Tasnif (Sınıflandırma)

Tarih Biliminde Kaynakların Sınıflandırılması

Kaynaklar, bize ulaştığı şekle göre bir sınıflandırmaya tabi tutulmuşlardır. Buna göre, tarih araştırmacısının veya elimizde bulunan bir tarih araştırma eserinin kaynakları, sözlü, yazılı ve her türlü görsel materyal olabilir. Bu genel tasnif, günümüzde çeşitlilik arz etmeye başlamıştır. Örneğin yakın tarih çalışmalarında ses kayıt cihazlarına alınan sesler, çeşitli belgeseller de kullanmaktadırlar. Bunları da kaynak olarak değerlendirmek mümkündür. Bize ulaşma şekli bakımından yeni yöntemler içermekle birlikte, eski tasnife sadık kalarak ses kayıtlarını sözlü; belgeselleri de görsel kaynaklar arasında zikretmek mümkündür.

Sözlü Kaynaklar

Tarih yazımının sözlü kaynaklar ile başladığı söylenebilir. Her toplumun kendine göre sözlü bir kültürü vardır. Hatta toplumların yaşayış tarzını, davranış biçimlerini belirleyen kuralların pek çoğu sözlü kültüre dayanır. Dilden dile, nesilden nesile aktarılan bu kültür, aynı zamanda o toplumun devamlılığını sağlar. Bir metne bağlı olmadığı için çoğunlukla bu aktarımlar, insan zihninin ve hafızasının kavrayacağı şekle dönüştürülmüşlerdir. Bir efsane, masal, hikâye içinde veya bir şiir şeklinde bir sonraki nesle aktarılırlar. İşlevleri büyük olsa da çoğu kere kaynakları belli değildir. Ancak sosyal hayat ile olan uyumlulukları ve ondan başka bilgi kaynağının olmaması onların mutlak kaynak gibi kullanılmalarına yol açmıştır. Temelde sözlü kaynakların daima var olması ama her nesil değiştikçe de bu bilgilerin yok olma ihtimali, yeni bir tarih yazımı çeşidi de ortaya çıkarmıştır. O da Sözlü Tarihtir.

20. Yüzyılda ortaya çıkan ve ilhamını sözlü kaynakların varlığından alan Sözlü Tarih; bildiklerini aktaramayan veya buna ihtiyaç duymayan insanların bilgilerinin derlenip, modern yöntemler ile kaydedilmesi ve ardından değerlendirilmesi faaliyetidir. Daha çok sosyal tarih araştırmalarına kaynaklık eden bu tür çalışmalar henüz yenidir. Her ne kadar malzemenin derlenmesi ve değerlendirilmesi konularında bilimsel yöntemler geliştirilmiş ise de, bilgi kaynaklarının, yanı anlatıcının yaklaşımının sübjektif olması veya olayların canlılığını korumalarından dolayı sınırlı anlatılması gibi nedenlerle ihtiyat ile yaklaşılan bir tarzdır. Buna rağmen geliştirilmesi gereken bir alandır. Zira bu yöntemler ile çoğu kere yazılı kaynaklara yansımayan pek çok hakikati öğrenmek mümkün olabilecektir. Birçok kişinin hafızasında olan yakın dönem olaylarının, sözlü anlatımlarının derlenmesi, kayıt altına alınması bu gün için fazla anlam taşımayabilir. Fakat gelecekte bu kaynakların artık olamayacağı düşünüldüğünde ne denli önemli oldukları ortaya çıkar. Nitekim bu güne ulaşmış birçok sözlü kaynak tarih araştırmalarına kullanılmaktadır. Çeşitli şekilde günümüze aktarılan sözlü kaynakların güvenilirlikleri daima tartışmalıdır. Ancak yazılı kaynakların olmaması halinde tarih yazımında sorgulanarak kullanılacak malzemeler arasındadır. Bunlar türlerine göre aşağıdaki başlıklar altında ele alınabilirler.

1. Efsaneler ve Mytos (Mit)ler: Halk edebiyatının vazgeçilmez ürünlerindendir. Hayali ve gerçek olaylar iç içe geçmiştir. Hatta içindeki anlatımlar ve kahramanlar ne kadar olağanüstü olursa, o nispette kutsanmış söylentilere dönüşürler. Toplumların hayatlarına yön vermede büyük tesirleri vardır ve nerde ise her milletim bir efsanesi bulunmaktadır. Konularına göre sınıflandırılırlar.

• Tarihi yer, kişi ve olaylar ile ilgili efsaneler.
• Dini konular ve yaratılışla ilgili efsaneler.
• Olağanüstü varlıklar ile ilgili efsaneler.
• Doğa, çevre, hayvan vs. ile ilgili efsaneler.

Efsanelerin meydana gelmesi için uzun bir zaman dilimine ihtiyaç vardır. Ancak bazen yakın geçmişe ait olan veya zaman içinde, yeniden uyarlanan efsaneler de bulunmaktadır. Mesela Kazdağı’ndaki Sarıkız efsanesi, Diyarbakır'daki Kırklardağı efsanesi gibi. Efsaneler, yaygın olmakla ve ait oldukları milletlerin karakterlerini yansıtmakla birlikte, içindeki rivayetlerde gerçek ile hayalin karışmasından dolayı kaynak değeri zayıf olan materyallerdir. Mytler (Mitler) de efsaneler gibi doğup geliştikleri çevrenin düşünüş biçimini yansıtırlar. Genellikle çok tanrılı devir ve toplumlara aittirler. Bu eserler ile uğraşan bilim dalına Mitoloji denir. Yunan mitolojisi, Japon mitolojisi gibi isimler alan mitler, eski çağlarda yaşamış olan insanların doğa olaylarına, sosyal ilişkilerine, dini inanışlarına bakış açılarını gösterirler. Ait oldukları toplumların zihin dünyalarını anlamak için önemli ipuçları taşırlar, ancak çoğunlukla gerek kahramanları ve gerekse anlatılan olaylar gerçekten uzak oldukları için tarihi kaynak olarak kullanılamazlar.

