Charles-Louis de Secondat, Baron de La Brède et de Montesquieu (18 Ocak 1689 – 10 Şubat 1755), daha çok bilinen adıyla Montesquieu, bir Fransız politik düşünürüdür.
Kuvvetler ayrımı esasını ortaya atmıştır. 20 yıl üzerinde çalıştığı De l'esprit des lois adlı kitabında yasama, yürütme ve yargı'yı birbirlerinden ayırmanın önemini vurgulamıştır.
Charles-Louis de Secondat Montesquieu. 1689-1755 yılları arasında yaşamış Fransız filozofu. Bir siyaset sosyolojisi geliştiren Montesquieu, esas ününü toplum, hukuk ve yönetim tarzı konusunda gerçekleştirdiği karşılaştırmalı araştırmadan almıştır. Siyaset ve hukuk konusunda tümevarımsal ve deneysel bir yaklaşımı benimseyen filozof, olguları kaydetmek yerine anlamayı, fenomenleri konu alan karşılaştırmalı bir soruşturmayı, tarihsel gelişmenin ilkelerine ilişkin sistematik bir araştırmanın temeli yapmayı itmiştir. Siyaset konusuna, şu halde bir tarih filozofu olarak yaklaşan Montesquieu, farklı politik toplumlardaki farklı pozitif hukuk sistemlerinin çok çeşitli faktörlere, örneğin, halkın karakterine, ekonomik koşullarla iklime, vs., göreli olduğunu söylemiştir. O, işte bütün bu temel koşullara, "yasaların ruhu" adını vermiştir. Montesquieu bu bağlamda, üç tür yönetim tarzını birbirinden ayırmış ve bu devletlere uygun düşen yönetici ilke, iklim ve topraktan söz etmiştir. Buna göre, despotizm büyük devletlere, sıcak iklimlere uygun düşer ve korkuya dayanır. Britanya örneğinde olduğu gibi, ne soğuk ve ne de sıcak olan bir iklimin hüküm sürdüğü, orta büyüklükteki devletlere uygun düşen yönetim biçimi, monarşidir; söz konusu yönetim biçimi, şan ve şerefe dayanır. Buna karşın, soğuk iklimlere ve küçük devletlere uygun düşen rejim, demokrasidir;demokrasinin yönetici ilkesinin erdem olduğunu öne süren Montesquieu, tüm insanlar için geçerli olan tek bir doğa yasası ve evrensel bir insan doğası olduğunu kabul eden akılcılığa şiddetle karşı çıkmış ve kuvvetler ayrılığı prensibini ortaya atmıştır.
Montesquieu'nün Hayatı ve Eserleri
Fransız düşünür ve siyaset kuramcısı. Yönetim biçimlerini sınıflandırması ve güçler ayrılığı kuramıyla siyaset biliminin ve çağdaş anayasa hukukunun öncülerindendir.
Charles Louis De Secondat, Baron de La Brede et de Montesquieu 18 Ocak 1689’da Bordeaux yakınlarında La Brede şatosunda doğdu, 10 Şubat 1755’te Paris’te öldü. Babası Jacques de Secondat, 16.yy boyunca Fransa Krallığı’na hizmet etmiş ve çeşitli soyluluk unvanları almış bir asker ailesindendi. Yedi yaşındayken annesinin ölümü üzerine, ailenin en büyük çocuğu olarak, miras yoluyla La Brede baronu unvanını alan Charles Louis, 1700’de Paris yakınlarındaki Juilly’de bir koleje gönderildi. 1705’te bu okulu bitirerek Bordeaux Üniversitesi’nde hukuk öğrenimine başladı. 1708’de avukat oldu ve mesleğinde deneyim kazanmak için Paris’e gitti. 1713’te babasının ölümü üzerine Bordeaux’ya döndü, ertesi yıl da Bordeaux Parlamentosu’na üye oldu. O dönemde Fransa’da parlamento üyeleri ya kral tarafından seçiliyor ya da üyelik babadan oğula geçiyordu. Parlamentonun başlıca görevi yargılama, kralın emirnamelerini ilan etme ve zaman zaman krala uyarıda bulunmaktı. 1715’te kendisine yüklü bir çeyiz getiren Jeanne de Lartigue ile evlenen, ertesi yıl, Montesquieu baronu olan amcasının ölümüyle onun tüm servetini, baronluk unvanını ve Bordeaux Parlamentosu’ndaki başkanlık görevini devralan Montesquieu, aynı yıl Bordeaux Akademisi’ne girdi. Bir yandan parlamentodaki görevini sürdürürken, bir yandan da bilimsel çalışmalarına ağırlık verdi ve 1717-1720 arasında akademiye birçok bilimsel inceleme sundu.
Fransız aydınlanmasının önde gelen temsilcilerinden biri de 1689-1755 yılları arasında yaşayan Montesquieu’dur (Charle-Louis de Secondat, baron de la Brede et de Montesquieu). Siyaset ve hukuk felsefecisi ve toplumsal konularda etkili bir eleştirmen kimliği ile belirginleşmiştir. Fransa’nın güney batısındaki Brede fiatosunda doğdu. Babası aristokrat sınıfından bir subaydı. Katolik Juilly kolejinde okuduktan sonra Bordo Parlementosunda görev aldı. Bu arada İngiltere’de Büyük Devrimin (1688-1689) ardından parlementer monarşiye geçilmesiyle birlikte oluşan göreli özgürlük ortamını yakından izleyerek hayranlık duydu. Fransa’da XIV. Louis, uzun bir saltanattan sonra 1715’te ölmüş, yerine XV. Louis geçmişti. Yönetim anlayışında hiçbir reform olmaması kendisini rahatsız etmiş, İngiltere’deki reformcu anlayıştan etkilenerek Fransa’nın devlet düzenine karşı eleştirel yazılar yazmıştır. Söz konusu etkiler altında kaleme aldığı ilk yapıtı, 1721 tarihli İran Mektupları’dır. Fransa’daki politik koşullar, toplum yapısındaki ve kilise düzenindeki ussallık dışı ögeler eleştirilmektedir. 1734’te Romalıların Görkem ve Yozluklarının Nedenleri Üzerine İrdelemeler, 1748’de ise başyapıtı olan Yasaların Ruhu (De l’esprit des lois) yayımlandı. Yapıt hızlı bir etki yarattı. Fransa’da hem rejim yandaşları, hem de karşıtları tarafından düşmanca karşılandı. Katolik kilisesi yapıtı mahkûm etti ve 1751’de yasaklı yapıtlar listesine aldı. Buna karşılık Avrupa’nın geri kalanında ve İngiltere’de övgüyle karşılandı.
