Yirmi yıla yakındır günlük tutuyorum.
Yirmi yıl önce, bir televizyoncu arkadaşım demişti ki: “sen yaz, Kimse okumasa da evlatların okur”.
Ben de, doğmamış evlatlarım için yazmaya başladım. Sonra oğlum doğdu. O’na hitaben, ilerde okur diye yazmaya başladım. Ama her konuda yazdım, yazıyorum. Mesela oğluma beşik aldığımda şunları yazmışım. Daha doğmamış oğluma, her fikre saygılı olması gerektiğini bu satırlarla anlatmıştım. Demokrasiyi böyle anlatmıştım. (Bu esnada en doğrusu, günlük sayfalarını yayınlamak diye düşünüyor ve 28 Şubat e-darbe günlerinde yazdığım sayfanın resmini yayınlıyorum)
Bu yazıyı yazdığımda görevde bir uzman çavuştum. Yani bu yazıyı yazdığımı komuta kademesi görseydi, vatan haini ilan edilirdim. Çünkü yazıyı yazdığım tarihte Refah Partisi kapatılmıştı. Recep Tayyip Erdoğan İstanbul’a belediye başkanı seçilmişti.
Özellikle TSK içerisinde “Beyoğlu’da içki sattırmaz, dışarda masaları olan barları kapatır… Nereden çıktı bu yobazlar, halk seçim yapmasını bilmiyor müdahale edilmeli…” dedikoduları ayyuktayken ben bu satırları yazmıştım. Yani, bırakın benim bunları yazdığımı bilmelerini, düşündüğümü hissetseler kapının önüne koyarlardı.
Anlaşılan toparlaması zor bir yazı olacak bu seferki yazım. Zira, sancılı girdik. Hadi hayırlısı. Ama en çok korktuğum siz okurlarımı sıkmaktır. Sıkıldıysanız, lütfen tam da burada bu yazıyı okumayı kesebilirsiniz. Çünkü Darbelerle ilgili bölümlere geçeceğim alttaki paragraflarda. (Ama sıkılmayacağınızın garantisini verebilirim)
Yarım yüzyıla yakın yaşamımda, benden önceki kuşaktan 1961 darbesini dinledim, her yönüyle okudum, araştırdım. Şevket Süreyya’dan da okudum, Hıfzı Topuz’dan da, Uğur Mumcu’dan da… O günlere ait gazete ve mecmualar hala arşivimde duruyor.
Oniki yaş aklımla 1980 Eylül:
On iki yaşımdayken, bir sabah 12 Eylül’e uyandık. (Merak edenler o zamanki gazeteleri inceleyebilirler. Tam sayfa manşetlerde neler yazıyor, görebilirler)
Adana döşeme mahallesindeki evimiz Sıkıyönetim mahkemesi kurulan yer ile duvar duvara bitişikti. 12 Eylül sabahı sokağımızdan bir sürü genç kayboldu. Sonra bitişikte sıkıyönetim mahkemesi binalarından, acı içinde çığlıklarını duyduk aylar boyunca. Çoğunun anneleri babaları dahi sahip çıkamadılar, bizim oğlumuz diyemediler.
Kapıdan cenazelerin sergilendiğini, teslim edildiğini gördüm on iki yaşımdayken. Ağaçlara çamaşır ipleriyle bağlanıp da günlerce Adana sıcağında susuz bırakılan insanlar gördüm. Dar ağaçlarında asılanları da gördüm.
Gazetelerde sekiz sütuna manşet: HUZUR VE GÜVEN ORTAMI yazıyordu. Ben anlamıyordum. Ortamın huzurlu olduğunu yazmayan gazeteler kayboluyordu. Her gazete basılmadan önce, darbeciler tarafından denetleniyordu. Anneme göre huzurluyduk. Çünkü 12 Eylül öncesi, maydanoz almaya köşedeki manava gidip de, sağcı-solcu çatışmasının arasında kalıp saatlerce eve gelememişti. Annem huzurluydu çünkü şimdi hiç çatışma olmuyordu.