2. Hikâyeler: Efsanelerden farklı olarak, genelde kaynağını gerçek hayattan alan olayların anlatımıdır. Burada kastedilen hikâye, edebî bir tür olan hikâyeden ziyade içinde tarihi bilgiler barındıran hikâyelerdir. Bunların bir kısmı, belli bir zaman ve mekân sınırlaması içinde kalarak, içindeki bilgiyi doğru muhafaza edebilirken; bazıları doğdukları veya olayın yaşandığı sınırı aşarak yeni bir şekil alabilirler. Sadece aslına sadık kalan hikâyelerin kaynak değerleri vardır. Söz gelimi Arap toplumunda yaşanmış bir olayın hikâyesi, o toplumda kaynak değeri taşırken; zamanla Anadolu’da yeni bir tarzda anlatılmaya başlanması halinde bunun Anadolu tarihi için kaynak değeri yoktur.

3. Destanlar: Sözlü kültürün en yaygın olan türleridir. Genellikle, olağanüstü olaylar, tanrı, tanrıça gibi tabiatüstü varlıkları konu edinen şiir (nazım) türündeki anlatımlardır. Konularına göre, kahramanlık destanları veya metafizik(tabiatüstü) destanları diye sınıflandırılırlar. Hemen her milletin bir destanı bulunur. Mesela, Türk destanları arasında; Alp Er Tunga, Altın Çüş, Kambar Batır, Manas, Köröğlu destanları sayılabilir. Aynı şekilde İngilizlerin Beowulf; Almanların Nibelungenlied, Fransızların Roland adlı destanları bulunmaktadır. Anlatımlarda daima dinleyicileri etkilemeyi amaçlayan abartılar olmakla birlikte pek çok yazılı esere kaynak olmuşlardır. Modern tarihçilikte de dikkatli bir tahlilden sonra zayıf bir kaynak olarak kullanılabilirler.

4. Tarihi Şiirler: Bunlar da sözlü kaynaklar arasında değerlendirilebilen türlerdir. Halkın arasında yaşanmış bir olayı, bir kahramanın hikâyesini ve bir felaketi hatırlamak maksadıyla söylenegelirler. Ancak, salt edebî kaygılar ile şairlerin muhayyilesinden çıkan şiirlerle karıştırılmamalıdır. Tarihi kaynak değeri olanlar konusunu tarihten alan şiirlerdir. Bu tür kaynaklara Asya toplumlarından Türk, Moğol ve Araplar, Avrupa toplumlarından da Germenler sahiptirler.

5. Menkıbeler: Toplumların sosyal veya siyasi olaylarında yer etmiş olan kahramanların hikâyeleri çeşitli kaynaklarda daima verilir. Ancak toplumların ruhi hayatına tesir etmiş kişilerin, hayat hikâyeleri de dilden dile dolaşarak anlatılır. Doğu kültüründe evliyalar, şeyhler vb. batı kültüründe de azizler, azizeler hakkında söylenenlere menkıbe denilir. Bunlar özel bir anlatım tarzına sahiptirler. Kişilerin menkıbeleri anlatılırken, daima mensup oldukları dinin kaynaklarına referans vererek, onları örnek gösterirler. Zamanla bu anlatımlar, Menakibnâme adı ile yazılı eserlere dönüşmüştür. Hiç şüphesiz yazılı hale gelirken, müelliflerin dikkatleri ile daha tutarlı hale dönüştürülmüşlerdir. Meselâ Hacı Bayram-i Veli; Hacı Bektaş-i Veli menkıbeleri Türkiye’de en yaygın olanlardır. Her ikisi de yaşadığı bilinen gerçek şahsiyetlerdir. Onlar hakkında anlatılanlar ve daha sonra yazılanlar, kendi şahsiyetlerinden başka, devirlerinin anlaşılmasına da katkı sağlayan kaynaklardır. ve kestirme yoldur. Tarihi şahsiyetlerin hayat hikâyeleri ve pek çok yaşanmış olaylarla doludurlar. Onların amacı tarih yazmak değildir. İnsanları eğlendirirken bir şeyler de öğretmektir. Bu yüzden onların da kaynak değeri bulunmaktadır. Fıkranın anlatım tarzında, abartı ve bazen aklın almadığı hususlar olabilir, fakat dikkatli bir tarihçi içinden pek çok şey çıkarabilir. Örneğin; Nasreddin Hoca’nın Beyşehir Gölü’ne maya çalma fıkrasını hepimiz duyarız. Dinlediğimizde anlatılan olaydan çok sonuç bizi etkiler. “Ya tutarsa”. Buradan da herkes kendine ders çıkarabilir. Fakat tarihçi, bu olaydan, Nasreddin Hocanın yaşadığı çevreyi; ayrıca Türklerin icadı olan yoğurdun ne kadar eski devirlere ulaştığı gibi çıkarımları yapabilir. Eğer bu konularda başka kaynak olmasa idi söz konusu fıkra yegâne kaynak niteliği de taşıyabilirdi. Bu yüzden daima sorgulamak kaydıyla, fıkralar ve toplumların hafızalarının süzgecinden uzun sürede geçerek günümüze ulaşan atasözleri de tarihin kaynakları arasında yer alırlar.

