Bayan Eusapia Palladino Vakası: Araştırmacılar, tedbirsiz ve dikkatsiz davranırlarsa, hile yapacağını açık açık beyân etmişti. Bununla birlikte morali yerinde olduğu zaman sahtekârlığın perdesi olan karanlığa lüzûm duymuyor ve gösterilerini aydınlık odalarda yapıyorlardı. Kolları ve bacakları sıkıca tutulduğu zaman bile, uzağındaki cisimlerden çatırtı ve hışırtı sesleri geliyordu.
Araştırmacıların nasıl olduğunu anlayamadıkları bir başka olay da, medyumun alnındaki eski bir yara içinden esen rüzgârdı.
Yine bayan Palladimo ile alâkalı açıklanamayan başka bir olay, iki kişinin zorlukla kaldırabilecekleri bir kanepeye odanın öbür ucundan hareket ettirişidir. Medyum, gözlerini faltaşı gibi açarak kanepeye dikmiş; kanepe, durduğu yerden ona doğru ilerlemiş, sonra yine eski yerine dönmüştür.
Bir keresinde de araştırmacıların tavana astıkları ve kimsenin erişemeyeceği yükseklikteki müzik kutusunu aklıyla uzaktan kurmayı başarmıştı ki, bu da normal şartlarda iki elin kullanılmasını gerektiriyordu.[1]
Allah'ın insanlara bahşettiği eşyayı uzaktan hareket ettirme kâbiliyeti, çok az insanda vardır. Eşyanın kânununu anlayanlara hücrelerin şuurlu birer rûh hâline gelmeleri, peygamberlere müyesserdir. Ağaç-taş mûcizeleri, kuru direğin ayrılıktan ağlaması, kumların tesbîhi, Ay ve Güneş'in hareketlerini yavaşlatması; keçi, deve, kurt mûcizeleri; dere, tepe ve yolların gösterdiği hârikulâde haller, peygamber mûcizeleridir. Allah'ın irâdesi ile tahakkuk eder. Diğeri (peygamberlere ait olmayanlar) ise kendi dünyasında hâkimiyeti altına aldığı bedensiz varlıklara iş yaptırmasıdır.[8]
Mukaddes Kitâbımız Kurân'da bu olayı takip edelim. Hz. Süleyman (a.s.), cin ve şeytanları ve habis ruhları teshir edip şerlerini men ve faydalı işlerde hizmet ettirdiğini ifâde eden şu ayetler:
وَمِنَ الشَّيَاطِينِ مَن يَغُوصُونَ لَهُ وَيَعْمَلُونَ عَمَلاً دُونَ ذَلِكَ وَكُنَّا لَهُمْ حَافِظِينَ

«Bir de şeytanlardan, Süleyman için dalgıçlık eden ve daha bundan başka işler yapanları da onun emrine verdik. Hep onları zapt eden bizdik.» (Enbiya 82) [2]
âyetiyle diyor ki: Yerin insandan sonra zişuûr (şuur sahibi) olarak en mühim sekenesi olan cin, insana hizmetkâr olabilir. Onlarla temâs edebilir. Şeytânlar da düşmanlığı bırakmaya mecbûr olup, ister istemez hizmet edebilirler ki; Allah'ın emirlerine musahhar olan bir kuluna onları musahhar etmiştir. Cenâb-ı Hakk, bu âyetin lisân-ı remziyle der ki:
«Ey insan, bana itaat eden bir abdime (kuluma) cin ve şeytanları ve şerîrleri itaat ettiriyorum. Sen de benim emrime musahhar olsan (uysan), çok mevcûdât, hatta cin ve şeytan dâhî sana musahhar olabilirler. (ele geçirebilirler)»
İşte beşerin sanat ve fennin imtizâc(uyuşması)ından süzülen, maddî ve mânevî fevkâlâde hassasiyetinden tezahür eden ispiritizma gibi celb-i ervâhla (ruh çağırma), cinlerle muharebeyi (iletişimi) şu âyet, en nihâyet hudûdunu çiziyor ve en fâideli sûretlerini tâyin ediyor ve ona yolu dâhî açıyor. Fakat şimdiki gibi kendine emvât (ölüler) nâmını veren cinlere ve şeytanlara ve ervâh-i hâbiseye (habis şerli ruhlara) musahhar ve maskara olup oyuncak olmak değil; belki tılsım-i Kurânî'ye ile onları teshir etmek(etkilemek)tedir ve şerlerinden kurtulmaktadır.[3]
Ayrıldığımız nokta, yukarıda da temâs ettiğimiz gibi bu görünmeyen varlıklara hâkim olabilecek kudrete sâhip olmaktır. Aksi halde oyuncak olmak, alay mevzusu edilmek ihtimâli, daha da kuvvetlidir.
Âli (yüce) rûhlar, kâinâtla münâsebettârdır (ilişki içindedir). Onlar, bizi kollar. Bizim için acı çekerler, bizim için dûâ ederler. Bizim sırtımızı sıvazlayanlar vardır. Onlar, gayba gözleri açık olanlarla sohbet ederler. Rüyâdaki hitâbeyi o meclîs-i âlî (yüce meclis)'de bizzat irâd ederler. Onlar, kabirlerin iç âlemini görürler, görüşürler. Kötü rûhların elîm encâmını (sonunu) ve âli rûhların özlenen âkıbetlerini seyrederler.[8]