YAPITLAR (başlıca): Dissertation sur la politique des Romains, 1716, (“Romalılar’ın Siyaseti Üstüne İnceleme”); Les dettes de l’etat, 1718, (“Devlet Borçları”); Observations sur l’histoire naturelle, 1721, (“Doğa Tarihi Üzerine Gözlemler”); Lettres persanes, 1721, (İran Mektupları, 1963); De la monarchie üniverselle en Europe, 1734, (“Avrupa’daki Evrensel Monarşi Üzerine”); Consi-derations sur les causes de la grandeur des Romains et de leur decadence, 1734, (Romalılar’ın Azamet ve İnhitatları Hakkında Mülahazat, 2 cilt, 1919-1921); De l’esprit des lois, 1748, (Kanunların Ruhu Üzerine, 1963); Defense de l’esprit des lois, 1750, (“Kanunların Ruhunun Savunması”).Hazırlayan: Sosyolog Ömer YILDIRIM
Kaynak: Ömer YILDIRIM'ın Kişisel Ders Notları. Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 1. Sınıf "Felsefeye Giriş" ve 2., 3., 4. Sınıf "Felsefe Tarihi" Dersleri Ders Notları (Ömer YILDIRIM); Açık Öğretim Felsefe Ders Kitabı
Kuvvetler Ayrılığı İlkesi Nedir, Ne Demektir?
Kuvvetler ayrılığı, Fransız aydınlanmacı düşünür Baron de Montesquieu tarafından ortaya atılmış olan, demokratik devlet yönetimini düzenleyen bir modeldir.
Bu model içinde devlet çeşitli birimlere ayrılmıştır, her birimin ayrı ve bağımsız gücü ve sorumluluk alanları vardır. Bunun yanında her birim bir diğerinin güç kullanımı üzerine sınırlamalar getirebilmektedir. Devlet birimleri genel olarak yasama, yürütme ve yargıdan oluşur. ABD sistemine göre bu birimler "hükümet birimleri" olarak adlandırılırken diğer sistemlerde "hükümet" sadece yürütme birimini ifade eder.
Kuvvetler ayrılığı ilkesinin taraftarları bu ilkenin demokrasiyi koruduğunu ve zorba, totaliter hükümetlere engel olduğunu savunurlar. Bu ilkenin karşıtlarına göre ise ilkenin demokrasiyi koruması bir yana bırakılırsa, kuvvetler ayrılığı aynı zamanda yönetimi yavaşlatmakta ve/veya yürütme diktatörlüğünü desteklemekte; hesap verilebilirliği düşürmekte ve yasamanın gücünü azaltmaktadır.
Günümüzde tam olarak uygulanan bir kuvvetler ayrılığı veya bir kuvvetler birliğinden söz edilemese de, pek çok yönetim sistemi açık bir şekilde kuvvetler ayrılığı ya da kuvvetler birliği ilkesine dayanmaktadır.
Montesquieu'nun Teorisi
Montesquieu, politik gücü yasama, yürütme ve yargı olarak üçe ayırmıştır. Kendisi bu fikrini İngiliz yönetim biçimine dayandırmaktaydı. Buna göre İngiliz yönetim sisteminde güç kral, parlamento ve mahkemeler arasında paylaşılmıştı. Montesquieu'yü eleştiren sonraki yazarlara göre Montesquieu hatalı olarak böyle bir dayandırma yapmıştı, çünkü o zamanlarda Büyük Britanya'da yasama, yürütme ve yargı birbirleriyle ilişki içindeydiler
Kuvvetler Ayrılığı ve Kuvvetler Birliği
Demokratik yönetim sistemi düzenlenirken Başkanlık sistemi ve Parlamenter sistem arasında belirli bir seçim yapılır, bu seçim tamamıyla uygulanacak bir düzen seçimi olmak zorunda değildir. "Kuvvetler ayrılığı" başkanlık sistemi için daha doğaldır, "kuvvetler birliği" ise "parlamenter sistem"ler için. Bununla birlikte "karışık sistemler" de vardır, yönetim sistemi iki ana sistemin ortasında daha yakındır, örneğin Fransa'daki şimdiki yönetim şekli (5. Cumhuriyet).
Kuvvetler birliği ilkesine göre bir yönetim birimi (genellikle seçilerek gelen yasama birimi) diğerlerinden üstündür ve diğer birimler bu birime hizmet ederler. Kuvvetler ayrılığı ilkesine göre ise her birim büyük oranda (tamamıyla olmasa da) bağımsızdır. Bağımsızlıktan kasıt her birimin diğer birimlerden bağımsız olarak seçilmesi ya da en azından varlığının diğer birimlere bağlı olmamasıdır.
Buna göre, kuvvetlerin birliği sistemlerinde (en ünlü örneklerden Birleşik Krallık'ta mesela) yasama kurumu halk tarafından seçilir ve yasama daha sonra yürütme birimi hükümeti "yaratır". Kuvvetlerin ayrılığı sistemlerinde ise yürütme birimi üyeleri yasama tarafından değil, başka çeşitli yollarla (örneğin seçimlerle) seçilirler. Parlamenter sistemlerde yasama biriminin süresi dolduğunda yürütme biriminin de süresi dolmuştur. Başkanlık sistemlerinde ise yürütme biriminin süresi yasama süresine bağlı değildir, süreleri aynı zamanlarda dolabilir veya dolmaz. Burada önemli nokta yürütme biriminin seçiminin yasama biriminden bağımsız olmasıdır. Buna rağmen, yürütme biriminin partisi eğer mecliste çoğunluğa sahipse, başkanlık sisteminde de belirli bir derece "kuvvetlerin birlikteliği" etkisi görülebilir. Böyle durumlar anayasal hedefleri engelleyebilir, ve/veya halk tarafından büyük oranda benimsenen "yasama biriminin daha demokratik, halka daha yakın olduğu" fikrini baltalayabilir. Bu durumda yasama birimi sadece bir "danışma meclisi" konumunu alır ve yürütmeyi hatalara ve fiyaskolara karşı sorumlu tutmakta isteksiz olabilir.
Frenler ve Dengeler Sistemi
Bir birimin diğerlerinden üstün olmasını engellemek ve birimleri birlikte çalışmaya teşvik etmek için, kuvvetler ayrılığını uygulayan yönetim sistemleri "frenler ve dengeler"ni geliştirdiler. Bu terim de Montesquieu'e atfedilmektedir. Frenler ve dengeler sistemine sayesinde bazı birimler diğer birimlere etki edebilirler (örneğin Amerikan başkanının Kongreden geçen yasaları veto etme hakkının olması veya Kongrenin federal mahkeme kararlarını değiştirebilmesi gibi). Kuvvetler ayrılığı ilkesini benimsemiş her ülkenin kendine özgü bir "frenler ve dengeler" sistemi vardır. Ülke yönetimi başkanlık sistemine ne kadar yakınsa birimler arasında çekler o kadar çoktur ve birimler göreli güçleri bakımından o kadar eşittirler.
Montesquieu’ye göre her devlette yasaları yapan ve bunların uygulanmasını denetleyen yasama, bu yasaları uygulayan yürütme ve yasalara uymayanları cezalandıran yargı güçleri vardır. Yasama, yürütme ve yargı güçlerinin bir tek elde toplandığı bir ülkede özgürlük olamaz. Montesquieu’nün savunduğu, hukuksal anlamda bir güçler ayrılığı değil, toplumsal ve siyasal güçlerin ayrılığıdır. O dönemde, yürütme gücünü elinde bulunduran kral, çeşitli ara kurumlarda konumunu korumaya çalışan soylular ve güçlenen burjuvazinin öncülük ettiği halk arasında çetin bir iktidar mücadelesi sürüp gitmekteydi. Montesquieu bu kuramıyla, bu toplumsal güçler arasında bir denge kurma çabasındadır ve güçler ayrılığı ilkesi, günümüze değin, yasama, yürütme ve yargı güçleri arasındaki dengenin nasıl sağlanacağına ilişkin tartışmaların kaynağı olmuştur.
