1839-1914 yılları arasında yaşamış Amerikalı pragmatist filozof.
Öncelikle pragmatizm akımının isim babası olmuş, daha sonra da onun yönteminin ana hatlarını çizmiştir. O, felsefede işe bilgi konusundan başlamış ve burada, Aristoteles'in düzeni doğada bulan nesnel yaklaşımı ile Kant'ın bilgideki düzenin zihnin eseri olduğunu dile getiren öznel yaklaşımının bir sentezini yapmıştır. Kavram, fikir ve kuramlarımızın doğruluklarını, onların yararlılıklarıyla özdeşleştiren Peirce'a göre, yöntem öncelikle düşüncelerimizi açık ve seçik hale getirmekten oluşur, öyle ki bu yöntemle felsefe bir bilime dönüşecektir.
Peirce, Harvardlı bir matematikçinin oğludur. Genç yaşlarından itibaren bilimsel ve teknik konularda eğitim almıştır. Kendisinin sık sık bir laboratuvarda büyütüldüğünü söylediği anlatılır. Uzun yıllar boyunca yeryüzünün ölçümlenmesine ilişkin mühendislik uygulamaları konusunda çalışan United States Coast and Geodetic Survey’de çalışmıştır. Genel olarak, hassas ölçümleme konusu ile ilgilenmiş, sarkaçlar kuramına bazı katkılarda bulunmuştur. 1886’da mantıksal işlemlerin elektrik devreleri tarafından gerçekleştirilebileceğini iddia etmiş ve bu itibarla modern bilgisayarların işleyişini öngörmüştür.
Peirce, erken yaşlardan itibaren felsefeye ilgi duyar. Kant ve Hegel’in metinleri üzerinde çalışır. İlgisi özellikle mantık ve olasılık kuramı üzerinde yoğunlaşır. 19. yüzyıla gelene kadar genel olarak Aristoteles’in mantık kuramı geçerliliğini korumuştur. Aristoteles mantığının aşılması ve mantığın günümüzdeki biçimiyle geliştirilmesi 19. yüzyılın ikinci yarısında yapılan çalışmalar sayesinde mümkün olabilmiştir. (Bir sonraki bölümde ele alacağımız gibi, bu konuda en büyük katkı Alman matematikçi ve felsefeci Gottlob Frege’ye aittir.) Öte yandan, bu konuda Peirce’in geliştirdiği orijinal görüşlerin etkisi de tartışma götürmez. Frege, özellikle tümdengelimsel mantığın bugün ayrılmaz bir parçası olan niceleme mantığını geliştirmiştir. Tümdengelimsel mantık üzerinde, Peirce’ın da çalışmaları bulunmaktadır. Öte yandan, Peirce’ın ilgi alanı bununla sınırlı kalmamış, bilimlerin gelişimi açısından son derece önemi olan tümevarım mantığı konusunda da özgün çalışmalar yapmıştır. Bunların yanı sıra, olgulardan başlayan ve bu olgulardan hareketle, söz konusu olguları en iyi biçimde açıklayan varsayımı ortaya koymaya çalışan, abdüktif çıkarım konusu ile de özellikle ilgilenmiştir. Günümüzde bu çıkarım biçimi, akıl yürütme ile en iyi açıklamaya ulaşma (İng. inference to the best explanation) olarak da anılmaktadır.
Günümüzde niceleme mantığının kurucusu Gottlob Frege olarak kabul edilmektedir. Öte yandan, Frege’nin çalışmalarından bağımsız olarak Peirce’ın niceleme kuramını geliştirdiği ve birinci ve ikinci düzey niceleyiciler arasında bir ayrıma gittiği bilinmektedir.
Bilime ve mantığa olan bu ilgisinin yanı sıra Peirce, metafiziksel bir dizge geliştirme çabasından da uzak durmamıştır. Darwinci evrim kuramının bazı yaklaşımlarını Hegel’in düşünce sistemine benzer, mutlak bir idealizm ile birleştirmeye çalışmıştır. Peirce, gerçekliğin özü itibariyle zihinsel bir içeriği olduğunu ve aklî bir amaca doğru devindiğini savunmuştur. Ancak Peirce’ı günümüzde de tartışmaya değer kılan bu metafiziksel yaklaşımları değildir; kendisinin pragmatizm olarak adlandırdığı bir düşünce biçimidir. “Pragma” amel ya da fiil (edim) anlamlarına gelen Yunanca bir sözcüktür. Peirce, bu sözcüğü düşünsel olanla (kavramlar, kanılar, kuramlar vb.) kılgısal / pratik olan (edimler, eylemler vb.) arasındaki sıkı bağları ön plana çıkarmak üzere kullanmaktadır. Peirce, paragmatizim yerine bazen pratikçilik (İng. practicalism) ya da eleştirel sağduyuculuk (İng. critical common sensism) terimlerini de kullanmıştır. Bir sonraki alt bölümde John Dewey’in görüşlerini incelerken, Dewey’ın kullandığı araçsalcılık (İng. instrumentalism) teriminin pragmatizm ile çok yakın bağları olduğunu göreceğiz. Dewey, kullandığımız kavramların araçsal bir işleve sahip olduklarını vurgulamak üzere bu terimi kullanmaktadır. Bu itibarla Dewey de tıpkı Peirce gibi edimsel olanla düşünsel olan arasındaki bağları ön plana çıkarmaktadır.
Zaman içerisinde pragmatizm, Peirce’ın kastettiğinden çok farklı anlamlarda kullanılmaya başlanmıştır. Bunun üzerine Peirce, kendi görüşlerini adlandırmak üzere pragmatisizm sözcüğünü ortaya atmış ve “çalmayı düşünenlerden emin olacak kadar çirkin” bir sözcük olduğunu söylemiştir.Charles Sanders Peirce'nin Hayatı ve Eserleri
ABD’li filozof, bilim adamı. Pragmacılık ilkesini ortaya atmıştır.
10 Eylül 1839’da Massachusetts’de Cambridge’ de doğdu. 19 Nisan 1914’te Pennsylvania’da Milford’ da öldü. ABD’nin önde gelen matematikçilerinden Benjamin Peirce’in oğludur. Harvard’da matematik ve astronomi profesörü olan babasının yardımıyla, küçük yaşta doğabilimleri ve matematiğe büyük ilgi duydu. Yükseköğrenimini 1859’da Harvard Üniversitesi’nde bitirdi. 1861’de ABD Kıyı ve Jeodezi Araştırma Kurumu’nda çalışmaya başladı. 1866’dan sonra mantık ve felsefe konusunda yapıtlar yayımladı. 1869’da Harvard’da astronomi araştırmaları yaptı. 1879’da yeni kurulan Johns Hopkins Üniversitesi’nde, mantık dersleri vermek üzere, öğretim üyesi oldu. 1887’de, görevlerinden ayrılarak, bütün zamanını felsefe çalışmalarına verdi.
Peirce’in özellikle mantık,bilgibilim,(epistemoloji), metafizik, bilimsel yöntem ve anlam konularında önemli çalışmaları vardır. Düşüncelerinin yenilik ve özgünlüğü, belirgin bir etki altında kalmamış oluşunu açıklar. Başlangıçta Kant’a bağlanmış ise de, sonradan onu, Comte ve Pearson gibi pozitivistleri de eleştirmiş, öte yandan belirli alanlarda Husserl ile olan yakınlıklarını da açıkça dile getirmiştir. Niceleme mantığı alanında, bıı mantığın kurucusu olan Frege’ nin kimi bulgularını, Peirce’in de bağımsız olarak geliştirdiği anlaşılmaktadır.