6. Fıkralar ve Atasözleri: Fıkra bir olayı anlatmak için başvurulan en zekice ve kestirme yoldur. Tarihi şahsiyetlerin hayat hikâyeleri ve pek çok yaşanmış olaylarla doludurlar. Onların amacı tarih yazmak değildir. İnsanları eğlendirirken bir şeyler de öğretmektir. Bu yüzden onların da kaynak değeri bulunmaktadır. Fıkranın anlatım tarzında, abartı ve bazen aklın almadığı hususlar olabilir, fakat dikkatli bir tarihçi içinden pek çok şey çıkarabilir. Örneğin; Nasreddin Hoca’nın Beyşehir Gölü’ne maya çalma fıkrasını hepimiz duyarız. Dinlediğimizde anlatılan olaydan çok sonuç bizi etkiler. “Ya tutarsa”. Buradan da herkes kendine ders çıkarabilir. Fakat tarihçi, bu olaydan, Nasreddin Hocanın yaşadığı çevreyi; ayrıca Türklerin icadı olan yoğurdun ne kadar eski devirlere ulaştığı gibi çıkarımları yapabilir. Eğer bu konularda başka kaynak olmasa idi söz konusu fıkra yegâne kaynak niteliği de taşıyabilirdi. Bu yüzden daima sorgulamak kaydıyla, fıkralar ve toplumların hafızalarının süzgecinden uzun sürede geçerek günümüze ulaşan atasözleri de tarihin kaynakları arasında yer alırlar.

Yazılı Kaynaklar

Bir bilgi, yazıya aktarılmış ve bu yazı da tarih açısından kaynak değeri taşıyorsa yazılı kaynaktır. Bunlar yazılışlarına, üretildikleri kaynaklarına, şekillerine, günümüze ulaşma ve korunma durumlarına göre sınıflandırılırlar.

1. Arşivler: Bir devletin ürettiği yazışmalarının saklandığı yere arşiv denilir. Arşivler milletlerin hafızası olarak değerlendirilirler. Ancak devlet arşivlerinin dışında, özel kurum ve şahıs arşivleri de bulunmaktadır.

a. Belgeler: Arşivlerde yazılı belgeler, kanun ve tüzükler, idarecilerin toplantı tutanakları, alınan kararlar, devletlerarası anlaşma metinleri, özetle arşivin ait olduğu ülkede, tarih içinde devlet, toplum-vatandaş ve diğer ülkeler ile ilişkilerini gösteren belgeler bulunur. Geçmişte bu arşivler herkese açık olmadıklarından tarih yazımında birinci elden kaynak olarak kullanılamamakta idiler. Ama artık tarihi devlet arşivlerinin araştırmalara açık hale gelmesi ile bu materyaller tarih araştırmalarında birinci sırada kullanılır hale gelmişlerdir. Tarihi kaynak olarak güvenilirlikleri kesin olan materyallerdir. Ancak tarihçi bunları kullanırken, içeriklerinin nedenli uygulandıklarını, ne kadarının hayata geçtiğini ve ne kadarının niyet veya öneri düzeyinde kaldığını tetkik etmek zorundadır. Belgeler bazen olanı değil, olması gerekeni yazabilirler, bu yüzden belge de olsa mutlaka tarihçinin analizinden geçtikten sonra kaynak değeri taşıyacağı unutulmamalıdır.

b. Çizili ve Görsel Malzeme: Arşivlerde yazılı belgeler dışında, harita, plan, kroki, resim hatta 19. yüzyıl ve sonrasında fotoğraflar de bulunabilir. Bunlar da belgeleri destekleyici, hatta bazen tek başına kaynak olabilirler. Mesela, yapılan bir sarayın planı; savaş sonunda yapılan sınır anlaşmasının haritası vs. gibi çizimler dönemin sosyal ve siyasi olaylarını açıklamada önemi büyük, vazgeçilemeyecek kaynaklardandır. Özellikle haritalar tarihi yorumlamamızda çok önemlidirler. Genel haritaları pek çok yerde bulmak mümkündür, fakat özel amaçla hazırlanmış haritalar çoğunlukla arşivlerde bulunurlar. Mesela, bir anlaşmanın eki olan haritalar, yayımlanmamış ise o anlaşma ile birlikte ancak ilgili devletlerin arşivlerinde bulunur.

