Askerin üniforması değil, cemaatin cübbesi
“Her durumda ordu, düşmanlarımızın birinci saldırı hedefi oldu. Orduyu yok etmek için
mutlaka subayları mahvetmek, aşağılamak lazımdır. Buna da teşebbüs ettiler. Bundan sonra milleti koyun sürüsü gibi boğazlamakta engeller ve zorluk kalmaz. (…) Düşmanlarımız
herkesten önce subayları öldürür, onları aşağılar ve hor görürler…” (Atatürk, 31 Temmuz 1920)
Geçtiğimiz hafta 15 Temmuz'un birinci yıldönümü için hazırlanan afişlerde, Türk Bayrağı taşıyan coşkun halkın karşısında başı elleri arasında, gözyaşları içinde bir “Türk askeri” resmedilmişti. Çok geçmeden, afişlerde “Türk askeri” diye gösterilen askerin aslında bir “Amerikan askeri” olduğu ortaya çıktı. Fotoğraf, 1991'de Körfez Savaşı sırasında David C. Turnley tarafından çekilmiş ve Detroit Free Press'te yayımlanmış ödüllü bir fotoğraftı. Oradaki Amerikan askeri, fotomontajla “Türk askeri” yapılıp 15 Temmuz afişlerine konulmuştu. Afişlerde, bilinçli veya bir bilinçaltının yansıması olarak Türk Milleti ile Türk Ordusu karşı karşıya getirilip Türk askeri aciz gösterilmiş, bunun adına da “15 Temmuz Destanı” denilmişti.
15 TEMMUZ ÜZERİNDEN ORDU DÜŞMANLIĞI
15 Temmuz ihanetinin üstünden bir yıl geçti. Türk Milleti'ne, Türk Ordusu'na ve nihayetinde Atatürk'ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti'ne yönelik bu “hain kalkışma” yine Türk Milleti ve Türk Ordusu tarafından bastırıldı. Ancak gelin görün ki, 16 Temmuz'dan itibaren Türkiye'de müthiş bir “ordu düşmanlığı” başlatıldı. 15 Temmuz, emir-komuta zincirinde, klasik bir darbe olmamasına karşın, belli odaklar, 15 Temmuz'u adeta Türk Ordusu'nun Türk Milleti'ne yaptığı bir darbe olarak göstermeye çalıştı. Oysaki 15 Temmuz her şeyden önce Türk Ordusu'na yapılmıştı. Ordu içine sızan (yerleştirilen) hainler, Genelkurmay Başkanı'nı ve ordu komutanlarını etkisiz hale getirerek darbeyi gerçekleştirmişti. 15 Temmuz'u önleyen de Ömer Halisdemir gibi kahraman Türk askerleriydi.
Ancak görülen o ki, Türk Ordusu'na yönelik “çirkin operasyon” hâlâ devam ediyor: Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk gibi kumpaslarla “Kozmik Oda”larına girilen, kolu kanadı kırılan Türk Ordusu, 15 Temmuz Darbesi sonrasında (üstelik bu darbe girişimini bastırmış olmasına karşın) itibarsızlaştırılmak isteniyor.