Çok uzatmayacağım. 12 Eylül’de on iki yaşındaydım. Ama on iki yaş aklımla, “Amcalar oturup konuşsa, barışsa” asker amcalar karışmasa diye düşünüyordum. Oturup konuşsa dediğim amcalar, Demirel-Ecevit-Erbakan Zincirbozan’da aynı koğuşta barışmışlardı ama geç olmuştu. 12 Eylül Sabahı jetler uçup, tanklar sokağa çıktığında ilk onlar darbeyi yapanlara biat etmişlerdi. İmam yellenmişti yani…
***
Otuz Yaş aklımla 28 Şubat:
28 Şubat ve partileri kapatma, TBMM’yi e-muhtıralarla tehdit etme zamanlarında günlük tutuyordum. Gelin uzun uzun anlatmak yerine, günümüze de çok çabuk varabilmek adına günlüklerimden bir sayfa paylaşayım.
28 Şubat sürecinin moda sözü: “Başka Türkiye Yok”…
Herkes vatanı en çok kendisinin sevdiğini iddia ediyor, yarışıyor. Ama elinde silah olan, masaya yumruğunu koyuyor. “En çok ben seviyorum, var mı itirazı olan”
Sadece kitaplarını okuduğum Mayıs 1961 için de, bizzat yaşadığım idrak ettiğim 12 Eylül’de de, 28 Şubat’ta da… Hep günlüklerimde bahsettiğim gibi: Seçmemiş olabilirsin, oy vermemiş olabilirsin, “ölse de üzülmem” diyecek kadar sevmiyor olabilirsin… Ama seçilmişe saygı duymak zorundasın. Seçimle gelen, seçimle gider. Demokrasi budur. Beğensen de, beğenmesen de bu böyle.
27 Mayıs, 12 Eylül, 28 Şubat süreçlerinin bir kısmını dinleyen, bir kısmını yaşayan biz ihtiyarlar, Allah’a şükürler olsun, öyle nesiller yetiştirmişiz ki, 15 Temmuz’da bütün dünyaya demokrasi dersi verdiler.
***
Anlatarak, yazarak sonunu bağlamayacağımı anladığım bu yazıyı şu şekilde sonuçlandırmak istiyorum.
Yukarıda; Demirel-Ecevit-Erbakan üçlüsünden bahsederken, on iki yaş aklımla, “Amcalar barışıp konuşsalar” diye düşünmüştüm demiştim ya…
İşte o üçlüden;
Demirel, Her darbede şapkasını alıp gitti.
Ecevit her demokrasiye ara verilmesinden sonra geri geldi ve “Nerede Kalmıştık” dedi.
Erbakan’ı bilenler bilirler: “kadayıf, tepsi, olur efendim vs, vs, vs” deyip vaziyeti diare etti...
***
Bu gün gurur duyulacak şey ise… İlk dakikadan itibaren iktidarı muhalefeti her lider sonuna kadar ve can pahasına demokrasiye sahip çıktı. Yani bu kez İmam yellenmedi. Halk da onlardan aldığı cesaret ile gereğini yaptı.
Ben mi?
İlk dakikada da “Kanımızın son damlasına kadar Demokrasimizin yanındayım” dedim. 1980’de 12 yaşımdayken de… Hatta 27 mayıs 1961’de doğmamışken de.
1980’i görmemiş, 15 Temmuz’u yaşamış oğlum gibi… Zira; oğluma hitaben yazdığım günlükler demokrasiye ne kadar aşık olduğumun en büyük ispatıdır.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul Belediye başkanıyken de, Partisi kapatılırken de, bir şiirden dolayı hapse atılırken de… Seçilmişe saygı duyulması, demokrasiye sahip çıkılması konusunda benim ispatım hazır. Şimdi bu vatanı ve demokrasiyi en çok ben mi seviyorum? Hayır…
Öyle olmamalı. Herkes kadar seviyorum. Yani; Vatan için herkes göz kırpmadan ölür, ben de ölürüm. Ayrıca söz konusu Vatan ise hepimiz öldürürüz de.
Son günlerin moda sözü, dizilerden özenilen bir sözle bitirelim…
“Baştacıyım Vesselam”