Selçuklu sultanları, bir taraftan fetihle uğraşırken, bir taraftan da ülkenin imar ve halkın refahı, eğitimi, din hayatı için medreseler, camiler, imaretler, kervansaraylar, hamamlar yanında halkın sağlığına ehemmiyet verdikleri için hastaneler ve şifa merkezleri de yaptırmışlardır. Selçuklulardan önce Rey’de de bir hastane (Bimeristan) mevcut olup, meşhur filozof, tabip, kimyager Ebubekir Razi (Ölümü: 311/923) bu hastanede çalışmıştır.İslam’da da ilk hastane, Harun Reşit’in Cundişuparda Sasanilere ait hastane, tabipleriyle birlikte Bağdat’a nakliyle başlamıştır. Bağdat da Buveyhi hükümdarı Adud Ud Devle’ye ait hastane de Moğolların istilasına kadar faaliyetini devam ettirmiştir. Fakat bu hastaneler Selçuklular sayesinde ülkenin her tarafına yayılmış, yüz yıllardır hizmet vermeyi sürdürmüşlerdir.


Selçukluların ilk hastanesi ve tıp merkezi Alparslan’ın veziri Nizamül Mülk (1063-1072) tarafından Nişabur’da yapılmıştır.



Sultan Sencer’in Kaşgarlı Yağan (Togan) Beyden sonra veziri olan Ahmed Kaşi’nin Kaşan, Ebher, Zencan, Gence, Erran’da darüşşifa (hastane) ve medreseler inşa ettiği bilinmektedir. Sultan Mahmud’un ordusunda tabipleri, müstahdemleri, ilaçları, tıbbi aletleri ve çadırları ile birlikte seyyar bir hastanesi vardı ve iki yüz deve ile taşınmakta idi.



Selçuklular asker bir millet olarak ordularına bağlı ve onunla hareket eden seyyar hastane vücuda getirmişlerdi. Ordularında da seyyar hastaneler, bu hastanelerde tabipler, cerrahlar bulunuyordu.



Savaşlarda yaralıların tedavisine çok önem verdikleri için büyük seyyar hastaneler oluşturmuşlardı. Sultan Melikşah’ın ordusunda da tabiplerle, hastaların, aletlerin yüz deve ile taşındığı bir seyyar hastane bulunmaktaydı.


Beylikler devrinde de Anadolu’da bazı hastaneler yapılmıştır.


Selçuklular, devletin birçok şehirlerinde pek çok tıbbi eser ve darüşşifalar inşa etmişler, diğer ilim dallarının yanında, tıbba da çok önem vermişlerdir. Bu darüşşifalar ve tıbbi merkezlerle, sağlık hizmetlerinin yanında uyguladıkları tedaviyle, modern tıbbın gelişmesine de büyük katkı sağlamışlardır. Anadolu’nun fethini ve Türkleşmesini sağlayan Selçuklular, aynı zamanda Avrupa ve diğer ülke tıbbını, üniversitelerini, hastanelerini de etkilemişlerdir. Ayrıca kervansaraylarda hastalanan yolcular için birer tedavi merkezleri de oluşturmuşlardır.



Keza Selçuklu saraylarında bile, küçük çapta hastaneler kurulmuş, içinde seçkin tabipler görev yapmışlardır.



Sultanlar sıhhatleri için doktorlara çok önem verirler, saraya en meşhur tabipleri tayin ederlerdi. Sultan I. İzzettin Keykavus ve I. Alaaddin Keykubat yerli ve yabancı doktorlardan faydalanırlardı.


Selçuklular 1055 tarihinden sonra Bağdat, Şiraz, Berdeşir, Kaşan, Zencan, Ebher, Harran, Gence ve Mardin’de de hastaneler kurmuşlar, ancak günümüze kadar bu hastanelerin yapıları ulaşmamıştır.



Günümüze kadar ulaşılabilen Selçuklu hastane ve tıp merkezleri ise şunlardır:


Şam’da Nurettin Hastanesi (1154),

Kayseri’de Gevher Nesibe Darüşşifası ve Gıyaseddin Keyhüsrev Tıp Merkezi (1206),

Sivas’ta Keykavus Darüşşifası (1217),

Divriği’de Behram Şahin Kızı Turan Melik Hastanesi (1228),

Çankırı’daki Ata Bey Ferruh Hastanesi (1235),

Tokat’taki Gök Medrese ve Pervane Bey Darüşşifası (1275),

Kastamonu’da Ali b. Pervane Hastanesi ve Amasya Darüşşifa Hastanesidir.