DÜŞMANLARIN İLK HEDEFİ: ORDU
Hayatının önemli bir bölümü savaş meydanlarında geçen Atatürk, Türkiye'yi bağımsızlıktan mahrum etmek isteyen düşmanların önce orduya saldırdıklarını görmüştü. 31 Temmuz 1920'de Afyonkarahisar'da subaylara yaptığı konuşmada şöyle demişti: “Dünyada hayat için, insanca yaşamak için BAĞIMSIZLIK lazımdır. Bağımsızlık sahibi olmak için KUVVET SAHİBİ OLMAK ve bunun için varlığını kanıtlamak lazımdır. KUVVET ORDUDUR… İngilizler milletimizi bağımsızlıktan mahrum etmek için doğal olarak önce ordudan mahrum etmek çarelerine giriştiler. Mütareke'nin uygulanması ile silahlarımızı, cephanelerimizi, bütün savunma araçlarımızı elimizden almaya çalıştılar. Sonra kumandanlarımıza ve subaylarımıza tecavüz ve saldırıya başladılar. Askerlik onurunu yok etmeye çalıştılar. Ordumuzu tamamen kaldırarak, milleti, bağımsızlığı korumak için muhtaç olduğu dayanaktan mahrum etmeye çalıştılar. Bir taraftan da savunmasız, ordusuz bıraktıklarını düşündükleri milletin de onuruna, her türlü haklarına ve kutsallarına saldırıp, milleti alçaklığa, boyun eğmeye alıştırmak planını takip ettiler ve ediyorlar. Her durumda ordu, düşmanlarımızın birinci saldırı hedefi oldu. Orduyu yok etmek için mutlaka subayları mahvetmek, aşağılamak lazımdır. Buna da teşebbüs ettiler. Bundan sonra milleti koyun sürüsü gibi boğazlamakta engeller ve zorluk kalmaz. (…) DÜŞMANLARIMIZ, HERKESTEN ÖNCE SUBAYLARI ÖLDÜRÜR, ONLARI AŞAĞILAR VE HOR GÖRÜRLER…” (Atatürk'ün Bütün Eserleri, C.9, s. 112, 113).
Atatürk haklıydı: Mondros Ateşkes Antlaşması'yla ordularımız dağıtıldı, silahları elinden alındı. Subaylarımız tutuklandı, aşağılandı, Malta'ya sürgün edildi. Sevr Antlaşması'na göre ordumuzun sınırlandırılmasına, ağır silahlarının elinden alınmasına, zorunlu askerliğin kaldırılmasına ve askeri okulların kapatılmasına karar verildi.
Düşman dün olduğu gibi bugün de önce ordumuzu aşağılıyor, önce ordumuza saldırıyor: 2003'te Süleymaniye'de Türk askerinin başına çuval geçirilmesi, 2007'den itibaren Ergenekon, Balyoz ve Askeri Casusluk davaları kapsamında çok sayıda subayımızın tutuklanması, bu süreçte TSK'nın sanık, PKK'nın tanık yapılması, ordu düşmanlığının yakın zamanlardaki bilinen örnekleridir.
15 Temmuz Darbesi'nden sonra da ordu hedef alındı: Askeri okullar, askeri hastaneler kapatıldı. 15 Temmuz bahanesiyle her fırsatta orduya saldırıldı. Son olarak malum afişlerle Türk askeri, aşağılandı.
Ancak Türk Milleti, kahraman ordusuna sahip çıkacaktır. Atatürk'ün 1921'de orduya seslenirken dediği
gibi, “Dünyanın hiçbir ordusunda yüreği seninkinden daha temiz,
daha sağlam bir askere rast gelinmemiştir… Sizin gibi komutanları, subayları, er ve erbaşları olan bir milletin, yabancı eller altında köle olması mümkün değildir.” (Atatürk'ün Tamim Telgraf ve Beyannameleri,
C.IV, Ankara, 1991, s.436)
DİNİ VE ORDUYU SİYASETTEN AYIRMAK
Atatürk iki şeyi siyaset dışında tutmak istedi; din ve ordu... Çünkü din ve ordunun siyasetle iç içe olmasının yol açtığı felaketlere bizzat tanık olmuştu.
Şöyle diyordu: “Ülkelerin genel yaşamında ordunun siyasetten soyutlanması Cumhuriyet'in her zaman göz önünde tuttuğu bir temel ilkedir… Bunun gibi, inançlısı olmakla mutluluk duyduğumuz İslam dinini de yüzyıllardan beridir alışılageldiği yönde bir siyasi araç olmaktan kurtarmak ve yüceltmek gerektiği gerçeğini gözlemliyoruz…”
3 Mart 1924'te Şeriye ve Evkaf Vekâleti'ni kaldırarak din ile siyaseti; aynı gün Erkânı Harbiye Umumiye Vekâleti'ni kaldırarak ve 1924'te komutanların, milletvekilliğini veya askerliği tercih etmelerini isteyerek da ordu ile siyaseti birbirinden ayırdı. Ancak Atatürk'ün bütün çabalarına ve uyarılarına rağmen, maalesef ordu ile dini siyasetten ayırmak mümkün olmadı.
