1939-45 yılları arasında Avrupa başta olmak üzere bütün dünyayı etkileyen II. Dünya Savaşı, yakın tarihe derin izler bırakan son kanlı mücadele olarak gözükmektedir. Peki bu cihan harbinde Türkiye nasıl bir politika izlemişti ve ülkenin durumu neydi?

Atatürk'ün hayata veda edişinden bir gün sonra 11 Kasım 1938'deki meclis toplantısında İsmet İnönü oy birliğiyle yeni Reisicumhur seçildi.



Bu sırada başvekil olan Celal Bayar usulen istifasını sunduysa da bu isteği geri çevrildi. Yıl sonundaki Halk Partisi kongresinde İnönü'ye ''Milli'', Atatürk'e de ''Ebedi'' Şef unvanlarının verilmesi kararlaştırıldı. İsmet İnönü aynı zamanda partinin de değişmez genel başkanı seçildi. Türkiye bu değişikliklerle 1939 yılına giriyordu.

Yeni yıl beraberinde yeni bir siyasi ortamı da getirdi. 25 Ocak 1939'da Refik Saydam Başvekil oldu.
1939 yılının sevindirici gelişmesi ise 30 Haziran'da Hatay'ın resmen Türkiye Cumhuriyeti'ne katılmasıydı. Yıllardır süren uğraşlar en sonunda zafere dönüşmüştü. Fakat büyük savaş da kapıya dayanmıştı. Eylül ayında Alman taarruzuyla harp patlak verdi.

Devletin başındaki kadro savaşın ne demek olduğunu çok iyi bilen ve eski mesleği subaylık olan insanlardan oluşuyordu.

Başvekil Refik Saydam eski bir askerî doktordu. İnönü ve Bayar da Milli Mücadele'nin kritik isimlerindendi. Bu insanlar 1897 Yunan, 1911 Trablusgarp, 1912-13 Balkan ve 1914-18'deki I. Dünya Savaşlarını görmüşlerdi. Savaşın bir ülkeye neler getirip neler götürdüğünü çok iyi biliyorlardı. Zira bunu birden fazla kez bizzat tecrübe etmişlerdi.

Türkiye 1940 yılı başında çıkarılan Milli Korunma Kanunu ile seferberlik durumuna geçti. Bu yasa bir çeşit olağanüstü hal kanunnamesi gibiydi.

Hükumete üst düzey yetkiler veriliyordu. Özellikle ziraî üretimin sınırlarını ve işleyişini belirlemek, fiyatları tayin etmek gibi ekonomiyi kontrol edecek yetkiler ön plana çıkıyordu. Aynı zamanda ihtiyaç dahilinde vatandaşların bir kısmı da ikinci defa askere alındı. Savaşla dış ticaret kesildiğinden ülkedeki stoklar tüketilmeye başlandı. Nisan ayında Köy Enstitülerinin kurulması, ülkenin tamamen savaşa boyun eğmediğini, diğer alanlardaki gelişmelerin de olağan seyrinde devam ettiğini gösteriyor.

Almanya'nın atağı hızla ilerledi ve sadece birkaç ay içerisinde Fransa düştü. 1940 yazında Alman kuvvetleri müttefik ordusunu Dunkirk sahiline sıkıştırmıştı. Askerler İngiliz halkının da yardımlarıyla oradan tahliye edildi.
Türkiye tarafsızlığını korumakla birlikte, savaşta ön plana çıkan devlete yakınlaşmak gibi stratejik bir taktik uyguluyordu. Nitekim bu durum karşısında 1941 yazının başlarında Almanya ile bir saldırmazlık anlaşması imzalandı. Fakat yıl sonunda gerçekleştirilen Pearl Harbor baskınıyla Amerika da Almanya'nın karşısında yer alacaktır. Türkiye de bu tarihten itibaren strateji gereği müttefiklere yakınlaşacaktır.

1942 yılı Ekmek Karnesi uygulamasının başlatıldığı tarihti. Zira stoklar tükenmek üzereydi, iaşeyi kontrollü sağlamak için bu yönteme başvuruldu.


