“Benim manevi mirasım ilim ve akıldır… Benden sonra beni benimsemek isteyenler aklın ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse manevi mirasçılarım olurlar.” (Mustafa Kemal Atatürk)
Önce 15 Temmuz 2016 darbesinden hemen sonra AKP Genel Merkezi'ne kocaman bir Atatürk posteri astılar. Sonra kısık sesle de olsa “Atatürk” demeye başladılar. Şimdi de 10 Kasım 2017'de Atatürk'ü rahmetle, minnetle andılar; hatta hızlarını alamayıp “Gerçek Atatürkçü biziz!” demeye bile başladılar. Şimdiye kadar 10 Kasımları görmezden gelen yandaş basın, birinci sayfadan büyük puntolarla Atatürk'ün yasını tuttu. Peki ama nasıl oldu da yıllardır “Atatürk karşıtlığını” adeta resmi ideoloji haline getiren AKP yönetimi, birden bire Atatürk'e döndü? Görünen köy kılavuz istemez! AKP, yıllardır sürdürdüğü “Atatürk karşıtlığının” toplumda bir karşılığının olmadığını, Türk Milleti'nin Atatürk'ten vazgeçmediğini, tam tersine saldırılar sürecinde Atatürk'e daha fazla sarıldığını gördü. Kritik seçimlerden önce “mecburen” Atatürk'e dönmek zorunda kaldı.
Peki ama ölümünün üstünden 79 yıl geçtiği halde hâlâ etkisini ve gücünü koruyan Atatürk kimdir?
YABANCILAŞAN OSMANLI
Atatürk, Batı karşısında her bakımdan geri kalmış, yarı sömürge durumunda, “hasta adam” olarak adlandırılan bir ümmet imparatorluğunda dünyaya gelmişti.
Atatürk, adeta yabancılaşmış bir ülkede doğmuştu. Atatürk'ün doğup büyüdü II. Abdülhamit döneminde Osmanlı'da “yerli-milli” neredeyse hiçbir şey yoktu. Her şey yabancıların kontrolündeydi: Yabancılara ayrıcalıklar veren kapitülasyonlar bütün şiddetiyle devam ediyordu. Osmanlı yabancılardan aldığı borçları ödeyemeyince 1881'de kurulan Duyun-u Umumiye ile yabancılar Osmanlı'nın tüm gelir kaynaklarına el koymuştu. Madenleri yabancılar çıkarıyor, demiryollarını, limanları, sanayi kuruluşlarını yabancılar yapıp yabancılar işletiyordu. Bankaların çoğu yabancılarındı. Yabancı şirketler ayrıcalıklıydı. Tütün yabancılarındı. Siyaseti yabancı elçiler ve konsoloslar yönlendiriyordu, ordu yabancılara teslim edilmişti. Osmanlı topraklarında yabancıların çok sayıda okulu vardı. Anadolu'daki misyoner okulları denetlenemiyordu. Yabancılar, Osmanlı mahkemelerinde yargılanamıyordu. Yabancılar bir taraftan satın alarak, diğer taraftan savaşlarla Osmanlı topraklarını ele geçiriyordu. II. Abdülhamit döneminde bugünkü Türkiye'nin iki katından fazla toprak kaybedilmişti.
Kısacası Atatürk'ün doğup büyüdüğü dönemde Osmanlı, yabancılar için cennet, Türkler için cehennem gibiydi. Atatürk işte bu yabancılaşmaya derinden derine isyan ederek büyüdü.
VATAN VE ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİ
Atatürk, II. Abdülhamit istibdadının bütün özgürlükleri yok ettiği bir baskı döneminde doğup büyümüştü. Kitaplar, gazeteler yasaklanıyor, aydınlar hapsediliyor, sürgün ediliyor veya ülkeyi terk etmek zorunda bırakılıyordu.
İşte Atatürk, bir taraftan emperyalist baskı, diğer taraftan saltanat baskısı altında “özgürlük” ve “bağımsızlık” özlemiyle doldu. Ondaki vatan ve özgürlük tutkusunun kökleri buraya dayanır.
Atatürk'ün doğup büyüdüğü topraklar; Balkanlar, Osmanlı'nın Batı'ya en yakın, Batı düşüncesine en açık bölgesiydi. Okuduğu askeri okullar da dönemin en iyi okullarıydı. Bu nedenle Atatürk, çok erken yaşlarda, Batı'nın pozitivizm, Darwinizm, mataryalizm, sosyalizm vb. yeni düşüncelerinden etkilendi.