Yasama gücü halkın bütününde olmalıdır, ancak büyük ülkelerde halk bu gücü seçtiği temsilciler aracılığıyla kullanır. Montesquieu, halkın seçilmiş temsilcilerinden oluşan meclisin yanında, soyluların temsilcilerinden oluşan ikinci bir meclis öngörür. Doğuştan, zenginlik ya da onur yönünden ayrıcalıklı olan soylular, ayrıcalıklarına bağlı olarak yasama organında pay sahibi olmalıdırlar. Bu ikinci meclisin bazı konularda veto yetkisi olacağını öngören Montesquieu, bu görüşünde, İngiltere’deki Lordlar Kamarası ile Avam Kamarası ayrımından esinlenmiştir.</p><p>Yürütme gücü kralın elinde olmalıdır. Yasama organını toplantıya çağırma yetkisi de krala tanınmıştır, ancak kral yasama organını yılda en az bir kez toplantıya çağırmak zorundadır. Yürütmenin, yasamanın işlemlerini veto ederek durdurma hakkı vardır, ancak yasamanın yürütmeyi durdurma yetkisi olmayacaktır. Montesquieu bu görüşleriyle yasamaya üstünlük tanıyan parlamenter sisteme karşı çıkmaktadır. Örnek aldığı o dönem İngiltere’sinde, yürütme organının üyeleri olan bakanlar kral adına hareket etmektedirler.
Montesquieu’nün 18.yy Aydınlanma dönemi düşünürlerinden olduğu kabul edilir. Ancak, yaşadığı koşulların ve içinde bulunduğu dönemin etkisiyle gelenekçi ve muhafazakâr düşünceleri savunmaktan da geri kalmamıştır. Mutlak monarşiye karşı çıkarak, soyluların ayrıcalıklarının korunmasını istemiş, böylelikle, İngiltere’den gelen liberalizm akımını Fransa’nın koşullarıyla birleştirmeye çalışmıştır. Gene de, mutlakiyetçiliğe karşı mücadelesi ve düşünceleriyle Montesquieu, Fransız Devrimi’ne yol açan hareketin esin kaynağıdır. Yönetim biçimlerini sınıflandırması ve güçler ayrılığı kuramıyla siyaset biliminin kurucusu ve çağdaş anayasa hukukunun babası sayılır. Ayrıca, Comte ve Durkheim tarafından sosyolojinin ilk habercileri arasında anılan Montesquieu’yü bazı tarihçiler de modern tarih biliminin öncülerinden biri olarak gösterirler.
İktidarın Dağılımı ve Çevresel Nüfuz
Fransız avukatı Charles-Louis de Secondat, daha sonra Baron de Montesquie (1689-1755) 1700'lerin en başta gelen siyaset teorisyeniydi. Montesquieu özellikle yaptığı başlıca iki katkıyla tanınır. Özgürlüğün bir koşulu olarak güç ayrılığı teorisi ve siyaset üstünde farklı çevrelerin etkisi teorisi.
Kanunların Ruhu Üzerine adlı çalışmasında Montesquie hukukla ilgili olarak çifte bir tez ileri sürer: Farklı yasaların bir ve aynı olan hukuktan formüle edildiği esasına dayanan doğal haklar tezi ile hukukun bu farklı formülasyonlarının farklı sosyal ve doğal çevrelerce belirlendiği tezidir. Montesquie böylece çoğunlukla doğal haklar tezini yadsıdığımızda karşımıza çıkan rölativizmden ve evrensel bir doğal haklar hukukunu bu hukukun nasıl somut durumlarla bağlantılandığını açıklamaksızın gerçek saydığımızda ortaya çıkan verimsiz dogmatizmden sakınmış olur. Kanunların Ruhu Üzerine, çeşitli çevreler ve tekabül eden hukukun spesifik formülasyonları arasındaki bu bağlantıyı ayrıntılı bir şekilde ele alır.
Doğal haklar fikri yeni bir şey değildi. Bu hukuku ortak bir aklın yardımıyla tanıdığımız tezi de yeni değildir. Göreceli olarak yeni olan şey, Montesquie'nun çevre ve kanunların yapısı arasındaki bağlantıyı gözleme dayalı bir şekilde araştırmamız yönündeki tavsiyeleri. Bununla birlikte, bu fikir de tam anlamıyla yeni değildi. Hem Aristo hem de Machiavelli bunu daha önceden önermişti. Kaldı ki Montesquieu de çevreye yönelik muamelesinde tam anlamıyla ampirik sayılmazdı. Bu büyük oranda bir takım hususlarda, mesela, iklim, toprak, ticari yapı, üretim biçimi ve adetlerin siyaset ve yasama üzerinde bir etkisi olması gibi, oldukça doğru bir sezgiyle sınırlıydı.
Ayrıca, Montesquieu üç tür hükümet biçimi (cumhuriyet, monarşi ve despotizm) ve üç tekabül eden ilkeye ilişkin (erdem, onur ve korku) sınıflayıcı bir sunum yapar. Sonraki (Aristo'yu hatırlatan) üçlü ayrım ise muhtemelen Montesquieu'nun çağının siyasal ilgileriyle belirlenmiştir: Cumhuriyet antik Roma'nın mükemmel bir resmiydi. Despotizm ise Fransa'nın gelebileceği korkunç tabloydu. Ve monarşi Montesquieu'nun Fransa için bir ideal olarak İngiliz hükümetine ilişkin görüşünü yansıtır. Montesquieu bilimsel araştırma için kendi belirlediği şartları tam olarak karşılamada başarı sağlayamadıysa da her zaman özgürlüğün, siyasal realizmin ve bilimsel tavrın savunucusu olmuştur. Montesquieu İngiltere'de yargı, yürütme ve yasama kurumları arasında bir güç dağılımının olduğunu düşünüyordu. Bu ayrım 1700'lü yılların sonunda Kuzey Amerika ve Fransız siyasi özgürlük bildirgeleri üzerinden oluşan fikirler tarihinde önemli bir yer teşkil etti.
Güçler ayrılığı ilkesi aslında antik bir fikirdir. Buna Platon'un Yasalar ve Aristo'nun Siyaset yapıtlarında rastlayabiliriz. Bunun, bir derecede, Orta Çağ imparatorluklarında da gerçekleştiğini görebiliriz. Bir de bu fikri Locke'un düşüncesinde buluruz. Ancak hukukçu Montesquieu güçler ayrılığı tezini geliştirdi ve çeşitli hükümet organları arasında hukuki bir kontrol sistemi ve makul bir dengeye sahip olmak konusunu vurguladı. Güçler ayrılığı yargı, yürütme ve yasama işlevi arasındaki ilişkiye yönelik olarak uygulanacaktır.