Selçuklular, ayrıca genel hastanelerinin yanında, cüzamlıların tecrit edilerek bakıldığı cüzzamhaneler ile akıl hastalarının tedavisi için de, merkezler kurmuşlardır.



Bu hastanelerin içinde Kayseri, Sivas ve Amasya’daki hastane ve tıp merkezleri uzun süre faaliyetlerini sürdürmüşlerdir.


Selçuklu eserleri arasında en önemlilerinden biri de şifahanelerdir. Şifahaneler, dönemin hastane yapılarıydı.



Şifahaneler insanların iyileşmesine, tedavi olmasına, şifa bulmasına yardımcı olan, gelip geçen yolcu, tüccar, garip ve kimsesizler için yaptırılmış şifa yerleridir.



Selçuklularda sağlık kurumu, darüşşifa olarak anılmakla birlikte, tarihin çeşitli devirlerinde ve değişik coğrafyalarda Bimarhane, Maristan, Darülmerza, Darüttıp, Darüşsıhha, Şifaiyye, Darülafiye olarak adlandırılmıştır.



Şifa evi, şifa kapısı, şifa yurdu, sıhhat yurdu, şifa edilen yer olarak halk arasında değerlendirilmektedir. Selçukluların ortaya koyduğu bu darüşşifalar, hem Türk tarihi açısından hem de dünya tıp tarihi açısından önem taşımaktadır.



Darüşşifaların, hem mimari ve tıp tarihi, hem de vakfiye tarihi olarak çok dikkat çekici bulunmaktadır. Selçukluların ulaştığı her yerde, bir bir şifahaneler yapılmıştır.



Divriği’deki, ayakta kalan en önemlisidir. Darüşşifalar, Türk İslam vakıf kültürü içerisinde en önde gelen sosyal yardım kuruluşlarından birisidir. Toplumun sağlık ihtiyaçlarının karşılanması için yapılan bu kuruluşlar varlıklarını, vakıflar ile korumuş ve sürdürmüşlerdir.



Bu şifahaneleri yaşatmak için ticarethaneler, dükkanlar ve araziler vakfedilmiştir. Bu vakfiyeleri tahrir ve evkaf defterleri, atama fermanları gibi yazılı belgeler, binaları artık olmasa da bu eserlerin varlığı hakkında bize bilgi vermektedirler.


Sivas’ta, I. Keykavus tarafından 1217 yılında inşa edilen darüşşifada, aynı ihtişamını muhafaza etmiş, ona ait bir vakfiye sureti bize kadar gelmiştir. Bu darüşşifaya hizmetinin devamı için, yüzden fazla dükkan ve pek çokta arazi ve başka akarlar da vakfedilmiştir. Bu darüşşifalarda çeşitli uzman doktorlar, cerrahlar, göz doktorları, memurlar ve müstahdemler çalışmışlardır. Onların ve ilaçların tahsisatı ve hasta masrafları, bu vakıf gelirlerinden temin edilmiştir.


Selçukluların yaptırdığı darüşşifalardan bazıları da şunlardır:


I.Alaeddin Keykubat’a ait Alanya’daki

Alai Darüşşifası, Divriği’de Behram Şah’ın kızı Turan Melek (1228),
Çankırı’da Ata bey Ferruh (1235),

Amasya’da Toruntay (1266),

Kastamonu’da Pervanoğlu Ali (1272),

Tokat’ta Muineddin Pervane (1275),

Amasya’da Sultan Olcayto (1308) ve

Aksaray’daki Darüşşifa gibi eserlerdir.


Amasya hastanesinde baştabiplik yapan Sabuncu oğlu Şerafettin, yazdığı cerrah-name-i İlhani eserde (15. Asır) cerrahlıkta kullanılan bütün aletleri, Türkçe isimlerini ve her hastalığın tedavisine dair pek çok resimleri göstermektedir.


