyle gelip gidenler olduğu gibi yirmi-otuz tane de seçme genç kız ve kadın var. Bunların bir kısmına evlatlığım(!) diyor. Bir tanesi pek meşhur, Almanya’da dans tahsil etmiş bir kız. Güya Çankaya’da dans hocalığı ediyormuş!? Sonra bunu da Avrupa’ya yolladı. Dönünce de gözden düştü…
Bu işler saymakla bitmez. Binbir gece masalları, Venüs mabedi hikayeleridir. Fuhşun her türlüsü icra edilir. Hepsini yazmak uzun ve çirkin…
ATATÜRK ALKOLİKTİ YALANI: KAYNAK RIZA NUR
Müthiş bir ayyaştır. Her gece sabaha kadar içer, körkütük olur. Bütün ömrü öyledir. Gençliği de böyle içki ve fuhuş ile geçmiştir. Reculiyeti yoktur, fakat şehvete pek düşkündür. Fuhuşun kadın, erkek, fail (eden-aktif), mef‘ul (edilgen-pasif) her çeşidini yapar. Bu sebepten veya anası fahişe olduğundan olacak ki, bütün milletten namus ve iffeti kaldırmaya çalışır (c. 4, sf. 1517)
ATATÜRK’ÜN SOYU VE AİLESİYLE İLGİLİ YALANLAR: KAYNAK RIZA NUR
Selanik’te Riza Efendi adında gümrük kolcusu birinin üvey oğlu Mustafa Kemal Harbiye Mektebi’ne geliyor. Mustafa Kemal’in babası hakkında çok rivayet var; Kimi bir Sırp, kimi bir Bulgar’dır diyor. Güya anası bunların metresi imiş”. Yeni çıkan “20. Asır Larousse” Pomak’tır diyor.
Mustafa Kemal’in anası Selanik’te kerhanede imiş. Yenisehir Tırnova’sından ve oranın ileri gelen kabadayılarından Abdoş Ağa Selanik’e gelir, bu kadını görür, alır götürür. Orada piç olarak Mustafa Kemal doğar. Mustafa beş yaşlarında iken Abdoş ölmüş, anası oğlu ile Selanik’e gelmiş.
12 yaşında iken Mustafa, Tırnova’ya gidip miras istemiş ise de piçliğini söylemişler, geri göndermişler. Mustafa, askeri okula girmiş. Anası gümrük kolcusu Ali Rıza ile evlenmiş. Çok tuhaftır; Mustafa Kemal anasından bahseder, fakat babasından bir defa bile bahsetmemiştir. Hasılı rivayetler çok. Hangisi doğru?
Bir şeydeki rivayet çoktur; o şey belli değildir. Nitekim bilimde, teknikte, tarihte hangi konu hakkında çok varsayım veya rivayet varsa o konu mâlum değildir. Demek Mustafa Kemal piç değilse bile babası mâlum değildir. Benim araştırmama göre onun Rıza adında gümrük kolcusu bir üvey babası oldugu kesindir. Mustafa Kemal babasından kendisi bahsetmediği gibi diğer birinin bahsettiğini işitirse ona düşman olur. Buna dair bir sürü olay vardır. Nihayet Fransız bakanlarından Hedyo, Paris’te Türkiye üzerine iki konferans verdi. Bunlar “Conferencio” dergisinde yayınlandı. Hedyo da orada “Mustafa Kemal’in babası meçhuldür!” diyor.”
(Rıza Nur, Hayatım ve Hatıratım, III. cild, s. 561-562)
Sakarya harbi bitince iki mühim şey olmuştu. Mustafa Kemal hareket etmeden evvel, Meclis’ten kendisine gazi ünvanı ve müşirlik verilmesini istedi. Herkes: ‘Canım bu adam ne oluyor? Ne istiyor? Bunları ne yapacak?’ diyordu. Ve yine: ‘Galiba padişah olmak peşindedir. Şimdiden onun gibi tuğrasına El-Gazî yazmak için bu ünvanı istiyor.’ diyorlardı.
Şu adam müthiş bir mahluktur. Ve nutkunda: ‘Meclis bana Gazi ünvanını verdi’ diyor.Halbuki böyle birşey kimsenin aklına gelmemişti. Kendi istedi. Meclis ise ‘Olmaz’ dedi. Kıyamet koptu. Nihayet tehdit altında ve kendi adamlarını kullanarak Gazi ünvanını aldı. Birkaç gün geçinde de: ‘Meclis bana dört milyon lira nakit mükafaat versin’ dedi. Herkes Meclis’te bir daha kızdı ve köpürdü. Bütün meclis olmaz’ı bastırdı. Mustafa Kemal bir milyona indi. Yine olmaz dediler. Hâsılı meclis: ‘Para veremeyiz’ dedi ve vermedi. Mustafa Kemal bir müddet uğraştı, baktı olmuyor, vazgeçti. Eğer böyle birşey lazımsa Meclis kendi verir. Ama yok, bu kendi ister, adeti budur. Sıkılmaz.
Nutukda bu para meselesinden hiç bahsetmiyor.
Dr. Rıza Nur, Hayatım ve Hatıratım, (s. 849)
Bir millet düişünün ki yıllardır bir delinin uydurmaları üzerinden kurtarıcısına iftiralar atsın ve tüm iftiraların kaynağı aynı kalemden çıksın. Bunun dünyada başka bir örneği yok. Peki anılarında kendisi hakkında neler yazmıştır? Tarih böyle bir deliyi yazmamıştır.
“Karımdan şu mektubu aldım: ‘Ben burada kendime bir hayat arkadaşı buldum. Bunu başkasından duyarak üzülmene imkan bırakmıyorum.’ Namussuz karı! Sonunda bana boynuz da taktı” (s.1785). “Galiba bu işte (M. Kemal’in) ve İsmet’in (İnönü) de parmağı var”
Rıza Nur anılarında, “Şüphesiz ki ben nevrastenik(şizofren) idim” diyerek bizzat kendisi akıl hastası olduğunu itiraf etmiştir.
arih yalanlarla çarpıtılsa da gerçekler yok edilemez. Atatürk’ün de dediği gibi
“TARİH YAZMAK, TARİH YAPMAK KADAR MÜHİMDİR; YAZAN YAPANA SADIK KALMAZSA DEĞİŞMEYEN HAKİKAT İNSANLIĞI ŞAŞIRTAN BİR HAL ALIR”.
TIBBİYELİ HİKMET