Atatürk, hanedana, saraya bağlı değildi. Gerçek bir halk çocuğuydu. Hep halkın içindeydi. Doğal olarak halkın gerçek dertlerini, sorunlarını, ihtiyaçlarını, özlemlerini çok iyi biliyordu.
Bu arada sürekli okuyordu. Çok erken yaşlarda Fransızca öğrenmişti. Dünyayı değiştiren kitapları ve aydınları tanımaya başlamıştı.
Daha Harp Akademsi'nde öğrenciyken arkadaşlarına saraya, sultana karşı özgürlük mücadelesinden söz etmiş; okulda bu düşünceleri yaymak için bir gazete çıkarmış, bu nedenle tutuklanıp Bekirağa Zindanı'na atılmıştı.
İlk görev yeri Şam'a gider gitmez orada özgürlükçü arkadaşlarıyla birlikte “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti”ni kurmuştu.
Sonra İttihat Terakki'ye katılmıştı. Ancak ordu ile siyasetin birbirinden ayrılmasını savunduğu için cemiyetten ayrılmak zorunda kalacaktı.
Meşrutiyeti yeterli görmüyordu. Çok daha büyük bir toplumsal değişime, dönüşüme ihtiyaç olduğunu düşünüyordu.
Türk halkının Atatürk'e saygısı ve sevgisi artarak devam ediyor.
GERÇEKÇİ SAVAŞÇI
Osmanlı'ya yönelik emperyalist saldırılara karşı cepheden cepheye koştu. Sırasıyla Trablusgarp'ta, Çanakkale'de, Muş ve Bitlis'te, Suriye'de, Filistin'de, Sakarya'da, Dumlupınar'da savaştı. Savaş meydanlarındaki büyük zaferleriyle kurmay yüzbaşılıktan gazi-mareşal-başkomutanlığa kadar yükseldi. “Haksız” savaşı yoktu; tüm savaşları haklıydı, nefsi müdafaa savaşıydı. İşgalci düşmana karşı halkının namusunu, toprağını, vatanını korumuştu. Milli Mücadele'nin Müdafaai Hukuk olarak adlandırılması boşuna değildi.
Asla boş hayallere kapılıp milletini sonu belirsiz maceralara atmadı. 1917'de Enver Paşa'nın Hicaz'a sefer düzenleme isteğine “hem Hicazı hem Filistin'i savunmak mümkün değildir” diyerek karşı çıktı. Enver Paşa, Atatürk'ü dinlemedi, sonuçta hem Hicaz, hem Filistin gitti. 1917'de Halep'ten yazdığı raporlarda Anadolu ve civarının savunulmasını istedi. Ancak Atatürk'ün Anadolu ve civarını savunmaktan söz ettiği o günlerde Enver Paşa, Kafkasya'da zafer kovalıyor, Hindistan'a sefer yapmayı planlıyordu.
DİRENİŞ HAZIRLIKLARI
Atatürk, I. Dünya Savaşı'nın sonunda İngilizleri, Halep'in kuzeyinde, Anadolu kapılarında durdurdu. 1918'in sonlarında Halep'te, Kilis'te ve Adana'da direniş hazırlıkları yaptı. Emperyalist işgalin Anadolu kapılarında son bulmayacağını Anadolu içlerine kadar yayılacağını görebiliyordu. Bu öngörüsü doğrultusunda gerekli hazırlıkları yapıyor, Ali Fuat Cebesoy'un ifadesiyle “direniş yuvaları” oluşturuyordu. 13 Kasım 1918- 16 Mayıs 1919 arasında 6 ay kaldığı İstanbul'da Anadolu'daki direnişin alt yapısını hazırladı. Asker, sivil herkesle görüştü. Padişahla konuştu. Devlet adamlarıyla görüş alışverişinde bulundu. İttihat ve Terakki'den arda kalan yer altı örgütleriyle temas kurdu. Şişli'deki evde direniş planları hazırladı. İstanbul'daki temasları sonunda İstanbul kaynaklı bir kurtuluşun mümkün olmadığını gördü. İstanbul kaderine razı olmuş gibiydi. Padişahın, sadrazamın, mevcut partilerin halkı harekete geçirmesi imkansızdı. Kendi ifadesiyle, İstanbul surlarının dışına çıkmak gerekiyordu. Sadece İstanbul surlarının dışına çıkmak da yetmezdi. Mevcut teslimiyetçi siyaset teorisinin de dışına çıkmak lazımdı. Padişahın ve İngilizler'in ağzına bakarak kurtuluşun mümkün olmadığını görüyordu. Düşündü, taşındı ve Anadolu'ya gidip partiler üstü bir “milli direniş” örgütlemeye karar verdi. Bu kararında, Mondros Ateşkes Antlaşması'ndan hemen sonraki işgallere karşı başlayan yerel direnişler etkili olmuştu. Bu direnişleri derleyip toparlayabilirse kurtuluşun mümkün olacağını anlamıştı.