Minyatür, Gravür gibi malzemelerin tarih eserlerinde kullanılması eski bir gelenek olmakla birlikte yaygın değildir. Sadece minyatür veya gravürlerden oluşan eserler de vardır. Matrakçi Nasûh’un, Levnî’nin eserleri gibi. Ancak bu malzemenin kullanımı son yıllarda daha fazla öne çıkmıştır. Kitap okumayı kolaylaştıran görsel malzeme, sadece bir resim olarak alınmamalıdır. Resimler yazılı kaynakta bulunmayan pek çok detayı verebilirler. Melling’in[1] III. Selim devrinde İstanbul için yaptığı çizimler bu tür öreklerindendir. Aynı şekilde, fotoğraf kadar bir anı yakalayabilen başka kaynak yoktur. Gerçekçi bir görünüm sağlar. Bütün önemlerine rağmen, sadece bir yeri veya kişiyi, ya da olayı gösterdikleri için bunlardan hareketle genellemeler gidilemeyeceği gibi, kendi döneminin diğer kaynakları ile birlikte yorumlandığında anlam kazanırlar. Ayrıca fotoğraflara çeşitli yöntemlere müdahale edilebileceği de daima hatırda tutulmalıdır.

c. Görüntülü ve Sesli Malzeme: 19. yüzyılın ilk yarısında icat edilen fotoğraf makinesini ardından aynı yüzyılın son çeyreğinde de kinetoskop cihazının icadı ile fotoğrafların hareketli gösterimi toplum hayatında yer etmiştir. Bu tarihten sonra gelişen film teknolojisi ile pek çok şey canlı olarak kaydedilmiştir. Bunların en azından önemli bir bölümü arşivlerde yer almışlardır. Özellikle, II. Dünya Savaşı, ardından dünyada yaşanan pek çok savaş, iç isyan ve nihayet Amerika’nın 1990lardaki ilk Körfez Savaşı ve sonraki savaşları kayıtlara geçmiştir. Bunların incelenmesiyle hiç şüphesiz o olayların tarihi yeniden yazılacaktır. Televizyon habercilerinin haberlerini desteklemek için çektikleri görüntüler de bu sınıfa girerler. Aynı görüntüler gelecekteki tarihçiler için bu günün tarihini yazmakta kaynak olacaklardır. Ses kayıt teknolojisi ile birlikte, sesli arşiv malzemeleri de oluşmuştur. Bu malzemelerde kendi alanlarındaki olayları öğrenmede kaynak değeri taşırlar. Taş plaklar, çeşitli bantlar ve günümüzdeki CD, DVD’ler bu tür malzemelerdir. Ancak oldukça basit teknoloji ile yapıldıklarından, bozulması, ekleme ve çıkarma, seste değişikliğin yapılabilmesi gibi nedenlerden dolayı kontrollü ve dikkatli kullanılmaları gerekmektedir. Teknolojinin gelişmesine paralel olarak, son yüzyıl içinde arşivler çeşitlilik arz etmeye başladı. Artık resim, fotoğraf, gibi görsel malzemelerin bağımsız arşivleri olduğu gibi; ses kayıtları, belgesel, sinema filmi gibi materyallerin saklandığı arşivler de oluşturulmuştur.

2. Kütüphaneler: Kaynak niteliği taşıyan pek çok malzeme kütüphanelerde bulunmaktadır. Bu materyaller ya el ile yazılmış, yazmalardır. (manuscript) Veya yazmalarının yanında, matbaanın icadından sonra basılmış olan matbu eserlerdir.

a. Vekayinâmeler (Kronikler) : Batı literatüründe Yunanca “kronik” kelimesi ile anılırlar. Olayların yıllara göre yazımı anlamına gelmektedir. Bu tür eserlerin en eskisi Kayseri piskoposu Eusebios tarafından kaleme alınan ve 323 yılına kadar ki olayları anlatan eserin olduğu kabul edilir. Ondan sonra bu yöntem pek çok tarihçi tarafından takip edilmiştir. İslam tarihçileri ve Osmanlı tarihçilerinin de sıklıkla kullandıkları bir yöntemdir. Osmanlı Devletinde resmen görevlendirilmiş bu tür eser yazan tarihçilere Vak’anüvis, eserlerine de Vak’anüvis tarihleri adı verilir. İlgili bölümlerde örnekleri verilecek olan ve günümüze ulaşan bu eserler tarihçilerin araştırmalarındaki başvurdukları ana kaynaklarıdırlar. Osmanlı vak’anüvis tarihleri ile diğer Osmanlı kroniklerinin büyük bir bölümü Osmanlıca olarak basılmışlardır. Bir kısmı ise hâlâ yazma halindedir. Her halükarda okuyabilmek için Osmanlı Türkçesini bilmek gerekir. Bunların bazılarının Latin harfleri ile transkripti[2] yapılmıştır. Böylece okunmaları kolaylaşmış olmasına rağmen, yine anlayabilmek için Osmanlı Türkçesine ihtiyaç vardır.

b. Takvimler, Yıllıklar: Olayların günü gününe tutulduğu eserlerdir. Kilise ve manastırlarda olayların kaydedilmesi için bazı cetveller tutulmaktaydı. Aynı şekilde İslam tarihçileri de bu usulü uygulamışlardır. Bu gelenek Osmanlılarda da aynen devam etmiştir. Olayların tespiti açısından önemli kaynaklardır. Tamamı olmasa bile bir kısmı yazma veya matbu şekilde kütüphanelerde bulunurlar. Yıllıkların tutulması da oldukça eski bir gelenektir. Tarihi Asurlulara kadar ulaşan bu eserlerde olaylar yıl bazında kronolojik olarak tutulmuşlardır. Çin, Rus, Leh ve Macar yıllıkları bilinen yıllıklar arasındadır.

