“Bağıtlı taraflardan her biri 1. maddede belirlenen sınır çizgisinin kesinliğini ve bozulmazlığını kabul ederek, bunu
değiştirmeyi amaçlayan herhangi bir girişime geçmekten sakınmayı yükümlenir” (1926 Ankara Antlaşması, Madde 5)
IKBY Başkanı Mesud Barzani, geçen yıl, 14 Mart 2016'da, ABD'de yaptığı açıklamada “Lozan'dan beri devlet kuramıyoruz” diyerek “Ortadoğu haritasının yeniden çizildiğini” belirtmişti. Aynı Barzani, 28 Haziran 2017'de Washington Post'ta yayımlanan makalesinde ise “Yüz yıl önce, I. Dünya Savaşı'ndan sonra Kürtlere bağımsız devlet olmaları için söz verilmişti. Fakat Kürtlerin taleplerinin aksine Kürdistan; Türkiye, İran, Suriye ve Irak arasında bölüştürüldü…” dedi. Barzani geçen hafta da “Yüz yıldır Kürdistan'ı bekliyoruz. Yüz yıl önce Batılılar bize Kürdistan sözü verdiler, ama sözlerini yerine getirmediler” dedi. Barzani'nin IKBY Anayasası, Sevr Antlaşması'nın “Kürtlere özerklik” verdiğini, ancak “uluslararası çıkarların ve siyasal dengelerin Kürtlerin bu hakkı elde edip uygulamaya geçirmelerini engellediğini” belirterek başlamakta. (Arslan Bulut, “Erdoğan'ın Tek Şansı Var”, Yeniçağ, 5 Ocak 2017). Kısacası Barzani, sürekli Sevr hayalleri görüp Lozan'dan rahatsız olduğunu belirtiyor.
Barzani'nin bağımsızlık referandumunun şifrelerini çözmek için yüz yıl geriye gitmeliyiz.
EMPERYALİZMİN KÜRDİSTAN PROJESİ
2 Ocak 1919'da İstanbul'da Sait Molla, Mustafa Paşa, Emir Bedirhanzade, Emir Ali ve birkaç kişi İngiliz Yüksek Komiserliği'ne verdikleri bir bildiride, “Kürtlere sınırları coğrafi olarak saptanmış, İngiliz mandası altında bir ülke verilmesini” ve “Kürtlerin azınlık haklarından yararlanmasını” istediler. 15 Nisan 1919'da İstanbul'daki İngiliz temsilci Andrew Ryan'ı ziyaret eden Kürt ayrılıkçılarından Seyit Abdülkadir de İngiliz mandasında “Özerk Kürdistan” kurulmasını istedi. İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe, bu istekleri İngiliz Dışişleri'ne iletti. İngiliz Dışişleri Bakanı Balfour, Paris Barış Konferansı'nda “Kürt çıkarlarının ihmal edilmeyeceğini” belirterek Kürtlerden bu konferansın sonucunu beklemelerini istedi. (Salahi Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, C.1, s. 27,29). Yıllarca Osmanlı Dışişleri'nde görev yapmış Stockholm Büyükelçisi Kürt Şerif Paşa, Paris Barış Konferansı'na katılarak “Bağımsız Kürdistan” talebinde bulundu. Hatta Paris'te yayımladığı bir kitapçıkta Kürt devletinin sınırlarını belirledi. (Sonyel, age, s. 28). Ancak “Bağımsız Kürdistan” projesinin baş mimarı İngiltere, tamamen kendi çıkarlarını düşünüyordu. İngiliz Müsteşarı Hohler, 27 Ağustos 1919'da Londra'ya gönderdiği yazıda, “Kürt sorununa verdiğimiz önem Mezopotamya bakımındandır. Kürtlerin ve Ermenilerin durumları beni hiç ilgilendirmez” diyordu. İngiliz Mr. Kidston da 28 Kasım 1919'da Londra'ya gönderdiği bir yazıda, “Kürtlere her ne kadar inanmasak da onları