Montesquieu'nün Toplum ve Tarih Anlayışı
Montesquieu bir siyaset düşünürü ve tarih felsefecisi olduğu kadar bir toplumbilimcidir de. Siyaset yazarı olarak da, coğrafi etmenlerin bir ulusun zihniyeti ve kanunların ruhu üzerinde belirleyici etkisi olduğunu öne sürer. Böylece, bir iklimler ve bölgeler kuramı geliştirir; bu kurama göre, insan toplumları, sonuçları kanun koyucular tarafından karşılanması gereken fiziksel etmenlere göre değişiklikler gösterir: kanunlar Asya sıcağının veya soğuğunun yol açtığı olumsuz eğilimlerle baş etmek zorundadır ama aynı zamanda ılıman iklimin yararlı etkilerini de korumak durumundadır. Böylece Montesquieu, Asya ile Avrupa arasında bir karşıtlığı dile getirir: ona göre iklimler Asya'yı köleliğin, Avrupa’yı ise özgürlüğün seçildiği topraklar haline getirmiştir.
Aydınlanma felsefesinden kaynaklanan bu yeni varsayım, Montesquieu’nün «iklimi, dini, yasaları, yönetim ilkelerini, geçmiş olayların örneklerini, görenekleri, hareket tarzlarını» bir ara da göz önünde bulundurarak topluca bir ‘<ulusun genel zihniyeti> olarak tanımladığı anlayışı içinde yer alır; bu yeni varsayıma göre coğrafi farklılıklar ve toprakların işletilme düzeyi, halkların özgürlük derecesini, geleneklerin evrimini ve medeni yasaların dile getirilme biçimini etkiler. Siyasi yetkiyi ölçülü kılmada, ekonomi toplumların temel aracıdır. Sözgelimi despotluğun ortaya çıktığı toplumlarda dışlanan ama ölçülü yönetimlerin desteklediği ticaret ve para, uluslar arasında bir iletişim biçimi oluşturur: gelenekleri yumuşatır ve barışa katkıda bulunur.
Ulusların tarihi ve zihniyeti
Devletlerdeki yapının ve kanunların son derece çeşitli olması son, bunları belirleyen toplumsal olguların çeşitliliğinden kaynaklanmadığını savunan Montesquieu ne kaderci ne de görece bir tarih felsefecisidir. Halkların, kurumların ve geleneklerin tarihinden çıkardığı tabloda, ulusların genel karakterini biçimlendiren etmenlerin tümü, Romalıların Azamet İnhitatları Hakkında Mülahazalar adlı eserde de görüldüğü gibi akli nedenlere dayanır. Ona göre çeşitli nedenler arasında bir denge vardır: <Birileri şiddet yoluna başvurursa, ötekiler de aynı yola gider.» Bu nedenle insanların, ılımlı yönetim ilkesinden ayrılan ve despotluğa yönelen tüm eğilimlerle baş edebilecek ve onları düzeltebilecek yet kinlikte olduğunu kabul eder.
Ancak, Montesquieu’ye göre, çöküşe doğru bir eğilim, toplumların tarihine belirgin bir nitelik kazandırır. Bu çöküş yasasına cumhuriyetlerdeki erdemin yok olması kadar monarşilerdeki onurun yitirilmesi de tanıklık eder. İnsanların «doğaları gereği dar görüşlü olmaları ve dolayısıyla yanılgıya kolayca düşebilmeleri» nedeniyle, kanunlar sürekli biçimde doğallıktan ve mantık tan uzaklaşır. Ona göre, bu durumu engellemek için iki çözüm vardır: ya doğal hukuka, yani ulusların kanunlarından önce gelen adalet bağlantılarına geri dönülür ya da ilahi kanunları yönlendiren ılımlılık benimsenir. Ekonomiye, yetkilerin dağılımına ve temsil edilmesine dayalı bir yasal düzeni öven Montesquieu, fizik dünyaya olduğu kadar insan dünyasına da egemen olan mantığa uygun bir biçimde, tarihin çöküşünü durdurmaya ve kanunları iyileştirmeye olanak tanıyan insan özgürlüğünün yanında olduğunu belirtir.
Sosyolog ve Filozof Olarak Montesquieu
Cathrine Larrére
Çeviri: İsmail Yerguz
Montesquieu yasaların ve geleneklerin “sonsuz çeşitliliği”ni dikkate alırken, genellikleri içinde değerlendirmek amacıyla tiplere ayırırken, bunları birbirlerine bağlayan gerekli ilişkileri araştırırken büyük olasılıkla felsefi idealiteyi ve soyutlamayı bırakarak olgular gerçekliğinin sağlam zeminine basmıştır ayağını.
Sosyolog Montesquieu düşüncesi kabul edilmiştir genellikle. Tartışma büyük olasılıkla Montesquieu’nün hangi tip sosyolojiye angaje olduğu konusunda yoğunlaşmaktadır. Bir yanda E. Cassirer ya da R. Aron gibi Montesqieu’yü kapsamlı bir sosyolojinin öncüsü gibi görenler vardır ki bu kategori içinde yer alanlar yönetim tipolojisini (üç yönetim biçiminin-cumhuriyet, monarşi, despotizm- her birini anlamlı bir birlik haline getiren doğal/ilke ikiliği) Webervari bir ideal tip anlayışına indirgerler.
Öte yanda Auguste Comte ve Durkheim’la birlikte Montesquieu’yü nedensel ilişkiler arayışı içinde olan açıklamalı bir sosyolojinin öncüsü gibi görenler vardır: ama bu onu iklim teorisiyle birlikte indirgeyici ve doğalcı bir determinizme teslim olmakla suçlamaktır. Althusser, Hegel’den sonra, Montesquieu’nün sosyal bütünlüğü (iklimden dine kadar, bir toplumda etkin plan tüm faktörleri globalleştirici genel anlayış kavramı sayesinde) keşfetmesinin ve bunun sağladığı tarih felsefesinin üstünde durarak yeni bir tartışma başlatmıştır. Bu dinamik vizyonu ideal tip yorumunun ön plana çıkardığı sosyal statikle karşıtlaştırıyordu. Bu durumda büyük olasılıkla bir karara varmak gerekiyordu: bu tarihsel dinamiği bütün faktörleri birbirine bağlayan anlamsal bir bütünlüğün dinamiği olarak mı anlamak gerekirdi yoksa bunlardan biri son tahlilde bile belirleyici olabilir miydi?: Althusser böylelikle yönetimin doğası ilkesini önceliğinde ekonominin siyaseti belirlemesinin bir öncelemesini görüyordu.
Tüm kalıcı yorumların kendi yeterli gerekçeleri vardır. Montesquieu’nün sosyal bütünlüğü ve bu alanda etkin olan çeşitli faktörleri dikkate alma biçimi sosyolojik girişimle bir yakınlaşmayı gerekli kılar. Hiç kuşkusuz onun soruşturma gereci sınırlıdır ve dolaylıdır, hiç kuşkusuz açıklamaları (çokeşlilik, zinanın yasaklanması ya da yemek yeme biçimleri) genellikle şematik ya da sınırlıdır ama bu bağlamda önemli olan amacın oluşumudur. Bilinçli bir tarafsızlıkla ampirik farklılığa önem vermesi, rasyonel açıklama araştırmaları gelenek göreneklerin göreliliği ve ilkelerin evrenselliği arasında kurduğu ilişki kendisini sosyologların ve antropologların vazgeçilmez bir başvuru kaynağı durumuna getirmiştir.