c. fiecereler (Geneoloji): Batılıların “Geneoloji”; Türklerin ve Arapların “fiecere” dedikleri kayıtlar, aslında aile tarihleridir. Arapçada “ağaç” anlamına gelen “fiecere”, terim olarak soy bilgisi demektir. fiecerelerde kişilerin soyu tıpkı bir ağacın dalları gibi detaylandırılarak yazılır. Bunlara “ensab cetvelleri” de denilir. Özellikle Araplarda çok gelişmiş bir tarih türüdür. Sözlü ve yazılı türleri vardır. Bu tür eserlere Kütübü’l-Ensab, soy tespiti yapana da Nessab adı verilir. Bu tür şecereler, hükümdarlar, tanınmış aileler, bilginler, peygamber soyundan gelen seyyid ve şerifler için tutulduğu gibi; sıradan aileler için de tutulur. Özellikle Araplarda kabile tarihi önem arz ettiğinden dolayı, hemen her kabilenin böyle bir şeceresi vardır. Tarih için önemli kaynak olmakla birlikte; çeşitli amaçlar ile sahteleri üretilmiştir. Bu yüzden kullanılırken dikkatli olunmalıdır. Batıda da Yunan ve Roma devirlerinden itibaren şecereler tutulmuştur. Bu tür eserler bazen bağımsız olduğu gibi bir kitabın içinde de bize ulaşabilmektedir.

d. Biyografiler: Tarihî şahsiyetlerin hayat hikâyelerini anlatan eserlerdir. Eski Yunan ve Roma’da ilk örnekleri görülür. Bunlara tercüme-i hal adı da verilir. İslam tarihinde olduğu gibi Osmanlı tarihinde de, sadrazam, şeyhülislam, kaptan-i derya ve diğer görevliler ile çeşitli meslek gurubundaki şahsiyetler hakkında biyografiler kaleme alınmıştır. Bu tür eserler müstakil olduğu gibi, diğer eserlerin içinde de yer alabilirler. Az da olsa müstakil veya diğer eserleri arasında kişilerin kendi hayatını anlattıkları otobiyografiler de bulunmaktadır. Bunlar kullanılarak yeni biyografiler yazılabilmektedir. Biyografiler ve otobiyografiler çoğu kere özel amaçla kaleme alınmışlardır. Yazılış amaçlarına göre de taraşı olabilirler. Bu yüzden dönemin diğer kaynakları ile birlikte mukayeseli bir yöntem ile kullanılmalıdır.

e. Hatıratlar: Kişiler tarafından kendi etrafındaki siyasi, sosyal olayları anlatmak için kaleme aldığı anı türünden eserlerdir. Erken dönemlerde, Julius Caesar’a Bizans İmparatoru Kantakuzenos, Timur ve Babür hatta Barbaros Hayreddin Paşa'ya atfedilen hatıratları vardır. Ancak bu yazım türü 19. Yüzyılda gelişmiştir. Pek çok devlet adamı hatırat yazmaya başlamıştır. Türklerde ise 19. yüzyılın son çeyreğinde ve 20. yüzyılın başında yaygınlaşmıştır. II. Abdülhamid’in sadrazamlarından Said Paşa ve Kamil Paşa’nın hatıratları dönemlerini anlamak bakımından oldukça önemli kaynaklardır. II. Meşrutiyet yıllarına ve Cumhuriyet dönemlerine ait de pek çok hatırat bulunmaktadır. İkinci elden kaynak niteliğinde olan bu tür kitaplar, mukayeseli ve tenkit süzgecinden geçirilerek kullanılmalıdır. Zira hatırat sahibi, olayları -eğer bir yanılgısı yoksa- doğru anlatır. Fakat genelde tarih önünde sorumluluktan kurtulmak için kendi rolünü abartarak veya olduğundan az gösterebilir. Bu da okuyucusunu veya araştırmacıyı yanlış taraflara yönlendirebilir.

f. Seyahatnameler: Bir gezginin kaleminden çıkan eserlerdir. Kendi ülkelerinden başka yerlere, resmi veya özel amaçlar ile yapılan seyahatlerde, gezginin resmi amaçlı olmadan kaleme aldığı yazılarıdır. 10. yüzyılda İdil Havzası’na seyahat eden İbn Fadlan; 14. yüzyılda Anadolu’yu gezen İbn Batuta bilinen en eski doğu seyyahlarındandır. 17. yüzyılın en büyük seyyahı ise, Evliya Çelebi’dir. On ciltlik Seyahatnamesi, Asya, Avrupa ve Afrika’da gittiği yerler hakkında o güne kadar verilmemiş önemli bilgiler içerir. Batıda Marco Polo’nun 14. Yüzyılda Asya’ya yaptığı seyahati bir çığır açmıştır. Ondan sonra pek çok batılı doğuya doğru seyahat ederek eserler kaleme almışlardır. Hatta oryantalizmin (batılıların doğu hakkındaki bilimi) gelişmesine yardımcı olmuşlardır. 19. yüzyılda batılıların seyahatleri bir kısım siyasi amaçlarla çoğalmaya başlamıştır. Bu vesileyle batı dillerinde yüzlerce seyahatname ortaya çıkmıştır. Bu eserlerdeki bilgiler gezginin gittiği yerlerdeki gözlem ve duyumlarına dayanır. Bazen de kendisinden önceki gezginlerin gözlemlerini kendi gözlemi imiş gibi verebilir. Gezgin çoğu kere, gittiği yerdekilerin bile fark edemeyeceği önemli olayları gözlemleyebildiği gibi; bazen de görmek istediği gibi veya eserini cazip kılmak maksadıyla abartılı yazabilir. Önemli kaynaklardır. Ancak tarih yazımında kullanılırken mutlaka verdiği bilgilerin başka kaynaklar ile sağlaması yapılmalıdır. Bü türün içinde sayılabilecek bir diğer kaynak çeşidi ise elçilerin başka ülkelere yaptıkları seyahatlerini anlattıkları Sefaretnâmelerdir. Bunun Osmanlıdaki en güzel örneği Yirmi sekiz Mehmed Çelebi’nin 1720 yılında Fransa’ya yaptığı elçilik görevini ve gördüklerini anlattığı Fransa Sefaretnâmesidir. Bunlar aynı zamanda diplomatik metin özelliklerini de taşıyabilirler.