Eserleri: The Collected Papers of Charles Sanders Peirce, (ö.s.), 1931-1958, (“C.S. Peirce’in Toplu Yazılan”).
Pragmacılık Nedir, Ne Demektir?
Peirce, 1878’de yayımlanan “How to Make Our Ideas Clear” (“Düşüncelerimizi Nasıl Açıklaştırabili-riz”) başlıklı yazısında Pragmacılık’ın ana ilkesini dile getirir. Bu ilkeyi anlatıma dökerken onun amacı, her alan için geçerli bir yaklaşım ortaya atmak değil, çok daha sınırlı olarak, kavram ve önermelerin anlamlarını açık ve seçik kılmaya yarayacak bir yöntem bulmaktır. Peirce’in ilkesine göre bir kavramın anlamı, onun, uygulamada getireceği beklenen sonuçlarla belirlenir. Bir kavramın anlamım ve doğruluğunu saptamak için, uygulamada hangi sonuçların zorunlu olarak doğacağını düşünebilmek gerekir. Peirce için Pragmacılık, bir genel dünya görüşü olmadığı gibi, bir doğruluk kavramı da değildir. O, bununla yalnızca, anlamları kesin bir biçimde saptayacak bir yol bulmayı amaçlamıştır. Ona göre herhangi bir nesnenin katı olduğunu söylemek, bu nesnenin yüzeyinin başka cisimlerin çoğunluğunca çizilemeyeceğini öne sürmektir. Bu niteliğin kavramı onun beklenilen etkile-rindendir. Peirce için uygulama ile ilgili sonuçların gerçekleştirilmesi değil, bunların beklentisi ya da düşüncesi önemlidir. Çünkü, araştırmanın amacı kuşkudan inanca doğru gitmektir. Kuşku, düşüncenin yerleşmemiş ve denge bulamamış durumudur. Kuş-, kulu düşünce doğru ile yanlış arasında sürekli gidip gelendir. Pragmacı ilke ile yapılan, düşüncenin açıklığa kavuşturulup saptanması, belirlenmesidir. Bunun ise uygulamayı gerçekleştirmekle ilgisi yoktur. Saptama, uygulamanın doğuracağı sonucu düşünmekle olur.Semiotik ve Anlam İlişkisi Nedir, Ne Demektir?
“Semiotik”, Peirce’in bir genel imler kuramı için ortaya attığı kavramdır. Buna göre, bir im, kendinden bağımsız herhangi bir başka nesnenin yerini alır. Bir imin kullanıldığı herhangi bir durumun betimlemesinde şu üç öğe ayırt edilmelidir: 1) imin kendisi, 2) İmin karşılığı olduğu nesne, 3) İmin yorumu. Peirce imlerin kullanımı açısından, imi kullanan bir anlık bulunmasını zorunlu görür. İmler kuramı temel alınarak açıklanan, bir anlık işlevi, algıdır. Buna göre algının içeriği, algılanan nesnenin imidir.
Peirce’in bilgibiliminin temel öğretilerinden biri yanılabilirlik ilkesidir (fallibilism). Bu ilkeye göre bilgi her durumda doğruya bir yaklaşım sürecidir. Ancak kesin ve saltık doğruya tam olarak ulaşılamaz. Ona her zaman yaklaşılacak, fakat hiçbir zaman tam olarak erişilemeyecektir. Bunun nedeni saltık kesinliğin, saltık yanılmazlık ve saltık genellik oluşudur. Her konu bilinebilir; ancak bilginin tamamlanması sonsuz bir süreçtir. Her şey bilinebilir olsa da her şeyi bilmek olanaksızdır.Yanılabilirlik Nedir, Ne Demektir?
Peirce’in yaklaşımına göre, değişik ölçülerde de olsa, her metafizik yaklaşım veya dizge gözlemseldir. Pragmacı ilke gereğince uygulandığında, geleneksel olarak metafiziğin kapsamında yer almış pek çok sorun ve öğretinin anlamsız olduğu ortaya çıkacaktır. Böyle sorunlarından arındırılan felsefe, gözlem temel alınmak üzere, çözümüne çalışılacak bir öbek gerçek sorun içerir. Bunlardan biri, Peirce’in “phaneroscopy” adını verdiği araştırma alanı ile ilgilidir. Bu, ana çizgileriyle deneyin içeriğinin betimlemesidir. Ancak önemli olan, bunun belli bir bireysel deneyin betimlemesi değil, Kant’ın ileri sürdüğü gibi, genel anlamda deneyin yapısal niteliklerinin betimlemesi oluşudur. Ona göre phaneron, deneycilerin ide adıyla andıkları, phaneroscopy ise, bunun betimlenmesidir.
Phaneroscopy için öyle gruplar bulunmalıdır ki, bunlar her tasarım, her görüngü için geçerli olabilsin. Deney içeriğinin her durumda değişen ölçülerde olmasına karşın zorunlu kıldığı gruplar, Peirce’e göre üçtür. Ancak bu üç grup görüngünün yorumu için hem yeterli hem de zorunlu sayılabilir. Onları “ilklik”, “ikincilik” ve “üçüncülük” olarak adlandırır. İlklik, kırmızı, acı, sıkıcı, katı gibi tasarım ya da görüngü niteliklerini kapsar. Nitelikleri temel tikeller olarak düşünmemelidir. Çünkü bunların birbirine geçmesi, ya da birbiriyle sınırlanarak tek tek algılanmaları, bütünüyle algı yetisinin parçacı özelliğindendir. Eğer algı böyle olmasaydı, nitelikler, kesinti ve sınırları olmayan sürekli bir dizge oluştururdu.
“İkincilik”, görüngü deneyinin olgusallığını içerir. Nitelikler ilklikteki konumlarında genel ve bundan ötürü de kaypak ve gizilgüçken, olgular tikel, belirgin ve edimseldir. Algıda kavranan madde bunun örneğidir. “Üçüncülük”, nesnelerin uyduğu yasaları dile getirir. Bundan ötürü de yalnızca var olan nesnelerle sınırlanmak yerine, olanaklı nesneleri de kapsar.Rastlantı ve Evrim
Peirce, evrende rastlantı bulunduğunu savunur. Rastlantı nedensiz ve düzensiz olaylar kavramı değildir. Rastlantı, bir ölçüye dek, düzenli olan kendiliğindenliktir. Peirce bu kavramı evreni açıklamada değil, betimlemede kullandığını vurgular. Gerçekliğin sürekli olduğu ve görünürdeki bölük pörçüklüğün, algının doğasından kaynaklandığı öğretisine göre, yaratıcı gelişimi açıklayan bir evrim ilkesi söz konusu olmalıdır. Peirce’e göre rastlantı ilişkileri, gelişerek alışkanlıkları, alışkanlıklar da yasaları oluşturmuştur. Bu oluşum tam bir süreklilik içinde gerçekleşmiştir.