Bununla birlikte, toplumsal olguları nesneler gibi gören sosyolog bir Montesquieu’nün pozitivist katılığı içindeki yorumları onu varlık ve kendisine yabancı olan ödev olarak varlık arasında bir ayrıma götürmüştür. Montesquieu bir yandan betimlerken aynı zamanda yargılar, seçer, önerir. Despotizm ve köleliği mahkum eder, hoşgörü tavsiye eder. Burada Lanson ve Brunschwiğin öne sürmüş oldukları gibi sadece “reformcu bir idealizm”in “sosyolojik bir gerçeklik”le çakışması söz konusu değildir. J. Ehrard Montesquieu’yü toplumsal olguların bütünüyle nesnel bir yaklaşımıyla yorumlamanın ne kadar anakronik olduğunu göstermiştir çünkü ona göre onun döneminde akıl hem betimleyici hem kural getiricidir, bir başka deyişle hem olgu hem haktır.
Bu aynı zamanda R. Aron’un da vardığı sonuçtur: Montesquieu her ne kadar bir sosyologsa da aynı zamanda bir doğal hukuk kuramcısıdır; Montesquieu bu yapıtın (kendisinden) istediği şeylerin büyük bölümünü gene kendisinin ulaşamayacağı bir dehayla gerçekleştiren Grotius ve Pufendorf’a müteşekkirdir . Montesquieu siyaset felsefesinin klasik geleneği içinde yer alır. Çağdaşlarının “sadece fizik bilimlere önem vermesi” ve “siyasal iyilik ve kötülük”ün onlar için “bir bilgi konusunda çok bir duygu olması”na üzülürken “siyasal bilimlere ve ahlak bilimlerine hayranlığı bir tür kült haline getiren” Eskilerin projesini yeniden ele almak ister (Pens 1940, 198). Dolayısıyla bu siyasal iyilik ve kötülük bilimi, Aristoteles’teki gibi yasa koyucular oluşturması gereken kuralcı ve pratik amaçlan olan bir bilimdir: “Bunu söylüyorum ve öyle sanıyorum ki ben bu kitabı sadece bunu kanıtlamak için yazdım: kanun koyucunun anlayışı hoşgörü anlayışı olmalıdır; siyasal iyilik, ahlaksal iyilik gibi her zaman iki sınır arasında yer alır” (XXIX, 1) der Montesquieu
Montesquieu'nün İran Mektupları
1721’de, ilk önemli edebi çalışması olan Lettres persanes’ı (Iran Mektupları) imzasız olarak yayımladı. Fransa’nın, özellikle Paris’in yaşamını ve kuramlarını iki İranlı’nın ağzından alaylı bir dille yeren, Avrupa uygarlığını çeşitli açılardan eleştiren bu yapıtın yazarı olduğu anlaşıldıktan sonra bir yandan büyük bir ün kazanırken, bir yandan da, din kuramlarını, özellikle Roma Katolik Kilisesi’ni küçük düşürdüğü gerekçesiyle kardinalin ve muhafazakâr çevrelerin tepkisiyle karşılaştı. Düşünsel etkinliğinde parlamentodaki çalışmasından daha başarılı olduğunu anlayan Montesquieu, 1726’da parlamentodaki başkanlık görevini bir başkasına satarak Paris’e yerleşti. 1728’de de Fransız Akademisi’ne üye seçildi.
Aynı yıl bilgisini ve görgüsünü artırmak amacıyla Avrupa’da bir geziye çıkarak Avusturya’yı, kuzeyden güneye İtalya’nın bütün büyük kentlerini, Almanya ve Hollanda’yı dolaştı, bu ülkelerin siyasal yapısını ve iktisadi durumunu inceledi. 1729’da gittiği ve iki yıl yaşadığı İngiltere’de anayasal kuramları inceledi, sık sık Lordlar Kamarası’nın ve Avam Kamarası’nın oturumlarını izledi, Locke’un yapıtları üzerinde çalıştı ve Londra’daki Royal Society’ye üye seçildi.
Yönetim Biçimleri Sınıflandırması ve Kanunların Ruhu
1731’de Fransa’ya döndükten sonra, Roma tarihi üzerinde çalışmaya başlayan ve 1734’te ilk büyük yapıtı olan Considerations sur les causes de la grandeur des Romains et de Leur decadence’ı (Romalılar’ın Büyüklüğü ve Çöküş Nedenleri Üstüne Düşünceler) yazan Montesquieu, 1748’de, gezi notlarını ve gözlemlerini değerlendirdiği on dört yıllık bir araştırma ve çalışma sonunda, başyapıtı olan De l’esprit des lois’yı (Kanunların Ruhu Üzerine) yayımladı. Büyük yankı uyandıran bu yapıttan sonra Aydınlanmacı düşünürler Montesquieu’yü kendilerinden biri olarak benimserken, kimi çevreler de onu dine karşı olmakla ve Maddecilik’e yönelmekle suçladılar. Sorbonne Üniversitesi’nin iki kez sansür etme girişiminde bulunduğu kitap, Fransız konsolosunun ve liberal düşünceli din adamlarının karşı çıkmasına rağmen, Papalık tarafından “yasak kitaplar” listesine alındı. Bunun üzerine, kitabını savunmak için 1750’de De-fense de l’esprit des lois’yı (“Kanunların Ruhunun Savunması”) yayımlayan Montesquieu, yaşamının son yıllarında da, Lettrespersanes’dadin kuramlarına yönelik bölümleri üzerinde düzeltmeler yapmasını isteyen kilisenin bu isteğini geri çevirdi.
Montesquieu’nün, böcekler, asalak bitkiler, yankı, gelgit olayı, cisimlerin saydamlığı, hareket, böbrek hastalıkları gibi, bilimin çok geniş bir kesitini kapsayan doğabilim çalışmaları, düşünsel gelişimini de derinden etkilemiştir. Descartes ve Newton’a büyük bir hayranlık besleyen Montesquieu, okuduğu kolejde öğretmenlik yapan Malebranche’ın görüşlerinden ve İngiltere’de bulunduğu yıllarda incelediği Locke’ un deneyciliğinden büyük ölçüde etkilenmiştir. Descartes ve Malebranche’ın etkisiyle olaylara hep aklın ışığı altında yaklaşmış, ancak hareket noktası hep somut olaylar olmuş ve doğabilimlerinden sosyal olguların incelenmesine değin tüm bilgi alanlarında, olaylar arasındaki bağlantıları her zaman gözlem ve deneye dayanarak bulmaya çalışmıştır. Akıl yürütme ve deney, onun yönteminin temel dayanak noktalarıdır.
Roma tarihi üzerinde yaptığı araştırmada, tarihin ahlaki ve dini açıdan yorumunu reddederek, tarihsel olayların ardındaki somut, gerçek nedenleri bulmaya çalışmıştır. Tarihsel olaylarda zaman zaman rastlantılar rol oynasa bile, tarihin akılcı bir biçimde incelenebileceğini ve ardındaki genel nedenlerin bulunabileceğini ileri sürmüştür. Bu çerçevede, tarihte bireylerin rolü ve tarihsel olguların zorunluluğu arasında bir orta yol bulmaya çalışmıştır.