18 Haziran 1941'de imzalanan Türk-Alman saldırmazlık paktı.

Ekmek karnesi meselesi bugün dahi sürekli dile getirilen fakat eksik olarak ele alınan bir konudur. Zira tarih bilimi olarak değil, çoğunlukla ideolojik bir malzeme olarak ele alınmaktadır. Karne uygulaması I. Dünya Savaşı sırasında da uygulanmıştı. II. Dünya Savaşı sırasında Almanya'da da uygulanıyordu. Karne meselesi savaş gibi olağanüstü bir hadisenin içerisinde, ahaliye eşit miktarda besin dağıtarak eldeki ürünü planlı bir şekilde yönetmek amacıyla uygulanıyordu.

8 Temmuz 1942'de Başvekil Refik Saydam hayata veda etti. Onun yerine Şükrü Saraçoğlu yeni Başvekil seçildi.
Saraçoğlu hükumeti yıl sonuna doğru Varlık Vergisi adlı radikal bir ekonomik karar aldı. Hükumete göre bu vergi savaştan istifade edip karaborsa ve istifçilik yoluyla zenginleşen, haksız kazanç elde edenlerden alınacak bir vergiydi. Bu yolla yaklaşık 114 bin kişiden 320 milyon lira kadar tahsilat yapıldı.

Gerçekten de karaborsa yoluyla haksız kazanç elde edenlerin sayısı hiç de az değildi. Birinci Dünya Savaşında da aynı tablo yaşanmıştı. 1974 Kıbrıs Harekatı sonrasında da yaşanacaktı.



Fakat Varlık Vergisi beraberinde ciddi tartışmaları getirdi. Maddi durumu yetersiz olan bazı insanlar da mükellef yazılmıştı. Aynı zamanda azınlık kesimden çok vergi alındığı için, bunu bir Türkleştirme politikası olarak yorumlayanlar da vardı. Oysa ülkenin en varlıklı kesimini azınlıklar oluşturmaktaydı. Dolayısıyla en yüksek meblağ da onlardan tahsil edilmişti.

1943 yılında Varlık Vergisinin bir benzeri de bu sefer köylü ahaliye uygulandı. Toprak Mahsülleri Vergisi denilen bu mükellefiyette, genellikle vergi köylüden ürün olarak tahsil ediliyordu.

Yaklaşık 600 bin ton hububat toplandı. O yıllarda bir maliye memuru olan Cahit Kayra hatıralarında bu uygulamaları ''20 milyonluk nüfus cephelerdeki 1 milyonluk askerimizi beslemek için çalışıyordu'' diye yorumlamaktadır. Netice itibarıyla ahalinin tahılları saklaması, tahsilat memurlarına rüşvet verilmesi gibi bazı usuller sebebiyle planlanan miktardaki ürün tahsil edilemedi.

1943'te Stalingrad Savaşında bozguna uğrayan Almanya giderek düşüşe geçmişti. Müttefikler Türkiye'yi savaşa dahil etmeye uğraşsalar da hükumet hala temkinli davranıyordu.

Türk tarafı konferanslarda, müttefiklerin askerî teçhizat yardımı yapması halinde savaşa girileceğini belirtiyordu. Fakat istenilen yardımların ülkeye ulaşması en azından 1 yıl sürecekti. Böylelikle zaman kazanan Türkiye, Ağustos 1944'te Almanya ile diplomatik ilişkilerini kesti.
1945 başında da her şey bitmiş olmasına rağmen resmi olarak Almanya ve Japonya'ya savaş ilan edildi. Bu her ne kadar göstermelik bir şey olsa da Türkiye'nin Birleşmiş Milletler'e kurucu üye olmasını ve San Francisco Konferansına katılmasını sağlayacaktı.

Türkiye Cumhuriyeti II. Dünya Savaşında düşmanla değil ama kıtlık ve yoksullukla savaşmıştır.

Savaşın ağır yükü yine fedakar Türk halkının omuzlarında taşınmıştır. Hükumet, ülkeye faydalı olacağını düşünerek aldığı kararlarla halkın tepkisini kazandı. Varlık Vergisi ile büyükşehirli ahali, Toprak Mahsülleri Vergisi ile de köylüler hükumete karşı büyük kızgınlık içerisine girdiler. 1946'da durumu tersine çevirmek için çıkartılan Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu da geniş arazi sahiplerini memnun etmedi.
Bu zeminde CHP içerisinden ayrılan Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuad Köprülü ve Refik Koraltan öncülüğünde kurulan Demokrat Parti 1950 seçimlerinde güçlü bir alternatif olarak vatandaşın karşısına çıktı. %50'den fazla oyla tek başına iktidar olan D.P 1960'a kadar Türkiye'yi yönetti.