Peirce’in metafizik kuramı, onun benimsediği mantık, bilgibilim kuramları ve Pragmacılık’ından bağımsızdır. Peirce, Pragmacılık ilkesiyle James, Dewey ve Royce’ı etkilemiştir. 1931’den 1958’e değin yayımlanan sekiz ciltlik yapıtları, onun bilinmeyen pek çok düşüncesinin, tanınmasını sağlamış, 20.yy’ın ikinci yarısında semioloji öğretisi yeniden ele alınmıştır. Kavramların anlamını netleştirmeyi amaçlayan ilkesi, Viyana Çevresi’nin görüşlerini etkilemiştir.İnancın Sabitlenmesi
1870’lerin sonlarında Peirce, Popular Science Monthly dergisinde bir dizi makale yayımlamış ve bu makalelerinde bir konudaki kanıların ya da inançların muğlaklıkların ya da şüphelerin ortadan kaldırılarak sabitlenmesi konusunda dört ayrı yöntemden söz etmiştir. Bu yöntemler, bir bakıma, düşüncemizi şüphelerden arındırmak ve doğru düşündüğümüze karar vermek üzere kullandığımız yöntemlerdir.
Bu yöntemlerden ilki, inatçılık yöntemidir. Eğer mevzu, bir konudaki kanaatimizi sabitlemek ise kendimize, kendi tercih ettiğimiz bir kanaati niye benimsemeyelim diye sorar, daha sonra da bu kanaatte ısrar edebiliriz. Bu fikrimize karşı çıkabilecek her şeyi ve herkesi reddeder ve akılcı bir tartışmaya girmekten kaçınırız. Peirce’a göre, akılcılıktan ne kadar uzak olursa olsun bu yöntemin kendine özgü bir avantajı bulunmaktadır: Bir kanıya ilişkin sarsılmaz ve değiştirilemez bir inanç beraberinde zihinsel bir rahatlık / huzur getirir. Ancak, elbette ki bu yöntem, kanıların sabitlenmesi için arzu edilir bir yöntem olmaktan uzaktır. Akla ilk gelebilecek itiraz, bu yöntemle bir kişinin sarılacağı görüşün yanlış olabileceği ve akılcı bir tartışmadan kaçındığı için kişinin söz konusu yanlış inanca veya kanılara sahip olmaya devam edeceği yönündedir. Peirce’ın itirazı bu yönde değildir. Peirce’ın bu yöntemi reddederken öne sürdüğü akıl yürütme hayli ilginçtir ve kendi pragmatizmini anlamamız için bize bir ipucu vermektedir. Peirce, bu yöntemi benimseyen kişinin, başka kişilerin kendisinden farklı görüşleri savunduğunu gözlemleyeceğini, soğukkanlı bir biçimde düşünebildiği bir anda, söz konusu bu farklı görüşlerin de en az kendisininki kadar iyi olduğunu fark edeceğini ve sonuç olarak kendi kanı sına ya da inancına olan güveninin sarsılacağını öne sürer. Dolayısıyla, Peirce’a göre bir kanıda ya da inançta inat etme yöntemine yapılacak en doğru itiraz, bu yöntemin amacına hizmet etmeyeceği, yani şüpheyi ortadan kaldırmayacağıdır. Bu yöntemde itiraz eden bir kişinin kendisinden şüphe duymasına neden olan temel etken nedir? Peirce’a göre bu “toplumsal bir dürtü”dür. Peirce’a göre bu dürtü, hiç kimsenin nihaî olarak yok sayamayacağı kadar güçlüdür. Bizler, diğer bireylerin görüşlerinden etkilenen varlıklarız. Dolayısıyla, inançların ya da kanıların sabitlenmesi için aranan yöntemin, sadece bireyler için değil, içinde bulunduğumuz toplum ya da cemaat düzeyinde de işe yaraması gerekir.
Bu tartışma bizi, Peirce’ın ele aldığı ikinci yönteme, otorite yöntemine getirmektedir. Bu kez, bir toplum ya da cemaat içerisinde, belli kanı ve inançları yayan, bu inançlardan şüphe duyulmasına engel olmaya çalışan, karşı ya da farklı görüşlerin ortaya çıkması ihtimali belirirse bunun üzerinde giden ve bastıran bir kurumun ihdas edildiğini düşünelim. Peirce, bu yöntemin kanıların ve inançların sabitlenmesi konusunda ilkine göre daha etkili olacağını düşünmektedir. Ancak Peirce’a göre sorulacak soru, bu yöntemin istikrarlı olup olmayacağıdır. Peirce’ın bu konudaki yanıtı da olumsuzdur. Peirce’a göre, her toplumda bir grup insan, farklı toplumlarda ya da farklı zamanlarda, farklı otoriteler altında farklı yaklaşımların ve görüşlerin savunulduğunu görecektir. Kendilerine, kendi inançlarının diğerlerinden neden daha üstün olması gerektiğini soracaklar ve bu da yine şüphelerin doğmasına yol açacaktır. Öyleyse, bu ikinci yöntem de arzu edilen amaca hizmet etmeyecektir.
Peirce, üçüncü yöntemi iki farklı biçimde adlandırır: doğal tercihler yöntemi veya a priori yöntem. Bu yöntemde esas olan, farklı biçimlerde ifade edilse de aşikâr olanı kabul etmektir. Söz konusu “aşikâr olan”, “akla uygun - makul”, “açık ve seçik” gibi ifadelerle anlatılabilir. İlk iki yöntemdekinin tersine, burada düşünme, tartışma ve bu suretle reddedilemez olana ulaşma çabası ön plana çıkmaktadır. Peirce, bu alanda örnek olarak Batı felsefe tarihinden Platon’dan Hegel’e kadar uzanan metafiziksel dizgeleri örnek olarak vermektedir. Ancak bu yöntem de sorunsuz değildir. Tarih göstermiştir ki bir kişiye apaçık gelen bir şey bir başkası için hiç de öyle olmayabilir. Bu yöntemde ön plana çıkarılan düşünme ve tartışma, tıpkı beğeni kavramında olduğu gibi bir düşünsel gelişimi var saymakta, bir bakıma, herkesin belli bir beğeni düzeyine ulaşacağını ve ortak bir noktada buluşacağını ummaktadır. Oysa düşünce tarihi, bunun gerçekleşmediğini bize göstermektedir. Peirce’ın kendi ifadesiyle, “sarkaç daha maddeci ve daha zihinci felsefeler arasında ileri geri salınma”ya devam etmektedir.
Tüm bu yöntemler işe yaramadığına göre ne yapmalıyız? Peirce’a göre aradığımız, inançlarımızın ve kanılarımızın insanî olmayan, dışsal olarak kalıcı bir şey tarafından sabitlenmesidir. Bu dışsal şey, herkesi farklı biçimde etkileyebilecek olsa da, herkes bu etkilenmenin sonucunda bir ve aynı sonuca ulaşmalıdır. Peirce’a göre bu yöntem, bilim yöntemidir. Peirce, bu yöntemin ana varsayımını şu şekilde ifade etmektedir:
Özellikleri bizim onlar hakkındaki kanaatlerimizden tamamen bağımsız Gerçek şeyler vardır; bu Gerçekler bizim duyumlarımızı düzenli yasalara göre etkilerler ve duyumlamalarımız, nesnelerde bağıntılarımız kadar farklı olsalar da algı yasalarından yararlanarak, akıl yürütme vasıtasıyla şeylerin gerçekte ve hakikaten nasıl olduklarını tespit edebiliriz ve herhangi bir insan, yeterince deneyime sahipse ve bu deneyim hakkında yeterince akıl yürütürse, yegâne doğru sonuca ulaşacaktır (“The Fixation of Belief”, s.243).