Dini ise, doğruluğunu ya da yanlışlığını tartışmadan toplumsal bir olgu olarak ele almıştır. Ona göre, dinin toplumsal ve siyasal yararları vardır. Dinsel inancın güçlü olduğu ülkelerde yasaların uygulanması daha kolay olacak, böylece devletin çok sıkı bir denetim uygulamasına gerek kalmayacaktır. Ne var ki, dinin işlevini yadsımamakla birlikte, dini hoşgörüsüzlüğe ve bağnazlığa karşıdır. Lettres persanes’da kilisenin bağnazlığını alaylı bir dille eleştirmiştir.
Gene da Montesquieu’nün gerçek değeri De l’esprit des lois adlı yapıtında yer alan, hukuk ve siyasete ilişkin düşüncelerinden kaynaklanır. Bu yapıtında, yasa koyucunun niyet ve amaçlarının ötesinde, yasaların gerçek nedenlerini araştıran Montesquieu’ye göre yasalar, insan aklının bir ürünüdür ve her toplumun, her ulusun siyasal ve medeni yasaları bu aklın uygulandığı özel durumlardır. Montesquieu, yasaları ve toplumsal kurumlan doğal haklara, toplumsal sözleşmeden doğan kurumlara dayandıran ve toplumsal kuramlara akıl yoluyla en iyi biçimin verilebileceğini savunan çoğu Aydmlanmacı düşünürden bu noktada ayrılarak, çevresel etkiler üzerinde durur. Her ülkenin, her ulusun belli yasaları, kendine özgü toplumsal ve siyasal bir yapısı olmasını, fiziksel ve manevi etkenler diye iki ayrı grupta topladığı birtakım etkilere bağlar. Ülkenin yüzey biçimleri, topraklarının genişliği, nüfusun yapısı ve dağılımı gibi fiziksel etkenler arasında da, insanların kişiliğini, ruh ve düşünce yapısını etkilediği için “iklim”i ön plana çıkarır. Aristoteles’den başlayarak süregelen bu varsayımı, bazı değişikliklerle ve kendi görüşlerini destekleyecek biçimde yeniden ortaya koyan Montesquieu’ ye göre, sıcak iklim insanları çekingen, duygusal ve tembel olurlar, köleliği de kolayca kabul ederler. Bu nedenle, sıcak iklimli Asya ülkelerinde köleciliğe dayalı yönetim biçimleri, soğuk iklimli Avrupa ülkelerinde ise özgürlük üstüne kurulmuş rejimler geçerli-dir. Ancak, coğrafya ve iklim koşullan gibi fiziksel etkenlerin, ne denli önemli olursa olsun, bir toplumun yaşam biçimini doğrudan doğruya ve tek başına etkileyecek kadar güçlü olmadığını vurgulayan Mon-tesquieu’ye göre, iyi bir yönetici ve yasa koyucu, iklim koşullarının etkisini bile hafifletip üstesinden gelebilir ve o ülkenin fiziksel koşullarına en uygun yönetim biçimini belirleyebilir. Çünkü, din, yasalar, gelenek, görenek ve töreler, iktisat ve ticaret, düşünce yapısı, edebiyat ve sanat yapıtları gibi manevi etkenler, her zaman fiziksel etkenlerden daha güçlüdür. Bu manevi ve fiziksel etkenlerin bütünü, bir ulusun “genel ruhu”nu oluşturur, bu genel ruh da her yönetim biçimine özgü temel ilkeyi belirler. Örneğin, cumhuriyet yönetiminin temelinde yatan ilke erdem, monarşinin temel ilkesi onur, despot yönetiminki korkudur.
Montesquieu, bütün bu düşüncelerin ışığında şu sonuca varır: Tüm ülkeler için geçerli olan en iyi yönetim biçiminden söz edilemez, ancak bir ülkeye en uygun yönetim biçiminden söz edilebilir. Değişik yapıdaki uluslara ve ülkelere, değişik yönetim biçimleri uygun düşebilir. Bir ülkeye uygun olan yönetim biçiminin bir başka ülkeye de uygun düşmesi ancak büyük bir rastlantı olabilir. En iyi diye nitelendirilebilecek evrensel bir yönetim biçimini yadsıyan Montesquieu, yönetim biçimlerini üçe ayırır: Cumhuriyet, monarşi ve despotluk. Cumhuriyet yönetimini de demokrasi ve aristokrasi diye ikiye ayırır. Egemen güç bir azınlığın elindeyse aristokrasi, halkın elindeyse demokrasi söz konusudur. Demokraside egemen gücün sahibi olan halk, bir kurul tarafından yönetilmelidir. Halk ya doğrudan doğruya bu kurulu, ya da kurul üyelerini seçecek kişileri seçer. Her siyasal sistemin bir ilke üzerinde ayakta durduğunu ve bu ilke bozulunca sistemin de yozlaştığını söyleyen Montesquieu’ye göre, demokrasinin ve aristokrasinin temel ilkesi erdemdir. Erdem ise fedakârlık, yasalara saygı ve yurt sevgisidir. Demokrasi buna ek olarak eşitlik ilkesi üzerinde kurulmuştur. Bunun korunması için de zenginliklerin eşit olarak paylaştırılması gerekir. Bu nedenle yasalar, aşırı zenginliği engelleyici nitelikte olmalıdır. Aristokraside siyasal erdeme ek olarak, yönetici azınlığın çoğunluğu ezmemesi için ölçülü hareket ilkesi de gereklidir ve demokrasideki eşitlik ilkesinin yerini tutar. Bu nedenle aristokraside yasalar insanları ölçülü davranmaya zorlamalıdır. Aldığı Eski Çağ kültürünün de etkisiyle Eski Roma ve Yunan cumhuriyetlerine hayran olan, bu cumhuriyetlerde var olduğuna inandığı “siyasal erdem”i ve “kamu ruhu”nu yücelterek en iyi demokrasi uygulamasına örnek olarak bu cumhuriyetleri gösteren Montesquieu, aristokrasi yönetiminin yaşayan en iyi örneği olarak da Venedik Cumhuriyeti’ni belirtir.