Darüşşifaların başına getirilen alim bir kimse, hastaları idare eder, eczaneyi emrinde tutar, her hastanın reçetesine göre ilaçları verdirirdi. Hastanelerde görevlendirilecek hekimlerin tıp ilmine vakıf ve cerrahide becerisinin olmasına bakılırdı. Hastalar odalarında, yataklarında yatar, onlarla ilgilenen müstahdemler sabah akşam hastaların durumunu sorar, hastalara ait ilaç, yemek ve şurupları dağıtırdı.



Hastanelerde kadınlar içinde ayrı bölümler vardı. Selçuklular akıl hastalarının ilaç ve müzik ile tedavi edilmelerinde de öncülük etmişlerdir. Hastanelerin yanında, yetimler mektebi, acizler yurdu, zaviyeler, zengin kütüphaneler yer alıyordu. Bunların giderleri vakıflardan sağlanıyordu. Hastanelere gelemeyen hastaları getirtmek ve hasta olanları bulmak için de memurlar tayin edilmişti. Hastanelerde aşhane, ilaç, meşrubat ve macunlar için ayrı odalar ve ilaç yapılan eczaneler bulunuyordu. Hastaneyi ve vakıfları idare eden idarehane ve burada görevli memurlar vardı.



Hastanelerin yakınlarında kör ve sakatlara hanegahlar, dul, ihtiyar, yetim ve kimsesizlere yurtlar kurulmuş, bunların hizmet, ihtiyaç ve giderleri için de vakıflar tesis edilmiştir. Bu hastanelerde zengin, fakir, din, dil, ırk ayrımı yapılmadan herkesin tedavi olduğu yerlerdir. Hastalara ilaçlar, yiyecekler ücretsiz verilir, tedavilerden para alınmazdı.


Selçuklular, halk sağlığı için hastane içinde de tıp merkezleri kurmuşlar, tıbbın gelişmesi için de ellerinden gelen imkanları, bu merkezlerin kullanımına sunmuşlardır. Bu merkezlerin hizmetlerinin devamı içinde vakıflar kurulmuş, giderleri bu vakfiyelerden karşılanmıştır. Selçuklular zamanında yapılan bu tıp merkezleri ve hastaneler Osmanlılar zamanında da aynı görev ve hizmetlerini sürdürmüşlerdir.



Tıp mesleğinin uygulanmasına yönelik özel bir mimari anlayışla bu hastaneler ve tıp merkezleri yapılmıştır. Bu tıp merkezlerinde tıp eğitiminin verildiği derslerde İbni Sina, Razi, Hipokratın eserleri ve Hasan El-Curcani’nin, Zahire-i Harizm Şahi adlı ansiklopedik eseri de ders kitabı olarak okutulmuştu.


Teori ve uygulamaya dayalı olarak hizmet veren Kayseri’deki Gevher Nesibe Darüşşifası ve Gıyasettin Keyhüsrev tıp Merkezi (medresesi) Selçukluların en önemli sağlık merkezlerinden birisidir. Bu tıp merkezinde kullanılmak üzere vakfedilen malların 1584 yılındaki gelir toplamı 43643 akçe kadardı.



Bu merkezdeki hocalara 20 akçe, hekimlere de 8 akçe maaş verilirdi.


13. yüzyılda kervan yollarının kesiştiği bir merkez olarak öne çıkan Kayseri bu yüzyıldan sonra “Mukarr-ı Ulama” (alimler şehri) olarak anılmaya başlar. Önemli bir bilim ve sanat merkezi olan Kayseri’de, Selçuklu dönemine ait on beş medresenin olduğu bilinmektedir. Bu medreseler arasında tıp medresesi ve şifahane olarak yapılan çifte medrese, bugünkü adıyla Gevher Nesibe Tıp Tarihi Müzesi, Anadolu’daki ilk tıp merkezidir.



Bu medrese 1205-1206 yıllarında Selçuklu Hakanı II. Kılıçarslan’ın kızı Gevher Nesibe Sultan adına kardeşi Sultan I. Gıyasettin Keyhüsrev tarafından yaptırılmıştır. Gevher Nesibe Şifahiyesi Türklerin yaptırdığı onbirinci büyük hastanedir. Anadolu’da ise beşincisi olduğu bilinmektedir.



Aynı zamanda içerisinde tıp tahsili yapılanların ilkidir. Gevher Nesibe Tıp Merkezi, yapısı ve tıp eğitimi açısından dünyadaki ilk tıp merkezi olarak geçmektedir. Bu merkezde hekim, cerrah, göz doktoru, yardımcı asistanlar, akıl hastanesi ve ruh hastalıkları koğuşları ve ayrıca eczane kısmı da bulunmaktadır.