Görüldüğü gibi bu dördüncü yöntem, bilim yöntemi, ilk üçünde olmayan bazı avantajlara sahiptir. Öncelikle, bu yöntem öznel düşüncelerimizin ötesinde, bizden bağımsız bir şeye gönderme yapmaktadır. Dahası, yöntem kamusal olarak geliştirilebilecek ve kullanılabilecek bir yöntemdir. İlk üç yöntemi aşındıran ve amacından saptıran “toplumsal dürtü”, burada tam tersine bir avantaja dönüşmektedir.
Öte yandan, bu dördüncü yöntem temel bir varsayıma, bağımsız bir gerçekliğin bulunduğu varsayımına dayanmaktadır ve söz konusu bu varsayımın nasıl temellendirilebileceğ i ayrı bir tartışma konusudur. Felsefe tarihinden bildiğimiz gibi, modern epistemolojinin belki de en temel sorunu, bizim öznel kanaatlerimizden bağımsız bir gerçekliğin bulunup bulunmadığı sorusudur. Peirce, bu konuyu nasıl ele almaktadır?
Öncelikle, Peirce’a göre, mevcut bilim pratiği bu varsayımı sorgulamamıza yol açmamaktadır. Bir başka deyişle bu yöntem, “kanaatin bir karara bağlanmasında en harika zaferleri kazanmakta”dır (“The Fixation of Belief”, s.249). Bu noktada Peirce’ın yanıtı, yine pragmatik yaklaşımını örneklemektedir. Ancak Peirce’ın bu konudaki yaklaşımını daha iyi anlayabilmek için, daha derinlikli bir soru sormalıyız: Bir şeye inanmak ya da ondan şüphe etmek ne anlama gelmektedir?İnanç ve Şüphe
İnanmak ne demektir? Şüphe etmek ne demektir? İlişkili de olsalar inanmak ve şüphe etmek edimleri arasında farklar bulunduğu ortadadır. Bu farklar nelerdir? Peirce bu konu üzerinde durmuş ve şu farklılıkları tespit etmiştir. Öncelikle, inanmakla şüphe etmek esnasında yaşanılan duygu farklıdır. İkinci olarak, genellikle şüphe etmekten kaçınmamıza ya da şüpheden kurtulmaya çalışmamıza rağmen bir inanca sahip olmaktan dolayı bir rahatsızlık duymayız; ta ki bu inancımızı sarsan bir şeyle karşılaşıncaya dek. Üçüncüsü ve belki de en önemlisi, inanmak ya da inanç oluşturmak bir alışkanlık iken şüphe etmek böyle bir alışkanlığın olmaması ya da kesintiye uğraması durumuna karşılık gelir.
Şimdi bir inanç örneği alalım ve bu örnek üzerinden tartışmamızı sürdürelim. Örneğin, dünyanın güneşin etrafında dönen bir gezegen olduğuna inandığınızı varsayalım. Bu inanca uzun bir zaman önce varmış olabilirsiniz. Bu konuda elinizde kolaylıkla ortaya koyabileceğiniz deliller de olmayabilir ki biraz düşünürseniz bunu inanmayan birine kanıtlamanın o kadar da kolay olmadığını görürsünüz. Böyle bir inanca sahip olmak neleri gerektirir? Peirce’a göre bu, geçici bir bilinç durumu değildir (“What Pragmatism Is”, s.279). Böyle bir inanca sahip olmak, sizi belli bazı şartlar altında, belli bazı davranışları sergilemeye hazır ya da yatkın hale getirir. Örneğin, birisi size “İyi ki evrenin merkezinde dünya var, her şey bizim etrafımızda dönüyor?” derse, buna karşı çıkar ve kendi fikrinizin farklı olduğunu söylersiniz. Kardeşiniz, yeğeniniz, çocuğunuz, bir okul projesinde güneşi merkezde, gezegenleri onun etrafında gösteren bir maket yapsa, bu maketin çok güzel olduğunu ve kendisinin astronomi bilgisinin artmakta olduğunu görmekten memnun olduğunuzu söylersiniz. Dolayısıyla, dünyanın güneşin etrafında döndüğüne inanmak, belli davranışları sergilemeye eğilimli olmak demektir. Bu, tüm diğer inançlar için de geçerlidir. Suyun altında ateş yakınca suyun kaynayacağına, çünkü ısı ile suyun kaynaması arasında bir neden - etki bağıntısı olduğuna inanırsınız. Belli bir süre kaynayan suyun tamamen buharlaşacağına inanırsınız. Su biterse ve ateş yanmaya devam ederse çaydanlığın zarar göreceğine inanırsınız. Tüm bu inançlarınız, sizi belli bazı eylemlere eğilimli kılar. Kaynayan suyun üzerine elinizi uzatmazsınız. Çaydanlıktaki su bitmek üzereyse çaydanlığa su ilave eder ya da ateşi söndürürsünüz. Bu anlamda, inanmak, bir alışkanlığa sahip olmak demektir. Bu alışkanlıklar, yaptığınız belli eylemlerin belli amaçlara hizmet edeceğini bekleyerek bu dünyada güvenle hareket etmenizi sağlar.
Buna karşılık şüphe etmek, bir belirsizlik durumuna işaret eder. Belirsizlik, belli bir durumda hangi davranışı sergileyeceğinizi tam olarak bilememeniz anlamına gelir. Bu nedenle, şüpheden kurtulmaya çalışırız. Peirce şüpheden kurtulma ve inancın o tatmin edici rahatlığına ulaşma sürecini soruşturma (İng. inquiry) olarak adlandırır. Daha önce de vurguladığımız gibi, bizi şüpheden arındırıp inançlarımızı sabit kılmak konusunda uzun vadede güvenebileceğimiz tek yöntem, bilimsel soruşturma yöntemidir.
Peirce soruşturmanın üç özsel özelliğinden söz eder: bir uyaran; bir amaç ya da sonuç; bir de yöntem. Şu ana kadar söylediklerimizden hareketle, Peirce’ın bu üç unsurdan neyi anladığını çıkarmak zor değildir. Soruşturmanın uyaranı şüphe; amacı kanaatlerin bir karara bağlanması; yöntem ise bilimin ta kendisidir.
Öncelikle, Peirce’ın uyaran olarak şüphe hakkındaki düşüncelerini anlamaya çalışalım. Peirce, Descartes’ın sergilediği gibi köktenci bir biçimde her şeyden şüphe etme yöntemine karşıdır. Peirce’a göre bu tarz bir şüphe, felsefecilerin şüpheleniyormuş gibi yapmalarından ibarettir. Bilimsel sorgulama söz konusu olduğunda ise karşımızda gerçeğin ve yaşananın içinden çıkan bir şüphe söz konusudur. Peirce’ın Descartesçı bir şüphe anlayışına neden karşı olduğunu anlamak son derece kolaydır. Peirce’ın inanmak ile neyi kastettiğini hatırlayalım. İnanmak belli bazı alışkanlıklara sahip olmaktır. Birisinin (bir felsefeci)’nin “Ben sorgulamalarıma her şeyden şüphe ederek başlıyorum” demesi ne ölçüde samimi olabilir? Çünkü bu kişi hâlihazırda yenilebilir olduğuna inandığı şeyleri yemekten, karşı tarafın anlayacağına inandığı türde cümleler kurmaktan, bir kâğıt üzerine belli bir şekilde bastırıldığında anlaşılır izler bırakacağına inandığı biçimde bir kalemi tutmaktan vazgeçmekte midir? Peirce’a göre böyle bir durum söz konusu olamaz. Öyleyse, her şeyden şüphe ederek bir soruşturmaya başlamak diye bir şey söz konusu olamaz.