g. Süreli Yayınlar: Günlük, haftalık, aylık, yıllık vb. belli dönemlerle yayımlanan gazete ve dergilerdir. İlk süreli yayınlar Roma’da halkı bilgilendirmek üzere taş veya metal üzerine yazılan ve Acta Diurna Acta Popidi veya Acta Publica diye bilinen duvar gazeteleri olduğu kabul edilmektedir. Matbaanın icadından sonra ilk gazete 1609 yılında Strasburg’da Almanca olarak yayımlandı, ardından Londra, Paris, Roma ve diğer ülkelerde de yayımlanmaya başlandı. Matbaanın geç geldiği Osmanlı devleti sınırları içinde ilk Türkçe-Arapça gazete 1828 yılında Mısır’da yayımlanan Vak’a-i Mısrıyye’dir. Ancak Osmanlı Devletinin ilk resmi gazetesi 1831’de yayımlanan Takvim-i Vekâyi’dir. İmparatorluğun sonuna kadar yayın hayatında kalmıştır. Yakınçağ tarihinin devlet işleyişini anlamak için en önemli kaynaklardan bir tanesidir. İçinde resmi tebliğler, atamalar, çıkarılan kanun ve tüzükler vs. hatta öğretici makaleler de yer alır. Osmanlı Devleti’nde 1840lardan sonra pek çok gazete yayın hayatına girecektir. Ayrıca 1864’ten sonra pek çok vilayette de resmi vilayet gazeteleri yayımlanmıştır. II. Meşrutiyet yıllarında ise bir basın patlaması olmuştur. Hem İstanbul’da ve hem de taşrada pek çok gazete ve dergi yayınlanmıştır. Gazetelerin artmasına paralel olarak, verilen bilgiler ve işlenen konularda çeşitlilik meydana gelmiştir. Bu yüzden birçok önemli bilginin yanı sıra pek çok eksik, taraşı ve yanlış bilgilere de yer verilmiştir. Araştırmacının basını, dönemin diğer belgeleri ile mukayese ederek kullanması gerekir. Kitap, gazete, dergi mahiyeti arz etmeyen, afiş, el ilanı, propaganda veya reklam broşürü gibi pek çok matbu malzeme de bu kategoride ele alınmalıdır. Örneğin sinema tarihi çalışanlar için sinema afişleri önemli kaynaktır. Bu tür malzemeler bir kitap içinde günümüze ulaşmışsa efemera olarak adlandırılırlar, içeriklerinin dışında koleksiyonculuk açısından değerleri vardır.

Burada Yıllık anlamına gelen Salnâmelerden de söz etmek gerekir. Osmanlı Devleti’nde 19. Yüzyılın ortalarından sonra yayımına başlanmıştır ve kendi dönemlerinin ikinci elden kaynağı niteliğindedirler. Her yıl devlet veya özel kurumlar tarafından yayımlanan Salnâmelerde, devlet kurumlarını ve o yılki devlet görevlilerini bulmak mümkündür. Osmanlı Devleti’nde bazı vilayetlerin de Salnâmeleri yayımlanmıştır. Onlar da ilgili oldukları vilayetler hakkında detaylı bilgileri içerirler. Buradaki bilgiler bazen birbirinin tekrarı olmakla birlikte, dikkatli bir kullanıcının elinde diğer kaynakların tamamlayıcısı olurlar. Batıda da Annals veya State Years Book olarak yayınlanmaktaydılar.

3. Arkeolojik Buluntular, Müzelik Nesneler: Bu sınıfa giren malzemeler çok çeşitlidir. Sosyal hayatın her veçhesini ilgilendiren gündelik hayatta kullanılan bütün eşyalar, giyecekler, takılar, kullanılan kap kaçak ve aletler olabileceği gibi hudut belirlemek veya yol güzergâhlarını göstermek için dikilmiş taşlar da bu tür malzemelerdendir. Ayrıca, yüzeye çıkmış veya arkeolojik kazılarda elde edilmiş olan insan vücudunun kalıntıları ırkların ve dönemlerinin tespitinde antropologlar tarafından kullanılan buluntulardır. Bu malzemelerin ortaya çıkmasında arkeolojik kazılar birinci derecede rol oynar.

a. Yerleşmeler ve mimari öğeler: Höyükler, düz yerleşmeler, antik şehirler, kaleler ve buralarda ortaya çıkan kitabeler, zafer tâkları ve heykeller en önemli arkeolojik buluntulardır. Tarih boyunca insanoğlunun ürettiği ve bu güne ulaşan her türlü kalıntılar tarihi kanıtlar olarak da kullanılır. Bunlar günümüzde ya kazı mekânlarında, ya da çeşitli müzelerde koruma altına alınmıştır. Bu malzemelerin başında, mimari eserlerin duvar ve kapılarına, çeşitli abidelerin üzerine yazılan kitabeler gelmektedir. Bu yazılar, bir olayın anısına yazılmış olabileceği gibi; Anadolu’daki örneklerinde görüldüğü üzere han, kervansaray, medrese, cami, çeşme ve sebil gibi binalarda, bânisi, yapılış veya onarım tarihlerini gösteren düzyazı ya da şiir şeklinde kazınmış olabilirler. Doğa ve insanların tahribatına rağmen hâlâ Türkiye’nin çeşitli yerlerinde kendi ortamlarında veya korunmak üzere müzelere kaldırılmış bolca bulunan materyallerdir. Bunlar önemli tarihi kaynaklar niteliğindedir.