kullanmamız çıkarlarımız gereğidir” diyordu. Amiral Sir Robeck, 26 Mart 1920'de Dışişleri Bakanı Lord Curzon'a şu bilgileri veriyordu: “Kürdistan Türkiye'den tamamen ayrılıp özerk olmalıdır. Ermeniler ile Kürtlerin çıkarlarını bağdaştırabiliriz. İstanbul'daki Kürt Kulübü Başkanı Seyit Abdülkadir ile Paris'teki Kürt delegesi Şerif Paşa emrimizdedir…” İngiliz Amiral Robeck, 28 Temmuz 1920'de Lord Curzon'a gönderdiği bir raporda, Sadrazam Damat Ferit'in, kendisine gelerek “Barış Antlaşması'na göre Kürtlerin ayrı bir devlet olacaklarını” belirtip “O halde, Kürtleri Mustafa Kemal'e karşı kullanalım” dediğini aktarıyordu. (Uğur Mumcu, Kürt İslam Ayaklanması, s. 24,25). Londra Konferansı'nda 26 Şubat 1920 tarihindeki oturum konusu Kürdistan'dı. O gün “Bağımsız Kürdistan”a karar verildi, ancak bölgedeki madenler üzerinde hangi ülkenin söz sahibi olacağına karar verilemedi. İngiltere ve Fransa anlaşamıyordu. Londra Konferansı günlerine ait, 16 Şubat 1920 tarihli bir belgede aynen şöyle deniliyordu: “İngiltere, Kürt devleti kurulmak istenilen bölgede çok fazla maden olduğundan emindir” (Erol Ulubelen, İngiliz Belgelerinde Türkiye, s. 207,208). Paris ve Londra konferanslarında karara bağlanamayan “Kürdistan Sorunu”, San Remo Konferansı'nda karara bağlandı. Konferansın 19 Nisan 1920 tarihindeki toplantısı sonunda hazırlanan “5 sayılı ek metin”le Kürdistan'ın sınırları çizildi. 10 Ağustos 1920'de imzalanan Sevr Antlaşması'nın “Kürdistan” maddeleri bu metne uygun olarak hazırlandı. Bu arada ABD Başkanı W. Wilson, Ekim 1920'de hazırladığı bir haritada, Anadolu'nun kuzeydoğusunu Ermenilere, güneydoğusunu ise Kürtlere bırakıyordu.
5 Haziran 1926 tarihli Ankara Antlaşması 18 Temmuz
1926'da Resmi Ceride ile yayımlanmıştır.

SEVR'DEKİ KÜRDİSTAN
Sevr Antlaşması'nın “Kesim III, Kürdistan” başlıklı bölümündeki 62.-64. maddelere göre Kürdistan'a önce “özerklik” sonra “bağımsızlık” verilecekti. 62. maddeye göre Sevr Antlaşması'nın yürürlüğe girmesinden sonraki 6 ay içinde İstanbul'da İngiliz, Fransız ve İtalyan hükümetlerinden üçer kişilik bir komisyon toplanıp “Suriye, Irak ve Türkiye sınırının kuzeyinde Kürtlerin sayıca üstün olduğu bölgelerin yerel özerklik planını” hazırlayacaktı. 63. maddeye göre Türkiye, bu komisyonların “Özerk Kürdistan” kararını kendisine bildirildikten sonra üç ay içinde yürürlüğe koymayı kabul edecekti. 64. maddede ise açıkça “Bağımsız Kürdistan”dan söz ediliyordu. “Kürtler bu bölgelerdeki nüfusun çoğunluğunun Türkiye'den bağımsız olmak istediklerini kanıtlayarak” Milletler Cemiyeti'ne başvurursa ve Milletler Cemiyeti de bunu kabul edip Türkiye'den, “bu bağımsızlığı” kabul etmesini isterse, Türkiye bu bölgeler üzerindeki bütün haklarından vazgeçecekti. Maddenin devamında da Musul'daki Kürtlerin bu “Bağımsız Kürt Devleti”ne katılmalarına Müttefik devletlerin hiçbir şekilde karşı çıkmayacağı belirtiliyordu.