Öte yandan, bizim gerçek şüphelerimiz olabilir. Söz konusu gerçek şüpheler, bir belirsizlik durumu yaratan ve nasıl davranmamız gerektiğini bilemememize yol açan şüphelerdir. Descartes gibi felsefecilerin şüphe yöntemini uygulayarak başarmaya çalıştıkları, bilimsel araştırmalara tam bir kesinlikle başlamaktır. Oysa Peirce’a göre, böylesi bir tam kesinliğe zaten ihtiyacımız bulunmamaktadır. Yapmamız gereken, sahip olduğumuz inançlarla işe başlamak ve gerçek şüpheleri gidermek üzere yola koyulmaktır. Zaman içerisinde inançlarımızı iyileştirmek ve gerçek şüphelerden arındırmaya çalışmaktır. İnançlarımız bizim için iş gördükleri sürece onları sorgulamak için de bir sebebimiz yok demektir. Bu nokta, Peirce’ın düşünsel konumunun neden “pratik” sıfatını taşıdığını göstermek bakımından önemlidir.
Ancak, burada durup bir noktayı daha ayrıntılı düşünmeliyiz. Peirce’ın yaklaşımına göre sorgulamanın amacı kanaatleri bir karara bağlamak ve sabitleştirmektir. Doğruluğa ulaşmak değil. Bu itibarla pekâlâ yanlış bir inançta da karar kılabiliriz. Bu Peirce için bir sorun değil midir? Şimdi bunu anlamaya çalışalım.Doğruluk ve Gerçeklik
Peirce, bir şüphe ortaya çıkmadığı sürece tüm inançlarımızın doğru olduğunu düşünme eğiliminde olduğumuzu belirtir. Eğer şüphe ortaya çıkarsa, bir sorgulama başlar ve inancımız yeniden bir kesinlik / sabitlik kazandığında da sona erer. Bu andan itibaren inancımızın gerçekte doğru olup olmadığı ile ilgilenmeyiz. Bu bağlamda Peirce “doğru” ile neyi kastettiğimizi tartışmaya girişir. Doğru ve yanlışı inanç ve şüphe terimlerine dayalı olarak Peirce’ın yaptığı gibi tanımlayabiliriz. Doğruyu, mutlak bir sabitliğe gitgide yaklaşan bir inanç olarak düşünülebiliriz. Peirce, eğer doğruluğu bundan farklı bir biçimde tanımlamak istersek varlıkları hakkında hiçbir şey bilmediğimiz şeyler hakkında konuşmaya başladığımızı ifade eder. Burada Peirce’ın neyi kastettiğini şöyle anlayabiliriz. Varsayalım ki tüm pratik yöntemlerle doğruluğuna karar verdiğimiz bir inancımız olsun. Hâla içimizdeki bir şüphe, bu inancın gerçekliğe uygun olmayabileceğini söyleyebilir. İnancımızla gerçeklik arasında bir fark olduğu halde, bizim elimizde bunu tespit edecek bir yöntem yoksa, Ockham’ın usturasına başvururuz. Peirce hakkında bir bilgi sahibi olamayacağımız şeyleri varsayarak düşünmenin boş yere varlığı çoğaltmak olduğunu öne sürer.
Guillelmus de Ockham 14. yüzyılda yaşamış önde gelen bir felsefeci ve mantıkçıdır. Açıklama yöntemlerine ilişkin olarak onun geliştirdiği bir ilke, daha sonra Ockham’ın usturası olarak anılmıştır. Bu yöntem ilkesine göre, aynı yetkinliğe sahip açıklamalar arasında daima daha yalın olanı tercih etmek ve varolanların sayısını gereksiz yere artırmamak gerekir.
Bir başka biçimde ifade edersek, Peirce’a göre inançlarımızın doğruluğuna, onları olgularla karşılaştırarak karar vermeyiz. Bunu zaten asla yapamayız. Sahip olduğumuz inançlardan ve kavramlardan bağımsız olarak bir olguyu kendimize sunamayız. Dolayısıyla ancak, mevcut bazı inançlarımızla diğer bazı inançlarımızı karşılaştırabiliriz. Tüm inançlarımız ve kavramlarımız, diğerlerine bir ölçüde bağımlıdır. Bir bakıma, inançlardan bağımsız saf ve dolaysız bir olgu yoktur. Bu durumda yapabileceğimiz en iyi şey, kanaatlerimizin olabildiğince sabit ve kararlı bir hale gelmesidir.
Ancak burada, bir başka soru karşımıza çıkmaktadır. Peirce’ın savunduğu bilimsel yöntemin temel varsayımı, bizim inançlarımızdan bağımsız, dışımızda ve kalıcı bir gerçekliğin olmasıdır. Az önce ifade edilen görüşler, bu varsayımla çelişiyor gözükmektedir. Peirce, bu sorunun farkındadır. Bir başka eserinde şöyle söylemektedir:
(...) bize göre mevcut olan her şey kendimizin görüngüsel bir dışavurumu (olmasına rağmen), bu o şeyin biz olmaksızın var olan bir şeyin fenomeni olmasına engel değildir, tıpkı bir gökkuşağının, hem güneşin hem de yağmurun birlikte bir dışavurumu olması gibi (“Some Consequences of Four Incapacities”, s.169).
Peirce’ın yaklaşımı, daha önceki yöntemleri tartışırken gördüğümüz gibi, diğer inançlarımızdan etkilenmeyen, saf ve dolaysız bir bilgi türü, saf, duyusal olanla karışmamış bir görü ortaya koymak değildir. Peirce böylesi bir kesinliğin olamayacağını düşünmektedir. Onun aradığı, inançların kesinliğinden çok inançların iyileştirilmesi ile ilgilidir.
Ancak, böyle bir yaklaşım içerisinde “doğruluk”, tam olarak ne anlama gelmektedir. Doğruluğun ne olduğuna baştan karar verip inanç ve şüpheyi doğruluğa göre tanımlayamadığımıza göre, doğruluğu nasıl tanımlayabiliriz?
Peirce’ın verdiği birkaç tanımı burada analım:
“Tüm araştıranlar tarafından nihaî olarak üzerinde anlaşılma kaderini haiz olan kanaat bizim doğrulukla kastettiğimiz şeydir.” (“How to Make Our Ideas Clear”, s.268) [Doğru] “... şüphe tarafından sarsılamaz bir inanç halidir.” (“What Pragmatism Is”, s.279)
Görüldüğü gibi Peirce’ın yaklaşımında doğruluk, inanç ve şüphe cinsinden tanımlanmaktadır. Doğru bir inanç, sabitlik kazanmış bir inançtır. Ancak buradaki sabitlik, geçici bir sabitlik değildir. Şüphe tarafından sarsılamayacak mutlak bir sabitliktir. Herhangi bir konuda araştırma yapanların, azimli bir biçimde bilimsel yöntemi izlerlerse, nihaî olarak üzerinde anlaşacakları inançtır.