Üzerindeki yazılardan hareketle kendi dönemlerine ışık tutmaktadırlar. Eski Anadolu tarihi için olduğu kadar, yazılı kaynakları az olan Selçuklu ve Anadolu Beylikleri dönemleri için de büyük önemleri vardır. Genelde bulundukları ortamlarında muhafaza edilen veya parçaları müzelere nakledilmiş olan zafer tâkları da önemli kalıntılardandır. Üzerlerinde yazı bulunması halinde, yazının içeriği, bulunmaması halinde üzerindeki resim, kabartma veya doğrudan mimari üslubu dönemleri açıklamak bakımından önem arz ederler. Aynı şekilde, geçmişten intikal eden heykeller, heykel başları ve parçaları da bu sınıf içinde değerlendirilebilirler. Bu anlamda, Anadolu’da pek çok müzede ve özellikle dünyanın en büyük arkeoloji müzelerinden birisi olan İstanbul arkeoloji müzesinde bolca malzemeler bulunmaktadır. Hatta Hititçe en büyük tablet arşivi de burada muhafaza edilmektedir. Tarih öğrencisi, bu müzeleri sadece bir gezgin gibi değil mesleki bir merakla defalarca ziyaret etmeli, notlar almalı ve gördükleri ile okudukları arasında ilişkiler kurmalıdır.

b. Nekropol kalıntıları: Antik şehirlerin mezarlıkları, içinde lahit türü mezar anıtları, tümülüs ve kurganların (mezarlar) bulunduğu mekanlardır. Anadolu’da yapılan kazılarda, mezar veya mezar taşı anlamına gelen pek çok lahitlere rastlanmıştır. Bunlar yapıldıkları dönemlerin sosyal hayatı, gömü geleneği, dinî algıları ve öbür hayata dair inançları hakkında izler taşımaktadır. Bazılarının üzerlerinde kabartma resimler bulunur ve mezar sahibinin yaşantısına dair ipuçları verir. Bu açıdan eskiçağ tarihi araştırmacılarının müstağni kalamayacakları kalıntılardır. Genellikle kral, yönetici ve soylu kişilerin mezarlarıdır. Onların biyografilerinin yazılmasında kaynak niteliği taşır. Müslüman mezarlarında bulunan ve şevahid (tanıklar) adı verilen taşlar özellikle Selçuklu ve Osmanlı dönemi araştırmaları için önemlidirler. Ya halen yerindedirler veya müzelere kaldırılmışlardır. Bu mezar taşlarının bazılarında mezar sahibinin ismi, mesleği, ölüm tarihi gibi bilgiler bulunur. Bazıları ise sanat değeri olan özenle yapılmış taşlardır. Kadın ve erkek mezar taşları, idareci, ulemadan vs. olan kimselerin farklı farklı mezar taşları da bulunmaktadır. Mezar taşları, yerleşim yerlerinin tarihlerini, sahiplerinin biyografisini, dönemin sosyal hayatını anlatan kalıntılardır. İstanbul’da II. Mahmud türbesindeki bazı mezarlar gibi, çok az da olsa sahibinin bütün biyografisinin yazıldığı mezarlar da bulunur.

c. Paralar: Para basımı veya kaynaklardaki deyimle “sikke darbı” bir hükümdarın hâkimiyet alametidir. Paralar basılırken genellikle, üzerlerine basım tarihi yazılır. İmparator, kral veya hükümdarın adı veya lakabı tam ya da kısaltma ile ayrıca o devletin sembolü olan resimler basılır. Bütün bunlar bir tarihçi için önemli ipuçları dır. Bu bilgiler paranın basıldığı dönem, hükümdarı ve devlet hakkında diğer kaynaklar ile birlikte başka bilgilere ulaşmaya vesile olur. Pek çok müzede veya özel koleksiyoncularda bulunan değişik devletlere ait paraların ayrıca katalogları da bulunmaktadır. Bu yüzden tarihçiler koleksiyoncuları ve onların yayınlarını da takip etmek zorundadırlar. Paraların aslını göremeyen tarihçiler, iyi hazırlanmış kataloglardan da yararlanabilirler. Bazen bulunan bir para tarihi bilgilerimizi değiştirecek değerde olabilir. Örneğin, eskiden ilk Osmanlı sikkesinin Orhan Bey zamanında basıldığı bilinirken, Osman Bey dönemine ait sikkenin bulunmasıyla, Osmanlı Tarihi ile ilgili bilgiler yeniden gözden geçirilmeye başlanmıştır. Tedavülde kullanılan paraların dışında özel günlerin veya olayların anısına çıkarılmış hatıra paralara da bulunmaktadır. Bu gelenek daha geç dönemlere ait olmakla birlikte yine tarihe kaynaklık ederler. Genellikle paralar, altın, gümüş ve onlara yapılan karışımlar ile çeşitli madenlerden basılırdı. Fakat devletlerin ekonomilerinin zayıflamasına paralel olarak bazı dönemlerde, maden yerine kâğıt para da basılmaya başlandı.