Atatürk'ü Atatürk yapan temel özelliklerden biri çok okumasıydı.
Atatürk'ün başarı sırları
Savaş yorgunu, yoksul, yılgın bir halkla, ordusuz, cephanesiz, parasız, moralsiz Milli Mücadele'yi kazanmak çok zordu. Üstelik karşıda birden fazla düşman vardı. Savaş çok cepheliydi. Öncelikle Atatürk'ün ifadesiyle “iç cepheyi güçlendirmek” gerekiyordu. İsyanları sonlandırmak, asker kaçaklarına engellemek, ihanet şebekelerini etkisizleştirmek lazımdı. Sonra dış düşmanı yenmeye sıra gelecekti.
Atatürk, Milli Mücadele'yi şöyle kazandı:
– Milleti hazırladı. Bunun için kendi ifadesiyle önce “işgal edilmiş zihinleri yeni bir imanla istila etti.” Böylece mümkün olduğunca mandacıları, teslimiyetçileri etkisizleştirdi. Halkı, tüm farklılıklarına rağmen birleştirdi, bütünleştirdi.
– Meclis'i açtı. Milli iradeyi egemen kıldı. Milli Mücadele'yi Meclis kararlarıyla yürüttü. Asla Meclis'i kapatmayı düşünmedi. Başkomutanlığı bile üç ay süreyle Meclis'ten aldı.
– Orduyu hazırladı.
– Dış cepheden önce iç cepheyi sağlamlaştırdı. İsyanları bastırdı.
– Uzaktan talimatlarla değil, yakından, insanların omzuna, aklına ve kalbine dokunarak Milli Mücadele'yi yönetti. Milli Mücadele'den sonra devrimleri yaparken de halkın ayağına gitti, devrimleri bizzat halkın ayağına götürdü. Örneğin Harf Devrimi sonrası yeni harfleri kara tahta başında bizzat halka anlattı. Şapka Devrimi'ni halka tanıtmak için bizzat Kastamonu'ya gitti. Bizzat tarih ve dil tezleri ortaya attı. Tarih ve Dil kurultaylarına katıldı.
– Düşman cephesini daraltmaya çalıştı. Fransa ve İtalya'yı diplomatik yollarla etkisizleştirdi, böylece Yunan ordusunu destekleyen İngiltere'yi yalnızlaştırdı.
– Düşmana karşı “mazlum milletler cephesi” kurdu. Sovyet Rusya, Afganistan, Hindistan, Mısır vb. ülkelerle gizli açık antlaşmalar yaptı, işbirliğine girdi, böylece İngilizleri kuşattı.
– Milli Mücadele'de de dış borçlanmaya gitmedi, sonradan geri verilmek üzere halktan yardım istedi. (Tekalifi Milliye Emirleri). Sovyet Rusya'dan ve Hindistan'dan maddi yardımlar aldı.
– Sovyet Rusya'dan maddi yardım alırken asla Sovyet Rusya'nın etkisine girmedi, bağımsız siyasetine hiç kimsenin müdahale etmesine izin vermedi.
– Anadolu'daki Yunan mezalimini dünyaya duyurarak dünya kamuoyunu etkilemeye çalıştı.
– Düşmana karşı bağımsızlık, saraya, sultana karşı egemenlik mücadelesini birlikte yürüttü.
– Saraya, sultana geleneksel bağlarla bağlı bir toplumda yeri ve zamanı gelmeden gelecekte yapacağı devrimlerden asla söz etmedi. Hatta devrimleri örtüp gizlemek ve milli direnişi güçlendirmek için belli bir döneme kadar padişahı, halifeyi de kurtarmaktan söz etti.
– Zafer kazanabilmek için sadece orduyu değil, tüm milleti seferber etti. (Topyekün Savaş).
– Milli Mücadele boyunca asla diplomatik arayışlardan vazgeçmedi. Avrupa'ya elçiler, heyetler gönderdi. Uluslararası konferanslara temsilci gönderdi.