Tüm bu söylenenler itibariyle, doğruluğun bir tür ideal olduğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü araştırmacılar, şu an için hangi konuda uzlaşmış olurlarsa olsunlar, bunun değişikliğe uğrama olasılığı bulunmaktadır. Öte yandan, sahip olduğumuz bazı inançların doğru olması da olanaklıdır. Hangi inancın bu statüye sahip oldu- ğu ise kesin değildir.
Doğruluğun bir başka özelliği ise kamusal, yani paylaşılabilir olmasıdır. Doğruluğu tek tek bireyler değil, sorgulama ya da araştırmayı yapan topluluğun (bilim cemaatinin) çabası belirlemektedir.
Peirce’ın bu yaklaşımı, pragmatizmin ruhuyla son derece uyumludur. Doğruluk inançlar cinsinden tanımlanmakta; inançlar ise belli davranış eğilimlerini gerektirmektedir. Bu durumda doğru inancın, inançtan hareketle sergilediğimiz davranışın, bu davranışın sonunda arzu ettiğimiz şeye ulaşmamızı sağlayan inanç olması gerekir. Peirce’ı n düşüncesi tam olarak bu yöndedir. Önümdeki bardakta duran sıvının su olduğuna inanıyorsam, onu içtiğimde belli bir tat hissedeceğimi ve susuzluğumu gidereceğ imi beklerim. Bardağı ağzıma götürüp sıvıyı içtiğimde o tadı alıyorsam ve susuzluğum geçiyorsa, arzum tatmin olmuş demektir. Sonuç olarak, arzularımı tatmin etmemi sağlayan bu inanç, doğru bir inançtır. Öte yandan, genel olarak doğruluktan bahsettiğimizde, Peirce doğruluğun, araştırmacı ve sorgulayıcı cemaatin beklentilerini karşılayan ve uzun vadede şüphe duyulmayan inanç olduğunu söyleyecektir.
Doğruluğun anlamını bu biçimde belirlemek, gerçekliğin ne olduğuna dair bir görüş belirtmek üzere önümüzü açmaktadır. Peirce’a göre gerçeklik, herhangi birinin, onların ne olduklarını düşünmesinden bağımsız olarak şeylerin sahip oldukları özelliklerdir.
Bu tanım “doğru” görünmektedir. Öte yandan, bize neyin gerçek olup olmadığı konusunda bir ölçüt vermemektedir. Peirce, az önce ifade ettiğimiz doğruluk anlayışından hareketle, gerçekliğe ilişkin bir başka tanım daha vermektedir. Bu yaklaşıma göre gerçeklik, doğru kanaatin öyle olduğunu söylediği şeydir. Doğru kanaat ise, daha sonra yapılan bilimsel araştırmalarca değişikliğe uğratılmayan kanaattir. Hal böyle ise, birisi çıkıp, gerçekliğin kanaatler cinsinden tanımlandığını, bu durumda ise gerçekliğin, Peirce’ın olduğunu iddia ettiğinin aksine bize bağımlı hale geldiğini öne sürebilir. Peirce, bu eleştiriye şu biçimde yanıt vermeye çalışır. Peirce’a göre gerçeklik, sonlu sayıda bireyin sorgulamalarından bağımsızdır. Öte yandan, sorgulama bilimsel olduğu ve yeterince uzun süre azimle sürdürüldüğü sürece sorgulama içerisinde kendisini açar. Peirce’a göre bilim, gerçekliğin ölçütüdür. Ancak burada, bilimsel etkinliğe başlamadan önce belirlenmiş bir ölçütten söz edilmemektedir ki böyle bir belirleme, Peirce’a göre olanaklı değildir. Peirce, sadece söz konusu ölçüte doğru ilerlemenin yolunu bildiğimizi söylemektedir. Ampirik sorgulama, bizi ideal bir doğruluk ve bilgi noktasına doğru götüren yoldur.
Burada sorulması gereken sorulardan birisi, Kant’ın da kastettiği biçimiyle bizim bilgimizin dışında kalan bir kendinde şeyin Peirce için bulunup bulunmadığı- dır. Peirce, bu konuda Kant’tan farklı düşünmektedir. Şeyler, oldukları haliyle kendilerini sorgulamaya sunarlar. Bu varlık anlayışına eşlik eden bilgibilim anlayışı ise şu ilke ile ifade edilebilir: Eğer bir hatayı keşfetmek imkânsız ise, hatanın olduğunu söylemek de imkânsızdır. Bu son ilkeyi anlamlandırmak ise Peirce’ın anlam kuramına girmemizi gerektirmektedir.Pragmatizm-Anlam İlişkisi
Peirce, daha önce de ifade ettiğimiz gibi, metafizik konusunda görüşleri olan bir düşünürdür. Ancak kendisi, pragmatizmi bir tür metafizik olarak görmemektedir:
(...) pragmatizm, kendi başına, bir metafizik doktrini, şeylerin hakikatini belirleme çabası değildir. Sadece, zor sözcüklerin ve soyut kavramların anlamını açıklığa kavuşturma yöntemidir (“Survey of Pragmatism”, 317).
Peirce’ın bu yöntemi doğruluk, inanç, şüphe gibi kavramları karşılıklı bağıntı- ları içerisinde ele alırken nasıl kullandığını yukarıda gördük. Öte yandan, Peirce’ın bu yöntemi tüm zihinsel içerikler için kullandığı söylenemez. Peirce’ın amacı, kendi deyişiyle, düşünsel (İng. intellectual) kavramları açıklığa kavuşturmaktır. Düşünsel kavramlar, nesnel olgulara ilişkin kanıtlamalara zemin sağlar (“Survey of Pragmatism”, 318). Peirce, bu tanımla neyi kastetmektedir? Bunu anlamak için bir yol, “nesnel olgulara ilişkin kanıtlamalara zemin sağlamayan” zihinsel içeriklerin neler olduğunu anlamaktan geçer. Peirce, düşünsel kavramlara karşıt olarak yalnızca, öznel duygulanımları koyar.
Düşünsel kavramlar ile yalnızca öznel duygulanımlar arasındaki farkı ortaya koyabilmek üzere Peirce, renk tayfındaki renklerin, sabit bir noktaya göre bakışımlı (simetrik) olarak yer değiştirdiği bir düşünce deneyinden söz eder. Renk tayfı, bir çizgi üzerinde renklerin frekanslarına göre dizilmeleri ile oluşur Bu tayfın orta noktasına eşit mesafede (eşit frekans büyüklüğünde farklılaşan) renkler, birbirlerine göre simetrik renklerdir. Şimdi varsayalım ki benim, fizyolojik/zihinsel yapı m ile bir başkasınınki öyle bir biçimde farklılaşmış olsun ki benim belli bir renkte bir nesneyle karşılaştığımda deneyimlediğim renk ile diğer kişinin deneyimlediği renk birbirlerine göre simetrik olsun. Bir bakıma diğer kişi, benim sahip olduğum renk tayfının ters çevrilmişine sahip olsun. Öte yandan, her ikimize de renkler, sistemli olarak farklı görünse de nesnelerin rengi bize sorulduğunda ikimiz de aynı sözcüğü kullanmayı öğrenmişizdir. Bir başka deyişle, renk tayfının bu suretle tersine çevrilmiş olması, her ikimizin sergilediğimiz davranışlarda (konuşmamızdan, bilimsel araştırmalar yapmamıza) hiçbir farklılığa yol açmaz. Böyle bir farklı- lığın olduğunu tespit edecek davranışsal bir ölçütümüz yoktur. Peirce, bu biçimde davranışsal hiçbir farklılığa yol açmayan bir tersine çevirmeye olanak verdiği için renkleri yalnızca öznel duygulanımlar olarak adlandırmaktadır. Oysa durum, düşünsel kavramlar için böyle değildir.