Günümüzde ise bu merkez Erciyes Üniversitesi Tıp Tarihi Enstitüsü’ne tahsis edilmiş ve 14 Mart 1982’de de Tıp Tarihi Müzesi olarak kullanılmaya başlanılmıştır.


Gevher Nesibe Sultan Tıp Merkezinin yapılış hikayesi vardır. Gevher Nesibe Sultan, saray başsipahisine gönül vermiştir. Evlenmelerine Nesibe Sultan’ın ağabeyi Hakan I. Gıyasettin Keyhüsrev karşı çıkmıştır. Hakan I. Gıyasettin başşipahiyi savaşa göndermiş, baş sipahi de bu savaşta şehit düşmüştür. Bu olay üzerine ve sonrasında Gevher Nesibe Sultan üzüntüsünden hasta olmuş ve vereme yakalanmıştır. Kız kardeşinin durumunu öğrenen Sultan I. Gıyasettin Keyhüsrev onu ölüm döşeğinde ziyaret eder. Son dileğini sorarak özür diler.



Gevher Nesibe Hatun da, Hakan Gıyasettin Keyhüsrev’den “Ben devasız bir derde düştüm, kurtulmama imkan yok, hiçbir hekim derdime çare bulamadı, ben artık ahret yokuşuyum, eğer dilersen benim mal varlığımla benim adıma bir şifahane (hastane) yaptır! Bu şifahanede bir yandan dertlilere şifa verilirken, bir yandan da çaresi olmayan dertlere çare aransın. Bu şifahane ünlü ve hekim ve cerrah yetiştirsin. Burada kimseden bir kuruş para alınmasın. Burası benim adıma bir vakıf olsun.” diye vasiyette bulunmuştur.


I.Gıyasettin Keyhüsrev, kız kardeşinin hastalığına kendisinin neden olmasından büyük üzüntü duyar. Onun son isteğini yerine getirir ve 1204 yılında şifahanenin yapımını başlatır. Şifahane iki yılda tamamlanarak, 1206 yılında hizmete açılır. Daha sonra şifahanenin doğusuna, Gevher Nesibe Sultan’ın ikinci kardeşi Sultan İzzettin Keykavus, 1210-1214 yılları arasında tıp merkezini (medresesini) yaptırır. Bu iki yapının 1890 yıllarına kadar, amacına uygun şekilde hizmet verdiği bazı kaynaklarca belirtilmektedir.


Tıp medresesi iki bölümden oluşur. Batı bölümde şifahane, doğuda tıp merkezi yer alır. Çifte medresenin kış aylarında künklerle merkezi sistemden getirilen sıcak su buharı ile ısıtıldığı anlaşılmaktadır. Medrese bölümünün kuzey doğu bölümünde de Gevher Nesibe Sultanın türbesi bulunmaktadır.


Şifahanede Gevher Nesibe Sultanın vasiyeti üzerine tedavi gören hastalardan ücret alınmamıştır. Gevher Nesibe Şifahiyesi ve medresesinde Selçuklu Hükümdarı Alaaddin Keykubat’ın sağlık nazırı olan Ekmelettin hocalık yapmıştır. Ünlü Türk hekimlerinden Ebu Bekir, Gazanferi, Ali Şinasi, Ebu Salim İbni Kübra, Yakubi, Sucauddin Ali Bin Ebu Tahir, Seyit Samet Cevher, Nesibe medresesinde yetişmişlerdir.


Selçuklular, halkın sağlığı ve şifa bulmaları için, ülkenin birçok şehirlerin de sıcak su kaplıcaları ( termaller ) ve hamamlar inşa etmişlerdir. Ilgın, Eskişehir, Kütahya, Erzurum da hizmete açılan sıcak su banyoları ve kaplıcaları, halkın sağlığına sunulmuştur. Anadolu da, hasta ve felçlilerin şifa için gittikleri 300 e yakın sıcak su hamamları bulunuyordu. Sultan I. Alaaddin Keykubat, sefere giderken Hamam-i Seferi denilen çadır hamamını da yanında götürüyordu.Bu çadırda altın , gümüş hamam takımları, kokuları, hamam malzemeleri bulunuyordu.