Sevr Antlaşması'nın 145-148 maddelerinde ise “soy, dil ve din azınlıkları”ndan söz ediliyordu. Böylece Türkiye'de kalacak Kürtlere de “soy ve dil azınlığı” muamelesi yapılacaktı.
LOZAN'DA KÜRDİSTAN TARTIŞMALARI
Türkiye bu “Kürdistan planlarını” Lozan Antlaşması'yla bozdu. İngiltere, özerk ve bağımsız Kürdistan tezini Lozan'da da savundu. Lord Curzon, 23 Ocak 1923 tarihli Lozan görüşmelerinde “Güney Kürdistan” dediği Musul vilayetinde İngiltere'nin Kürtlere özerklik vereceğini anlattı. (Seha Meray, Lozan Barış Konferansı Tutanaklar-Belgeler, C.1, s. 350). Lozan'da İngiltere, Türklerle Kürtlerin iki ayrı millet olduğunu ileri sürüp Kürt özerkliğini savunurken; Türkiye, Türklerle Kürtlerin kaderlerini birleştirmiş bir millet olduğu savundu. İsmet Paşa Lozan'da 23 Ocak 1923 tarihli oturumda “Türkler, Kürtler birdir, dinleri, gelenekleri, emelleri birdir” dedi. Musul'un tarihsel, kültürel, coğrafi, demografik nedenlerle Türkiye'ye bırakılmasını istedi. İsmet Paşa Musul'da ve civarında Türklerin çoğunlukta olduğunu iddia edince Lord Curzon buna karşı çıktı. Bunun üzerine İsmet Paşa Musul'da plebisit yapılmasını istedi. Lord Curzon, Kürtlerin okuma yazma bilmeyen ve hayatlarında hiç seçim sandığı görmeyen insanlar olduğunu söyleyerek plebisiti kabul etmedi. İngiltere için önemli olan Kürtler değil, kendi emperyal çıkarlarıydı.
DİYAP AĞA: HEP BİRİZ, KARDEŞİZ
Türkiye hem Lozan'da hem Ankara'da aynı tezi; Türklerle Kürtlerin birliğini, bütünlüğünü savundu. O günlerde Dersim Mebusu Diyap Ağa, TBMM'de çokça alkışlanan konuşmasında “Dinimiz, diyanetimiz, aslımız, neslimiz hep birdir; bizim içimizde ayrılık ***rılık yoktur, hep biriz, kardeşiz” dedi. TBMM'deki Kürt kökenli milletvekillerinden Bitlis Mebusu Yusuf Ziya Bey de şunları söyledi: “Biz Kürtler vaktiyle Avrupa'nın Sevr paçavrasını ayaklarımız altında çiğnedik ve bütün manasıyla bize hak vermek isteyenlere iade ettik. Nasıl ki Elcezire cephesinde çarpıştık, nasıl ki Türklerle beraber kanımızı döktük, onlardan ayrılmadık ve ayrılmak istemedik ve istemeyiz…”
Atatürk de 18 Ocak 1923'te İzmit basın toplantısında Kürdistan ve Musul konusuna değinerek şöyle dedi: “Musul bizim için çok kıymetlidir. Birincisi, civarında sonsuz servet teşkil eden petrol kaynakları vardır. İkincisi bunu kadar önemli Kürtlük meselesidir. İngilizler orada bir Kürt hükümeti oluşturmak istiyor. Bunu yaptıkları takdirde bu fikir bizim sınırımız içindeki Kürtlere de sirayet edebilir. Bu fikre engel olmak için sınırı güneyden geçirmek lazımdır.” (Atatürk'ün Bütün Eserleri, C. 14, s. 269,270).