Kâğıt paralara, Osmanlıda “kaime”, halk arasında ise “kayme” denilirdi. Bu tür paralar ve posta işlemlerinin yaygınlaşması akabinde para yerine kullanılan pullar da tarihin kaynakları olarak kullanılırlar.

d. Arma, Mühür ve Madalyalar: Bir devletin, bir hanedanın veya bir şehrin sembolü olarak kabul edilen resim, harf veya şekle arma denilir. Eski Türklerde karşılığı “ongun”dur. Eski çağlardan beri yaygın olmakla birlikte Ortaçağ derebeyliklerinde armalar doğrudan hâkimiyet alameti olarak kullanılmaktaydılar. Bir devlet armasını hâkim olduğu bölgelerdeki binalara, özel mekânlara ve bayraklarına işlerdi. Hatta denizlerdeki gemiler de bu armalar ile tanınırlardı. Aslında bu anlayış, devlet geleneğinin zayıf olduğu kabile tipi toplumlardan doğmuştur. Zira kabilelerin her biri arma basan bir dam***a sahiptir ve o dam***ı hayvanlarına basarak, kendi hayvanlarını diğerlerinden ayırt eder. İlkel toplum ve kabile araştırmaları yapanlar için damga bilgisi önemlidir.

Bir kimsenin veya kuruluşun adının, unvanının, mahlasının, metal veya başka sert cisimlere ters olarak kazınarak elde edilen nesnelere mühür denilir. Mühürler, ilk çağlardan itibaren gelişerek ve çeşitli şekillere girerek günümüzdeki şeklini almışlardır. Osmanlı döneminde mühür kazıma işi adeta bir sanata dönüştürüldü. Bu işi yapana “hakkâk” adı verilmekteydi. Cepte, kese içinde taşınan mühürler olduğu gibi, yüzük şeklinde parmakta taşınan mühürler de vardı. Mühürlerin bir yere basılması, ait olduğu kişi ve kuruluş tarafından o yazılı evraktaki içeriği resmen onaylaması anlamına gelir. Mühürlerin basıldığı yerler, kullanım şekilleri ve üzerideki yazılar diplomatik biliminin sahasına girmektedir. Tarihçinin araştırma yaptığı dönemlere ait mühürleri tanıması, onlar hakkında detaylı bilgiye sahip olması, yanlış yapmasına, tarihsiz bir belgeyi tanımlamasına, hatta sahte belgeleri ayırt etmesine imkân tanır.

Bir olayın anısı, bir zaferin yıldönümü münasebeti ile veya yararlılıklar gösterenleri onurlandırmak amacı ile paradan biraz daha büyük boyutlarda altın, gümüş ve bronz gibi madenlerden basılan nesneye madalya denir. Devletlerde oldukça eski bir gelenektir. Tarih içinde çeşitli şekillerde basılmışlardır. Madalyalar ait oldukları devletlere ve dönemlere ait bilgiler içerirler. Madalyaların üzerlerindeki yazıların dışında, verilmesi ve takılmasına ait kuralları belirleyen madalya nizamnameleri vardır. Yani bir madalya bulunduğunda onun ile ilgili diğer detaylar da araştırılmalıdır. Batıda madalya geleneği oldukça eskidir. Fransızların 1798’de Mısır’ı işgal etmeleri akabinde, onları Mısır’dan çıkarmak için işbirliği yapılan İngiliz askerlerine verilmek için Osmanlılar da madalya şeklinde Hilal Nişanı basarlar. Bu nişan 1808’de madalya olarak basılması ile ilk Osmanlı madalyası ortaya çıkmış olur. II. Mahmud döneminde yaygınlaşmaya başlayan madalya, II. Abdülhamid döneminde değişik isimler altında çeşitlenerek zirveye ulaşır. Ancak bu tarihlerden önce de Osmanlıda kullanılan, çelenk, ferahî gibi başka ödüllendirme araçları da vardı. Çelenk hariç diğer objeleri bu gün müzelerde görmek mümkündür ve tarih araştırmalarında ikinci elden önemli kaynaklardır. Her ikisi de göğse takılan madalya ile nişanın birbirine karıştırılmaması gerekir. Madalyalar para şeklinde iken, nişanlar genelde ait olduklar ülkelerin de sembollerini gösteren daha gösterişli ve şekilli olurlar.

-Dipnotlar:
[1] Antoine Ignace Melling: (1763-1831) Fransız mimar ve gezginidir.
İstanbul’da Osmanlı Devletinin hizmetinde bulunmuştur.
İstanbul’un çeşitli semtlerinden manzaralar içeren gravürler çizmiştir.
Bunları da 1803-1819 yılları arasında Pittoresque de Constantinople et des rives du Bosphore adı altında yayınlamıştır.

[2] Transkript: Bir metni değiştirmeden kendi yazıldığı alfabeden başka alfabeye çevirmeye denilir.
Bu çevirme yapılırken, çevrilen alfabedeki harflerin eksik olması halinde bazı özel işaretler kullanılır.
Transliterasyon adı da verilen bu iş bir tercüme değildir.


Prof.Dr. Zekeriya KURŞUN