Monarşi, tek kişinin yasalar çerçevesinde uyguladığı yönetim biçimidir. Bu yönetimde tüm siyasal iktidarın kaynağı kraldır, kral ile halk arasında ara güçler, yani soylular yer alır. Kral, ülkeyi ancak soylulardan güç alarak yönetebilir. Montesquieu’ye göre soylular kral ile halk arasında aracı konumdadırlar, halkın kral tarafından ezilmesini önlerler, bu anlamda da özgürlüklerin savunucusudurlar. Yalnızca ayrıcalıkları olan küçük bir azınlık üzerine kurulu toplumlarda geçerli olan “onur”u temel ilke olarak benimseyen monarşide, senyörlerin, kilisenin, soyluların ve kentlerin ayrıcalıkları kaldırılırsa, o yönetim despotluk olur. Bu nedenle monarşide yasalar soyluların ayrıcalıklarını korumalıdır. Montesquieu, Fransa’daki özgürlük bunalımının nedeni olarak monarşinin ara yönetici kurumlan kaldırarak geleneksel Fransız Anayasası’nı bozmasını gösterir. Buna bir çözüm olarak da, soyluların ayrıcalıklarının parlamentodaki Lordlar Kamarası aracılığıyla korunup sürdürüldüğü İngiliz siyasal düzenini önerir. Despotluk yönetiminde ise yasalara gerek yoktur, tek kişi keyfince toplumu yönetir. Despotluğun dayandığı temel ilke korkudur. Montesquieu yaşamı boyunca üç şeyi kesinlikle reddetmiştir: Despotluk, kölelik ve dini hoşgörüsüzlük.
ontesquieu özgürlüğe değer verir, ancak ona göre özgürlük kadar değişik ve çok anlamlı bir sözcük yoktur. Özgürlük ancak yasaların izin verdiği şeyleri yapabilmektir, bu da kimsenin diğerinden korkmadığı bir ortamda, yani ılımlı yönetimlerde gerçekleşebilir. Bu anlamda özgürlüklerin güvence altına alınabilmesi için, iktidarın kötüye kullanılması önlenmelidir. Montesquieu bunun çözümünü iktidarı iktidarla durdurmak olarak görür ve buradan güçler ayrılığı kuramına geçer. Bu kuramı ilk ortaya atan o değildir, daha önce Locke da bundan söz etmiştir, ancak Locke’un görüşlerinde yargı gücü ayrı ve bağımsız bir güç olarak yer almamıştır.
Montesquieu ve Aydınlanma Felsefesi
Montesquieu, Yasaların Ruhu’nda karşılaştırmalı toplum, hukuk ve yönetim tarzları incelemesine girişir. Bu açıdan çalışmanın karşılaştırmalı toplumbilimsel gözlem olarak da özel bir yeri vardır. Ancak yapıtta amacı topladığı çok sayıda tikel olguyu kaydetmek ya da betimlemek değildi; bu veriler aracılığıyla toplumsal, politik ve hukuksal fenomenleri aydınlatmak istiyordu. İncelemeleri sonunda toplumsal olguları yöneten birtakım evrensel ilkeler ya da yasalar bulunduğu sonucuna varmıştır. Bu ilkelere kendiliğinden uyan tekil durumlar olduğunu öne sürmektedir. Tüm ulusların tarihi de bu evrensel yasaların sonucu olarak tezahür etmektedir. Her özel yasa da daha genel olan bir başka yasaya bağlı görünmektedir. Montesquieu böylece öne sürdüğü toplum, yönetim biçimi ve hukuk öğretisi bakımından daha çok tarihsel verilerden çıkardığı genellemelerle belirginleşmektedir. Bu şekilde yaklaşımı olgu toplayan bir bilim adamından ziyade bir tarih felsefecisi bakış açısıyla oluşmuştur:
Montesquieu’ya göre toplumsal olguları yöneten bazı evrensel ilke ya da yasalar vardır ve tekil durumlar genelde bu ilke ve yasalara uygun gelişir.
Buna göre, söz gelimi, değişik toplumlardaki değişik pozitif hukuk sistemleri, yörenin iklimi, ekonomik koşulları, insanların yaşam biçimi yönetim biçimlerinin doğası ve ilkeleri tarafından belirlenmektedir. Bu koşulların bütünlüğü ona göre yasaların ruhunu oluşturmaktadır. Montesquieu ilk olarak yasaların hükümetle ilişkilerinden söz eder. Ona göre cumhuriyetçi, monarşik ve despotik olmak üzere üç yönetim biçimi vardır. Bir cumhuriyet yönetimi demokratik bir nitelikte olabilir: Bu durumda halkın istenci yönetim erkini, bir başka deyişle en üstün gücü elinde tutuyor demektir. Cumhuriyet yönetimi bir aristokrasi biçiminde de olabilir. Bu durumda halkın sadece bir bölümü yönetim erkini elinde bulundurabilir. Monarşi yönetim biçiminde prens, devleti belli temel yasalarla uyum içinde yönetir. Kuşkusuz kendisine yardımcı ara güçler de vardır. Despotik bir devlette ise böyle temel yasalar yoktur. Bu şekilde yönetilen ülkelerde dinin etkisi fazladır. Din hükümleri yasaları n yerini almış olarak görünür; dine daha yakın olarak, gelenek ve göreneklerin de yasa ayarında etkili olması çok rastlanan bir durumdur. Cumhuriyetçi hükümetin etik ilkesi yurttaşlık erdemidir. Monarşik hükümetinki onur, despotizminki ise korkudur. Montesquieu’ya göre, bu hükümet biçimleri ve bunların ilkeleri verildiğinde belli yasal sistem tarzları yürürlükte olacaktır.
Montesquieu’ya göre cumhuriyetçi, monarşik ve despotik olmak üzere üç yönetim biçimi vardır.
Kuşkusuz bu yönetim biçimleri tam da burada betimlendiği biçimde olgusallaşmış olmayabilir: Hatta bazıları bu sınıflamayı tarihsel verilerle desteklenmediğini öne sürerek yapay bir sınıflama diyerek eleştirmişlerdir. Ne var ki bu sınıflama olabilecek olanı ya da olması gerekeni göstermektedir. Söz gelimi, belli bir cumhuriyette insanların erdemli oldukları değil, ama olmaları gerektiği imlenmektedir. Belli bir monarşide ise insanların bir onur duygusu taşıdıkları ya da taşımaları imlenmekte ve tikel bir despotik devlette ise insanların korku duygusu taşıdıklarını değil, ama taşıyor olmaları doğal olur biçiminde bir anlam çıkmaktadır. Yasa koyucu yasaların olgusal yönetim biçimine karşılık düşmesini sağlamaya çalışacaktır. Ama zorunlulukla karşılık düşmeleri çok zor olabilir ya da gerçekleşmeyebilir.
Yasaların belirlenmesinde iklimin ve ekonomik koşulların da önemli etkileri olduğu Montesquieu’nun temel tezlerinden biridir. Çünkü iklim bir halkın karakter ve heyecan yapısının biçimlenişinde etkili olmaktadır. Örneğin bu açıdan Norveç halkının karakteri ile İspanyol halkınınki aynı değildir. Dolayısıyla yasalar o halkın karakter yapısına öyle uygun olmalıdır ki, bir başka toplumun yasalarına uyarlanması söz konusu olmamalıdır. Kuşkusuz iklim koşulları ve ekonomik koşulların anlıksal hiçbir denetimi kabul etmeyecek şekilde yasaları belirleyiciliğinden söz edilmemektedir, yine de belli ölçüde etkili olacağı yadsınamaz. Bilge bir yasa koyucu, yasayı ülkenin iklim ve ekonomi koşullarına uyarlayacaktır.