Ancak maalesef Lozan'da Musul'u ele geçiremedik. Ama Lozan'da özerk veya bağımsız Kürdistan projesine de izin vermedik. Yine Lozan'da İngilizlerin, “soy, din, dil azınlıkları” tanımlamasını reddettik. Kürtlerin “azınlık” değil, Türklerle “öz kardeş” olduklarını anlattık.
TÜRKİYE-IRAK SINIRI
Lozan Antlaşması'nın 3. Maddesi'nin 2. fırkasına göre Musul sorununun Türkiye ve İngiltere arasında 9 ay içinde uzlaşmayla çözülmesine, olmazsa Milletler Cemiyeti'ne başvurulmasına karar verildi. Musul sorunu 19 Mayıs- 5 Haziran 1924 arasında İstanbul (Haliç) Konferansı'nda görüşüldü, ancak sonuç alınamadı. 6 Ağustos'ta Milletler Cemiyeti'ne gidildi. 7 Ağustos'ta İngilizlerin desteklediği Nasturi İsyanı çıktı. 29 Ekim 1924'te Brüksel'de olağanüstü toplanan Milletler Cemiyeti, Türkiye ile Irak arasında “Brüksel Hattı” denilen geçici bir sınır belirledi. 13 Şubat 1925'te Şeyh Sait İsyanı çıktı. Böylece Türk-Kürt birlikteliği tezi zayıfladı. İngiltere etkisindeki, (Türkiye'nin henüz üye olmadığı) Milletler Cemiyeti, 16 Aralık 1925'te Brüksel Hattı'nın kuzeyini Türkiye'ye, güneyini Irak'a bıraktı, böylece Türkiye-Irak sınırı çizildi, ama Musul sınırlarımız dışında kaldı. Türkiye bu karara tepki olarak, bir gün sonra 17 Aralık 1925'te SSCB ile dostluk ve tarafsızlık antlaşması imzaladı.
1926 Ankara Antlaşması'nın sırrı

5 Haziran 1926'da Türkiye, Irak ve İngiltere arasında Ankara Antlaşması imzalandı. Antlaşma, 7 Haziran 1926'da TBMM'de onaylandı. Oylamaya katılan 145 milletvekilinden 142'si kabul, 2'si ret, 1'i çekimser oy verdi. (TBMM Zabıt Ceridesi, C, 26, s. 164-195) Antlaşma, 18 Haziran 1926'da yürürlüğe girdi. Böylece bugünkü Türkiye-Irak sınırı çizildi.
Antlaşmanın 1. maddesinde ve ekinde Türkiye-Irak sınırı ayrıntılı olarak tarif ediliyordu.
5. maddesinde ise tarafların, 1. maddede belirlenen sınır çizgisinin “kesinliğini ve bozulmazlığını kabul ederek bunu değiştirmeyi amaçlayan herhangi bir girişime geçmemeyi” kabul ettikleri belirtiliyordu.
Antlaşma sınırlar konusunda “süresiz”di. İsmail Soysal'ın ifadesiyle “Başka bir değişle sınır değiştirilmemek üzere çizilmişti.” Antlaşmanın sınırların değişmezliğine vurgu yapan “birinci kesimi” süresizdi, ama “ikinci kesimi” 18 Temmuz 1936'da sona eriyordu. Türkiye ile Irak, 8 Aralık 1936'daki “nota verişimi” ile antlaşmanın “ikinci kesimini” uzattılar.
1932'de Irak'taki İngiliz mandasının sona ermesiyle Türkiye-Irak arasında 1937 Sadabat Paktı'yla sonuçlanacak iyi ilişkiler kuruldu.