Örneğin, bir nesnenin uzunluğundan, sertliğinden, kapladığı hacimden bahsettiğimizde ya da bir düşünceye inandığımızı, savunduğumuzu söylediğimizde kullandığı mız “uzunluk”, “sertlik”, “hacim”, “inanmak”, “savunmak” gibi kavramlar bizim davranışlarımızı, kullandığımız dili, akıl yürütmelerimizi doğrudan etkiler. Örneğ in, “uzunluk” kavramını anlayıp anlamamamız davranışlarımızı belirler. Birisi, bizden birkaç çubuktan en uzun olanı istediğinde hangisini nasıl seçeceğimiz kavramı anlamamıza bağlıdır. “Uzunluk” kavramının içerdiği unsurlar, uzun bir nesnenin sağlayacağı belli özellikleri belirler. Uzun bir nesneyle yapılabilecek ama kısa bir nesneyle yapılamayacak bazı işleri birbirinden ayırt edebiliriz. Bir bakıma bu unsurlar, söz konusu nesnenin yatkınlıklarını belirler.
Bu düşünce çizgisini takip ederek şimdi, düşünsel bir kavramın anlamını nasıl belirleyebileceğimize bakalım. Bir başka deyişle, düşünsel bir kavramı nasıl açıklığa kavuşturabileceğimizi soralım.
Peirce, fikirlerin açıklığa kavuşturulması söz konusu olduğunda, üç düzeyi birbirinden ayırt eder. İlk düzeyde bir fikirle aşina oluruz. Bu düzeyde, söz konusu fikirle karşılaştığımız sıradan durumlarda söz konusu fikri (ya da bu fikrin bir nesnede özellenmesini (İng. instantiation) tanırız. İkinci düzey, söz konusu fikrin tanımını ifade edebildiğimiz düzeydir. Üçüncü düzey ise fikri kavramamızın pratik alanda sonuçlarının/etkilerinin farkında olmamızı içerir. Peirce’a göre bu etkilerin toplamı, bize açıklığa kavuşturmaya çalıştığımız fikri verir. Üçüncü düzeyde bir açıklık elde etmek, söz konusu fikrin belirlediği nesne ile ilgili bir işlem gerçekleştirmemizi ve bunun sonuçlarını gözlememizi içerir. Bu yöntemle elde ettiğimiz tanı m genellikle işlemsel tanım olarak adlandırılır.
Bu üç düzeyi bir örnekle ele alalım. Açıklığa kavuşturmaya çalıştığımız fikir “parlaklık” olsun. İlk açıklığa kavuşturma düzey, parlak nesneleri diğer nesneler arasında ayırt ettiğimiz düzeydir. Birisi “Gidip parlak taşları toplayın” dediğinde ya da bir bijuteri dükkânında kendimize parlak taştan yapılma bir kolye seçmeye çalışırken, iyi bir sonuç alabilmemiz, parlaklık konusunda birinci düzeyde açıklığa sahip olmamızı gerektirir. İkinci düzey açıklığa kavuşturma ise parlaklığa ilişkin bir tür sözlük tanımı verebilmemizi içerir. Örneğin parlak, “gözü alacak veya dikkati çekecek biçimde ışık saçan veya yansıtan” olarak tanımlanabilir. Üçüncü düzey açıklık ise parlak nesnelerle ilgili bazı işlemler düşünüp sonuçlarını gözlememizi gerektirir. Örneğin, parlak bir cisme el feneri tutarsak, ışığın yansıması gözümüzü alır ya da parlak bir cismin üzerinde diğer cisimlerin yansıması görülebilir vb. Yukarı da da ifade ettiğimiz gibi, Peirce’a göre, açıklığa kavuşturmaya çalıştığımız “parlaklık” fikri, tüm bu gözlenen etkilerin ve sonuçların toplamıdır.
Bir başka deyişle, Peirce’ın pragmatizminin tüm amacının, kendi ifadesiyle, zor sözcükler ve soyut kavramlar hakkında bu biçimde bir üçüncü düzey açıklığa ulaşmak olduğunu söyleyebiliriz. Bir şeye inanmak, bir şeyden şüphe etmek, bir şeyin doğru ya da gerçek olması hep aynı işlemi, sonuç yöntemini uygulamamızı gerektirir. Söz konusu işlemler, bir topluluğa mensup tüm bireyler tarafından gerçekleştirilebilir ve sonuçları, kamusal olarak gözlemlenebilir şeylerdir. Bu, açıklığa kavuşturulmaya çalışılan terimlerle ilgili öznel duygulanımlara hiç yer olmadığı anlamına gelmez. Öte yandan bu öznel duygulanımlar, açıklığa kavuşturmaya çalıştığımız terimlerin anlamlarının bir parçası değildir. Bu nokta bizi Peirce’ın dil anlayışına getirmektedir. Peirce’a göre dil, çocukken öğrendiğimiz ve başkalarına öğrettiğimiz toplumsal bir uzlaşımdan ibarettir. Eğer anlam, kamusal ve paylaşılabilir bir şeye dayanmasaydı, dilin öğrenilmesi ve öğretilmesi olanaklı olmazdı. Bu bakı ş açısına göre, terimlerin anlamlarının “belirlenmiş” ya da “sabitlenmiş” olduğu da söylenemez. Anlamlar ne yaptığımıza, neyi hangi yöntemle ve ne ölçüde açıklığa kavuşturduğumuza bağlı olarak değişebilir. Bu değişim olgusu, Peirce tarafından kabul edilir. Peirce’ın dil anlayışı ile Darwin’in evrim kuramı arasındaki bağ da tam bu noktada berrak hale gelir. Dil, Peirce’a göre, evrime tâbîdir.
Eğer gözlemlenebilir ve paylaşılabilir olan etkiler ve sonuçlar anlam için esas ise şöyle bir soru da akla gelebilir: Birbirinden farklı biçimde ifade edilen ama etkileri veya sonuçları bakımından ayırt edilemeyen iki inancın farklı olduğu söylenebilir mi? Peirce’ın görüşlerini tutarlı bir biçimde takip edersek bu soruya vermemiz beklenen cevap “hayır” olmak durumundadır. Pragmatizmin anlam kuramının bu yanını William James, bir slogan haline getirmiştir: “Her farklılık bir fark yaratmalıdır.”
Bu anlam kuramının, Batı metafiziği açısından yıkıcı sonuçları bulunmaktadır. Çünkü söz konusu metafiziksel ifadeler birbirleri cinsinden tanımlanan ve anlaşılmaları, bilinen bir fark yaratmayan ifadelerdir. Peirce’a göre böyle ifadeler, anlamsı z ve saçma olarak kabul edilmelidirler.