DİN VE ŞERİAT SÖZLERİYLE ALDATMAK
15 Temmuz'un darbeci askerleri; II. Meşrutiyet'te 31 Mart İsyanı'nın Avcı Taburları ve Milli Mücadele'de Padişah Vahdettin'in Kuvayı Milliyecilere saldırttığı Halifelik Ordusu'nun maaşlı askerleri gibi isyana, ihanete araç olmuştu. Ancak 31 Mart'ı bastıran, Halifelik Ordusu'nu durduran ve 15 Temmuz'u önleyen hep Türk Ordusu'ydu.
31 Mart'a, Halifelik Ordusu'na ve 15 Temmuz'a destek olan askerler, siviller hep “din ve şeriat” sözleriyle aldatılmıştı.
Atatürk bu gerçeği çok iyi görmüştü. O, bu topraklarda “kötülüklerin çoğu kez din perdesine büründüğünü” söylüyordu: “Bizi yanlış yola sevk eden kötülükler, bilesiniz ki, çoğu kere din perdesine bürünmüştür. Saf ve temiz halkımızı şeriat sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz… Görürsünüz ki, milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar hep din kisvesi altında küfür ve kötülükten gelmiştir. Onlar her türlü hareketi dinle karıştırırlar. Hâlbuki elhamdülillah hepimiz Müslümanız, hepimiz dindarız; artık bizim dinin gereklerini öğrenmek için şundan bundan derse ve akıl hocalığına ihtiyacımız yoktur…”
Atatürk bu sözleri 1923'te söylemişti. Aradan 94 yıl geçti.
“Bizi yanlış yola sevk eden kötülükler” bugün yine çoğunlukla “din perdesine bürünmüş” değil mi?
Bugün de “saf ve temiz halkımızı şeriat sözleriyle aldatanlar” yok mu?
Bugün de “milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar hep din kisvesi altında küfür ve kötülükten” gelmiyor mu?
Bugün de birileri, “her türlü hareketi” dinle karıştırmıyor mu?
Bugün de birileri, sabah akşam Müslüman bir topluma sözüm ona dinin gereklerini öğretmek için ders verip “akıl hocalığı” yapmıyor mu?
Anlayacağınız, tarih tekerrür etmeye devam ediyor.
Atatürk, “Biz medeniyetten, ilim ve fenden kuvvet alıyoruz” diyerek tekkeleri, zaviyeleri, tarikatları kapatmıştı. Atatürk'ten sonra gelenler ise ilimden, fenden değil, tarikat, cemaat şeyhlerinden kuvvet aldılar. Halkevlerini, Köy Enstitülerini kapatıp asıl amaçları dışında çok sayıda imam-hatip açtılar. Sonuçta bu ortamda gittikçe büyüyen bir cemaat (Fetö), 40- 50 yıl içinde, ordudan yargıya devletin tüm kurumlarına sızmayı başardı. (Daha doğrusu özenle yerleştirildi). 15 Temmuz Darbesi, Atatürk sonrasındaki Amerikancı, laiklik karşıtı, tarikatçı/cemaatçi siyasetin doğal bir sonucudur.
DİN OYUNU AKTÖRLERİ
Atatürk, dini kullanıp halkı kandıranlara “din oyunu aktörleri” diyordu. “Artık Türkiye, din ve şeriat oyunlarına sahne olmaktan çok yüksektir. Bu gibi oyuncular varsa, kendilerine başka taraflarda sahne arasınlar. Geçmişin dalgınlıklarının, paslı durgunluklarının, Türkiye halkının aklından silinmiş olduğuna şüphe ve tereddüde yer yoktur…” diyordu. Ancak maalesef 1950'lerden bugüne Türkiye “din ve şeriat oyunlarına sahne olmaya” devam etti. Din oyunu aktörlerinin Türkiye sahnesinde oynadıkları, Çorum, Maraş, Sivas ve son olarak 15 Temmuz “şeriat oyunları”, Atatürk'ün ifadesiyle, “geçmişin dalgınlıklarının ve paslı durgunluklarının“ henüz “silinmediğini” kanıtlayan acı örneklerdir.