– Her askeri zaferden sonra diplomatik zaferler kazandı.
– Usta bir satranç oyuncusu gibi rakibinin (İngiltere'nin, Yunanistan'ın) hatalarından yararlanmayı bildi. Örneğin Milli Mücadele boyunca Yunan ordularının Anadolu'da yaptığı katliamları hep gündemde tuttu. İngilizler'in İstanbul'u işgalini “İslamın son kalesinin düşman ayakları altında çiğnenmesi” olarak duyurdu İslam dünyasına…
– Düşmanın hamlelerine, karşı hamlelerle cevap verdi. Örneğin İngilizlerin İstanbul'u işgal edip milletvekillerini tutuklayacaklarını tahmin ettiği için Anadolu'daki İngiliz subaylarını tutuklattı. Nitekim Malta sürgünlerini kurtarmak için bu esirleri kullandı. İstanbul Hükûmeti'nin ihanet fetvasına karşı direniş fetvası yayımlattı.
– Asla toplumsal gerçekliği görmezden gelerek hareket etmedi. TBMM'yi tekbir ve dualarla açtırırken toplumsal gerçekliğe uygun hareket ediyordu.
– Kesin zafere ulaşmadan asla barış yapmayı düşünmedi. “Bizim için barış demek tam bağımsızlık demektir” diyordu. Büyük Zaferi kazanıp düşmanı denize dökünceye kadar yapılan tüm barış tekliflerini reddetti.
– Gerektiğinde geri çekilmeyi, gerektiğinde durmayı bildi. Kütahya Eskişehir savaşlarında orduyu Sakarya'nın doğusuna çekti. Milli Mücadele sonrası İstanbul'u, Boğazları, Doğu Trakya'yı ele geçirince Batı Trakya'ya girmeyi asla düşünmedi. Misak-ı Milli'de yer almasına karşın, anayurdu tehlikeye atmamak için Musul macerasına atılmadı.
– Sadece silahlı değil, silahsız askeri zaferler kazanmasını da bildi. Örneğin Doğru Trakya'yı, İstanbul'u ve Boğazları, Hatay'ı silahsız geri aldı. Gerektiğinde en güçlü silahı diplomasi oldu.
– Atatürk, Milli Mücadele'nin bir “çılgınlık” bir “mucize” değil, “hesap” olduğunu söylüyordu. Gerçekten de her şeyi en ince ayrıntısına kadar hesaplamıştı. Milli Mücadele her şeyden önce aklın zaferiydi.
– Milli Mücadele'yi kazandıktan sonra “zafer sarhoşu” olmadı. Çünkü kendi ifadesiyle “ilim ve iktisat zaferleriyle taçlandırılmayan askeri zaferlerin tez zamanda söneceğini” biliyordu. Savaştan sonra süngünün yerini saban, kılıcın yerini kalem aldı. Sağlık, eğitim, ekonomi, kültür devrimleri yaptı. Türkiye'yi, çok değil 15 yılda adeta bir çağdan başka bir çağa taşıdı.
– Savaştan sonra asla kin tutmadı. “Yurtta barış dünyada barış” diyerek uzak yakın tüm ülkelerle dostluk ve kardeşlik antlaşmaları imzaladı, barış paktları kurdu. Başka ülkelerin iç işlerine karışmadığı gibi hiçbir ülkeyi de Türkiye'nin iç işlerine karıştırmadı. Bağımsızlığa saygıyı esas aldı.
AKP'nin 10 Kasım afişlerinden biri…
Aklın ve bilimin rehberliği
Atatürk, “Benim manevi mirasım ilim ve akıldır… Benden sonra beni benimsemek isteyenler aklın ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse manevi mirasçılarım olurlar” diyordu. “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir fendir” diyordu.
Demem o ki, Atatürk'ün izinden gitmek, Atatürk'ün askeri olmak için önce “aklın ve bilimin rehberliğini” kabul etmek gerekir.
İnsanlık tarihi, “aklın ve bilimin rehberliğini” kabul etmeden kurtuluşun mümkün olmadığını göstermiştir.
Bu topraklarda Atatürk'e düşmanlık önce akla ve bilime düşmanlıktır. Sonra bağımsızlığa, milli egemenliğe, çağdaşlığa ve barışa düşmanlıktır. Yani bu topraklarda Atatürk'e düşmanlık, aslında bu toprağın insanına düşmanlıktır.
Son günlerde “siyaseten Atatürkçü” olanlara ithaf olunur!