Burada Montesquieu’nun hukuk kuramı adına iki önemli sonucu vurgulamak gerekir. Birincisi; empirik verilerin gözlemlenmesine dayalı olarak çıkarımlanan hukuk sistemleri düşüncesidir. Tarihsel verilerden birtakım genellemeler yapıldığı dikkati çekmektedir. Bu genellemeler toplumsal ve politik yaşamın ileriye dönük bir yorumu için bir varsayım görevi görebilecektir. İkincisi; insan toplumlarında iş başında olan idealler düşüncesi bağlamında oluşturulan bir tipler kuramı karşımıza çıkmaktadır. Buna göre her politik toplumun, belli bir idealin tam olmayan bir somutlaşması olduğu düşünülebilir; Bu ideal, toplumu biçimlendirmede örtük bir etmen olarak işlev görmekte ve toplum ona ya yaklaşmakta ya da ondan uzaklaşmaktadır. Yasa koyucunun görevi bu işlevsel idealin doğasını ortaya çıkarmak ve ilerleyen yönünü de dikkate alarak yasal düzenlemeyi yapmaktır. Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, bu yaklaşım tarihsel verilere dayalı göreli bir yaklaşımdır. Bir filozofun hukuk sistemlerini karşılaştırıp değerlendirmede bulunabilmek için başvurabileceği mutlak nitelikte hiçbir ölçüt yoktur.
Montesquieu’ya göre her politik toplum belli bir idealin tam olmayan bir somutlaşmasıdır ve bu ideal toplumu biçimlendirmede örtük biçimde işleyen bir etmendir.
Montesquieu, kutsal yasaları da kabul etmekteydi. Tanrı dünyanın yaratıcısı ve koruyucusu olarak fiziksel dünyayı yöneten yasaları belirlemiştir; insan da fiziksel bir varlık olarak başka cisimler gibi değişmez yasalar tarafından yönetilir. Bununla birlikte, ussal bir varlık olarak insan, çiğneme yönelimi gösterebildiği bazı yasalara da konu olabilmektedir: Bunlardan bazılarını kendisi yapmıştır bazıları ise ona bağımlı değildir. Bu son tümce ile insan eliyle konulmuş yasalara önsel olan ya da onların dışında kalan başka birtakım yasaların varlığı da imlenmektedir. Bunlar Montesquieu’nun ifadesine göre “tüm pozitif yasalara önsel olan doğa yasalarıdır. Bunların kökeni insanın fiziksel varlığıdır. Onun için bunlara doğa yasası denmektedir. Bu düşüncenin kuramın öteki yanlarıyla tutarlı olup olmadığı tartışılabilir. Ne var ki politik toplumun uyguladığı tüm pozitif yasalara önsel olan bir doğal ahlak yasasının varlığını kabul etmiş oluyordu. Şu halde pozitif hukuk yasalarını değerlendirmek için siyasi ve hukuksal kurumların deneyimci (empirik) ve tümevarımcı bir irdelenmesi gerekir. Bu karşılık doğal yasa kuramını geleneğe bağlı olarak kabul etmiştir, ama bu sisteminde iğreti bir nokta değil, somut ve esaslı bir noktadır.
Montesquieu’ya göre insanı fiziksel varlığına dayanan doğal yasalar, her türlü pozitif yasayı öncelerler.
Montesquieu’nun kuramında bir başka önemli nokta özgürlük kavramıdır: Kendisi tam bir özgürlük yandaşı idi. Despotizme karşı olduğu için, doğal olarak özgürlükçü bir anayasanın en iyi anayasa olduğuna inanıyordu. Yasaların Ruhu’nun on birinci ve on ikinci bölümlerinde, özgürlük kavramına politik bağlamda kullanıldığı biçimiyle bir anlam vermeye ve ardından özgürlüğü güvenlik altına alacak koşulları irdelemeye girişir. Ona göre “Politik özgürlük, sınırsız bir özgürlük değildir, sadece istememiz gerekeni yapma gücünden ve istememek gerekir dediğimiz şeyi yapmaya zorlanıyor olmamaktan oluşur.” Ve yine belirtir ki, özgürlük yasaları n izin verdiği her şeyi yapma hakkıdır; hiçbir yurttaş yasa onun kendi eğilimini izlemesine izin veriyorsa, o zaman tek bir tikel yolda davranmaya zorlanamaz. Hiç kimse yasaların izin verdiği sınırlar içinde davranmaktan alıkonamaz.
Bundan sonra Montesquieu, politik özgürlüğün güçlerin ayrılığı ilkesini nasıl içerdiğini serimlemeye girişir: O, öncelikle yasama, yürütme ve yargı güçlerinin kesinlikle birbirlerinden ayrılmaları gerektiği önerisinde bulunur; yasal bir yönetim biçiminde bu temel erkler tek bir insanın yetkisine ya da tikel bir insan grubunun yetkisine bırakılamayacak denli önemlidirler. Bunlar birbirlerinden o şekilde bağımsız olmalıdır ki, birbirleri üzerinde denetleyici bir etkide bulunmaları önlenmiş olsun ve bu şekilde, despotizme ve gücün tiranca kullanımına karşı bir koruyuculuk görevini de yerine getirebilmiş olsunlar.
Montesquieu’ya göre politik özgürlük, güçlerin ayrılığı ilkesini gerektirir. Buna göre yasama, yürütme ve yargı güçleri kesinlikle birbirlerinden ayrılmalıdır.
Özgürlüğe ilişkin bu belirlemelerine Montesquieu, İngiliz anayasasına ilişkin irdelemeleri sonucu varmıştır. Taşıdığı özellikler nedeniyle bu anayasanın çok büyük bir hayranıydı. Yaptığı empirik araştırmalar, Çin, Yahudi, Grek, Roma gibi devletlerin anayasalarında politik özgürlüğün, İngiliz anayasasındakinin çok uzağında olduğunu göstermekteydi.
Gerçekte İngiliz anayasasında “güçlerin ayrılığı” ilkesi, soyut bir ilkenin salt bir uygulanışı değil, uzun bir gelişim sürecinin sonucudur. 1688 devriminden sonra devlet yönetiminde Parlamentonun üstünlüğü kabul edilmiştir ve güçlerin ayrılığı ilkesi de bunun bir sonucu olarak anayasaya girmiştir.” Yargıçlar henüz yasama erkinin oluşturduğu anlamda bir güç oluşturmuyorlardı ama tek erkin ya da bunun bakanlarının keyfi bir denetimleri altında da bulunmuyorlardı. Montesquieu’nun burada yapığı şey bu anayasanın somut özelliklerine dikkat etmek ve bunları değerlendirmekti. Kaldı ki bu ilkenin derhal kendi ülkesinde de uygulanabileceği gibi bir hayale kapılmamış, sadece yeni bir ideali vurgulamıştır. Onun bu güçleri dengeleme konusundaki görüşleri yine de hem Amerika’da hem de Fransa’da önemli bir etki yaratmıştır. Özellikle 1791 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesinde politik özgürlüğe ilişkin görüşleri önemli ölçüde belirleyici olmuştur.
Hazırlayan: Sosyolog Ömer YILDIRIM
Kaynak: Ömer YILDIRIM'ın Kişisel Ders Notları. Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 1. Sınıf "Felsefeye Giriş" ve 2., 3., 4. Sınıf "Felsefe Tarihi" Dersleri Ders Notları (Ömer YILDIRIM); Açık Öğretim Felsefe Ders Kitabı