Elbette, bu eleştirinin sonucunda felsefe adına yapılabilecek neyin kaldığı da sorulabilir. Anlamlı düşünsel etkinlikler, ampirik bilimlerle ve bu bilimlere zemin sağlayan anlambilim çalışmaları ile sınırlanmış görünmektedir. 20. yüzyılda bu sonucu açık biçimde çıkaran ve ifade eden (mantıksal pozitivizm gibi) felsefî hareketleri, bu kitap içerisinde ele alacağız.
Bu noktada, Peirce’ın anlam kuramını daha iyi anlayabilmek için anlam fikrinin kendisi ile ilgili Peirce’ın ne düşündüğü üzerinde biraz daha duralım. Peirce’a göre anlam, sabit bir olgu değildir. “Düşünsel bir kavramın anlamı nedir?” diye sorduğumuzda, “Bu kavram şu anlama gelir.” deriz. Ancak, burada ifade ettiğimiz anlamın kendisi de bir başka anlama gönderme yapmaktadır. Bu itibarla anlam, bir işaret etme bağıntısı yoluyla anlaşılabilir. Daha doğrusu, anlamı olan şeyler işaretlerdir.İşaretler
Peirce’a göre işaretler, canlılar dünyasındaki en ilkel iletişimden en karmaşık dillere kadar her alanda karşımıza çıkar. İşaretlerin ayırt edici özelliği, üçlü bir yapıyı haiz olmalarıdır. Bir işaret, bir yorumlayana göre bir nesnenin yerine geçer. Bir işaret olmak, bu üç unsuru içerir. “Bir işaret bir nesneye işaret eder.” demek, yeterli değildir. “Bir işaret bir yorumlayana göre bir nesneye işaret eder.” demek daha doğrudur. Bu üçlü yapıyı kullanarak, dil felsefesinin farklı alt dallarını belirlememiz mümkündür. Burada Peirce, “yorumlayan” terimi ile insanları, bilinç sahibi yorumlayanları kastetmemektedir. Örneğin bir kuşun, bir sürü içerisinde belli bir düzende uçarken, sürü başının gagasından çıkan bir sese tepki vererek belli bir başka düzene geçmek üzere yer değiştirmesi, söz konusu sesin (işaretin) yorumlayanıdır.
İşaretlerin birbirleriyle olan bağıntıları, dizilimleri, hangi dizilimlerin bir dil oluşturduğu vb. konular dizimbilimin (sentaks); işaretlerin neyin yerine geçtikleri, neyi temsil ettikleri ve neye işaret ettikleri anlambilimin (semantik); işaretlerin o işaretleri kullanan ve yorumlayanlar için sonuçları ve etkileri ise kullanımbilimin (pragmatik) konusunu oluşturur.
Kısaca, Peirce’ın işaretlerin anlambilimi hakkındaki bazı sınıflandırmalarını ele alalım. Peirce bir işaret ile işaret edilen nesne arasında üç farklı tür bağıntı bulunduğunu ifade eder. Peirce ilk olarak indekslerden (veya bağlamsal göstergelerden) söz eder. Bu durumda, işaret ile işaret edilen arasında nedensel bir bağıntı mevcuttur. Dumanın ateşe, bir yanaktaki kırmızı beş parmak izinin atılmış bir tokata işaret etmesi gibi. İkinci olarak ikonlardan (veya görüntüsel göstergelerden) söz eder. Bu durumda, işaret ile işaret edilen nesne arasında bir benzerlik bağıntısı bulunmaktadır. Son olarak sembolleri (veya simgesel göstergeleri) ayırt eder. Bu durumda ise işaret eden ile işaret edilen arasındaki bağıntı, uzlaşımsal ya da rastlantı saldır. Örneğin, “kitap” sözcüğünde okumakta olduğunuz kitaba işaret etmesini gerektirecek hiçbir bağıntı yoktur.
Peirce, yorumlayan olmaksızın bir işaretin bir nesneye işaret etmeyeceğini düşünmektedir. Bu noktada da yorumlayanların üç farklı türünü ayırt eder. İlk olarak, duygusal yorumlayanlar, işaretlerle karşılaştıklarında yoğun bazı duygular hissederler. Örneğin, futbol takımının renklerini taşıyan bir nesne görünce coşku hisseden bir taraftar. Burada, söz konusu duygunun kendisi de bir işarettir. Söz konusu coşku ya da gurur duygusu, tutulan takıma işaret etmektedir. İkinci olarak, enerjik yorumlayanlar, bir işaretle karşılaştıklarında belli bir fiziksel eylemi gerçekleştirirler. Peirce, bunlara bir çavuşun emriyle belli hareketleri yapan askerleri verir. Üçüncü olarak, mantıksal yorumlayanlar gelir. Peirce’ın özellikle üzerinde durduğu yorumlayanlar bunlardır. Öncelikle, mantıksal yorumlayanlar da işaretlerdir. Örneğin, bir sözcüğün sözlükteki karşılığı, sözcüğün (işaretin) mantıksal yorumlayanı dır ve kendisi de bir işarettir. Ancak, işaret etme süreci bu noktada sonlanmaz. Bir başka deyişle, sözcüğün sözlükteki karşılığı nihaî veya son yorumlayanı olamaz. Kendisi bir işaret olması itibariyle, başka yorumlayanlara gönderme yapar. Bu işaret etme sürecinin bir sonu var mıdır? Başka bir deyişle, nihaî bir yorumlayan var mıdır?
Peirce’a göre nihaî yorumlayan, bir alışkanlık veya bir yatkınlıktır. Burada, düşünsel kavramların açıklığa kavuşturulması sürecinde karşılaştığımız durumla tutarlı bir cevapla karşılaşmış oluyoruz. Bir işaretin anlamını kuşatmak istediğimizde varacağımız nihaî yorumlayan, tıpkı bir inanca sahip olmanın belli bir alışkanlığa ya da yatkınlığa sahip olmamız anlamına gelmesi gibi, bir alışkanlık ya da yatkınlıktır. Bir düşünsel kavramın anlamını kuşatmak, anlamına hâkim olmak, mantıksal yorumlayanları bilmek ve en sonunda belli bir davranışsal alışkanlık geliştirmekten ibarettir.
Tüm bu tartışmanın önemli bir sonucu, işaretlerin bir işaretler dizgesi içerisinde bir anlamı haiz olduklarıdır. Diğerlerinden yalıtılmış olarak bir işaretin anlamından söz edilemez. Bir diğer önemli sonuç ise, düşünsel etkinliğimizin eylemlerle ilişkili olarak tanımlanması ve düşünsel yaşantımızın amacının ihtiyaçlarımıza cevap veren alışkanlık ve davranış biçimlerini geliştirmekten ibaret olmasıdır. Darwin’in evrim kuramının esasında yer alan çevreyle uyum kavramı, Peirce’ın savunduğu biçimiyle pragmatizme de ana rengini vermektedir.
Hazırlayan: Sosyolog Ömer YILDIRIM
Kaynak: Ömer YILDIRIM'ın Kişisel Ders Notları. Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 1. Sınıf "Felsefeye Giriş" ve 2., 3., 4. Sınıf "Felsefe Tarihi" Dersleri Ders Notları (Ömer YILDIRIM); Açık Öğretim Felsefe Ders Kitabı