II. Dünya Savaşı'ndan sonra 29 Mart 1946'da Irak ve Türkiye arasında Ankara'da bir antlaşma daha yapıldı. O antlaşmanın 1. maddesinde de “1926 Antlaşması ile belirlenmiş ve çizilmiş sınıra saygı gösterileceği” belirtildi. (İsmail Soysal, Türkiye'nin Siyasal Andlaşmaları, C.1, s. 312-325). Dolayısıyla Türkiye-Irak sınırını değiştirecek herhangi bir girişim, 1926 ve 1946 Ankara Antlaşması'na aykırıdır. Uzun lafın kısası, Barzani'nin bağımsızlık referandumu, Ankara Antlaşması'yla belirlenen Türkiye-Irak sınırının “kesinliğini ve bozulmazlığını değiştirmeyi amaçlayan bir girişimdir.” Yani, Barzani'nin referandumuyla Irak'ın kuzeyinde kurulacak bir Kürt devleti, Ankara Antlaşması'na göre “değiştirilemez” olan Türkiye-Irak sınırını değiştirecektir, daha doğrusu ortadan kaldıracaktır.
Ankara Antlaşması'nın hâlâ yürürlükteki “sınır rejimi”, antlaşmanın 1. maddesinde açıkça ifade edildiği gibi “Milletler Cemiyeti'nin 29 Ekim 1924 günlü oturumunda kararlaştırılmış çizgiye uygun olarak” belirlenmişti. Türkiye-Irak sınırını belirleyen “Bürüksel Sınır Çizgisi” anlaşmanın ekinde ayrıntılı olarak yer almıştı. Ankara Antlaşması üç ülke; İngiltere, Türkiye ve Irak arasında imzalanmış olsa da, antlaşmadaki Türkiye-Irak sınırını üç ülke değil, o zamanki dünyanın en önemli uluslararası örgütü Milletler Cemiyeti Komisyonu belirlemişti. Dolayısıyla Barzani'nin referandumu, her şeyden önce Ankara Antlaşması'nın Milletler Cemiyeti kararlarına dayanan uluslararası “sınır rejimine” aykırıdır.
Musul'a müdahale hakkı doğar mı?

Öncelikle, Ankara Antlaşması'nda “Irak'ın toprak bütünlüğü bozulursa Türkiye, Musul ve Kerkük'te hak iddia eder” diye bir madde yoktur. Ancak Ankara Antlaşması'nın “Bozulmaz/değişmez” Türkiye-Irak sınırı, tarafların onayı olmadan bozulursa, taraflar antlaşmadan doğan hukuki haklarını arayabilirler. Ayrıca Ankara Antlaşması'nın Türkiye-Irak sınırı, Milletler Cemiyeti Komisyonu'nun belirlediği “Bürüksel Hattı”na dayalı olduğundan, sınırı bozmaya yönelik teşebbüsler, uluslararası hukukun ihlali anlamına gelecektir. Bu durumda taraflar önce uluslararası hukuku devreye sokmayı deneyebilirler, buradan bir sonuç alamadıkları takdirde ise Ankara Antlaşması'nın yürürlükteki “sınır rejimini” korumak için gerekirse güç kullanabilirler. Türkiye sağduyulu, hesaplı ve gerçekçi hareket etmelidir; Musul'u alacağız derken Antep'i kaybetmemek gerekir.
Atatürk'e sarılmak

Ne ilginçtir ki, sürekli Atatürk'e ve onun kurduğu Cumhuriyete saldıranlar, her sıkıştıklarında Atatürk'e sarılıyorlar; Dün 15 Temmuz ertesinde laikliği hatırlayanların, bugün Barzani referandumu arifesinde Ankara ve Lozan antlaşmalarını hatırlamaları tesadüf değildir. Onlar Atatürk'ü unutmaya, unutturmaya çalışsa da Atatürk, 90-95 yıl önce yaptıklarıyla unutulmaz olduğunu gösteriyor. Dün bu toprakları yeniden vatan yapan Atatürk, bugün de bu vatanı korumaya devam ediyor.