Kılıç Ali'nin aktardığına göre Atatürk, 1930'de şöyle demişti: “Dinden maddi çıkar elde edenler iğrenç kimselerdir. İşte biz bu duruma karşıyız ve buna izin vermiyoruz. Bu gibi din ticareti yapan insanlar, saf ve masum halkımızı aldatmışlardır. Bizim ve sizin asıl mücadele edeceğimiz ve ettiğimiz bu kimselerdir.”
Maalesef, Atatürk'ün ölümünden sonra “din tüccarlarıyla” gerektiği gibi mücadele edilmedi. Hatta oy uğruna “din tüccarları” korunup kollandı. Atatürk'ün ifadesiyle, “din ticareti yapan insanlar saf ve masum halkımızı aldatmaya” devam ettiler. İşte 15 Temmuz, böyle bir aldatmanın doğal sonucudur.
Medeniyet tarikatı

Atatürk, 15 Temmuz Darbesi'nden tam 91 yıl önce, 30 Ağustos 1925'te Kastamonu'da, tarikatlar ve cemaatler konusunda bizleri şöyle uyarmıştı:
“Bugün ilmin, fennin bütün genişliğiyle medeniyetin alevi karşısında FİLAN VE FALAN ŞEYHİN YOL GÖSTERMESİYLE maddi ve manevi mutluluk arayacak kadar ilkel insanların Türkiye topluluğunda varlığını asla kabul etmiyorum. Efendiler, ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar (doğrusu meczuplar değil, mensuplar) memleketi olamaz. En doğru ve en gerçek tarikat MEDENİYET TARİKATIDIR. Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak, insan olmak için yeterlidir.” (Atatürk'ün Bütün Eserleri, C. 17, s. 294)
15 Temmuz Darbesi'nin temel nedeni, Atatürk'ün 91 yıl önceki bu tarikat-cemaat uyarısına sonraki siyasilerin kulak tıkanmış olmasıdır.
15 Temmuz Darbesi'nin ardında, “ilmin ve fennin, bütün genişliğiyle medeniyetin alevi karşısında, filan ve falan şeyin (Fetullah'ın) yol göstermesiyle maddi ve manevi mutluluk arayacak kadar ilkel insanların varlığı” yatmaktadır.
Ne acıdır ki, 15 Temmuz'dan sonra şeyhlerle, müritlerle mücadele etmek yerine Fetö'cü müritlerin, yerine devlet kurumlarına başka bir tarikatın-cemaatin müritlerinin yerleştirildiği haberlerini duymaktayız.
Görülen o ki, 15 Temmuz Darbesi'ne rağmen iktidar, “Türkiye Cumhuriyeti'nin şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar ülkesi” olmasından hiç rahatsız değil… Anayasa Mahkemesi'nce “laiklik karşıtı eylemlerin odağı” ilan edilen iktidarın, bir zamanlar Fetö ile kurduğu yakın ilişkinin temel nedeni laik Cumhuriyeti tasfiye etmekti. Bu amacından vazgeçmediğine göre, bugün de kendine yeni ortaklar; yeni şeyhler, müritler bulması muhtemeldir.
15 Temmuz ihanetinin sorumlusu

“En hakiki mürşit ilimdir, fendir” diyen Atatürk'ün aksine, kerameti kendinden menkul şeyhleri “mürşit” ilan edenler,
Halkevlerini, Köy Enstitülerini kapatanlar,
İmam hatipleri arka bahçeleri olarak görenler,
Saidi Nursi'nin risaleleriyle genç beyinleri zehirleyenler,
Laik Cumhuriyeti tasfiye etmek için tarikatlara, cemaatlere kol kanat gerenlerdir 15 Temmuz'un gerçek sorumluları…
55-60 yıllık Amerikancı, din istismarcısı siyaset-cemaat ortaklığının yarattığı 15 Temmuz ihanetini, ordu-millet el ele durdurmuştur.
Demem o ki, 15 Temmuz afişlerinde “darbeci hainleri”, askerin üniformasıyla değil, cemaatin cübbesiyle simgeleştirmek gerekir. İhanetin simgesi, Mehmetçiğin üniforması değil, Fetö'nün cübbesidir.