Avukat Yakup Uçak, anlatıyor:
Gelen yolculardan öğrendiğime göre: Çorum'dan Ankara'ya gitmek üzere; Samsun otobüsü, kalabalık bir yolcu grubu ile yola çıkıyor. Kızılırmak köprüsünü geçip Elmadağı yokuşuna geliyorlar. Yokuşun tam ortasında (bir tarafında derin uçurum, diğer tarafında sarp yamaçlar bulunan yolun kenarında) ak saçlı, elinde sopa ile bir ihtiyar peydâ olur (belirir). Nur yüzlü ihtiyâr, elini kaldırarak otobüsü durduruyor ve şöföre hitâben kendisinin arabaya alınmasını söylüyor. Yolcular da görüyorlar ihtiyarı. Şöförün "Olmaz." demesine rağmen yolcular, "Sıkışıp aramıza alırız. İhtiyarı yolda bırakma, al..." diye muavine sesleniyorlar. Muavin, arabadan aşağı iniyor ve etrafa bakınıyor; fakat ihtiyarı göremiyor. Yolcular da bakınıyor; ihtiyarı onlar da göremiyorlar. Muavin, şöföre; "Ağabey, ihtiyar yok. Yola devam edelim." diyor. Yolcular da "devam" diye bağırıyorlar. Şöförden ses çıkmıyor, hareket etmiyor. Bunun üzerine direksiyona koşuyorlar. Bir de bakıyorlar ki arabanın frenlerini bağlayarak durduktan sonra şöförün ölmüş olduğunu görüyorlar. Herkes, heyecana kapılıyor. Kimi, ihtiyarı arıyor; kimi, hayatının kurtulduğuna şaşıyor. Şöförün yokuşta ölmesi mukaddermiş. Eğer idâreci varlıklar, o ihtiyarı yollamamış olsalardı, o yolcuların hâli ne olurdu? [4]
Veliyullahtan Mesnevihan Rıza Efendi'ye ait bir vâkâyı Milliyet Gazetesi'nin 11 Nisan 1974 tarihli nüshâsından alarak aşağıya aktarıyoruz. Bu vakada adı geçen binbaşı, ordumuzun tanınmış emeklilerindendir.
Rıza Efendi, bazı meczuplar gibi hârâbâtı bir adam idi. Beyazıd'da Kahveci Ali Efendi'nin kahvesine sık sık gider otururdu. O devirde bilardo oyunu İstanbul'da moda olmağa başlamış, bazı gazino ve kahvehaneler yeni yeni oyun masası edinmişti. Kahveci Ali Efendi'nin de vardı. Meraklı müşteriler“Serasker Kapısı” olan şimdiki Üniversite binasındaki subaylardı. Fırsat buldukça kahveye gelir, bilardo oynarlardı.

Rıza Efendi de aynı kahveye gelir, bir kenarda sessiz otururdu. Bilardo meraklılarından bir Kurmay Binbaşı, bir gün kahveciye Rıza Efendiyi ima ederek:

"Böyle herifleri neden buraya alırsın?"
demiş, kahveci şu mukabelede bulunmuştu:
"Efendim, zararsız bir insandır, ona buradan git, gelme diyemem! Bir kenarda oturur, bazen bir kahve içer, çubuğuna tütün koyarım. Kah erkenden gider, kah kahve kapanıncaya kadar oturur. Bazen gitmez, o vakit kapıyı üstüne kilitler giderim! Sabah gelip kilidi açtığımda kendisini bulamam! Bundan dolayı kalbini kırmam, kıramam."

Kurmay Binbaşı, bu sözlerden ne anlar bilinmez, fakat iyiden iyiye meraklanır. Ve bir akşam geç saatlere kadar kahvede oturarak Rıza Efendiyi takibe azmeder. Kahve kapanacağı zaman Rıza Efendi kalkar. Binbaşı da peşine düşer. Şehzadebaşı'nı geçerler. Edirnekapı'ya gelirler. Kale dışına çıkarlar. Rıza Efendi epey önden gitmektedir. Derken mezarlığa girer. Zifiri karanlıkta ilerler. Binbaşı da eli tabancasında takiptedir. Selvilerin korkunç uğultusuna rağmen Rıza Efendinin sesi duyulur.

“Esselamu aleyküm!”

Selam, mezarlardan alınır.

“Ve aleykümüsselam!…”

Binbaşının bütün kanı çekilmiş gibidir. Fakat merak yakasını bırakmaz. Bir kenara sinmiş dinlemektedir. Bir ses:

“Ey ihvan! diye başlar, devam eder. Bu gece Moskof keferesinin Ehl – i İslam'a olan teadisinden (düşmanlığından) bahsedelim. Bu kafire ders vermek gerekir. Ne çare ki devlet o kudrette değil!”

Bir başka ses:

“Öyleyse, der, ona Japonya'yı musallat edelim…”

Binbaşı gerisini dinlemeden oradan yavaşça uzaklaşır, evine döner. Ertesi gün neticeyi arkadaşlarına nakleder. Subaylar, Ali Efendi'nin kahvesine koşarlar. Bir kenarda çubuğunu çeken Rıza Efendi'yi sessiz sessiz seyrederler. Kendileri bir şey sormazlar, ondan bir hareket beklerler. Rıza Efendi çubuğunu bitirir, ağır ağır ayağa kalkar, gözleriyle Binbaşı'yı arar. Ve ona eliyle: “Gel!” işareti eder. Binbaşı heyecanla yaklaşır. Rıza Efendi:

“Paşa,” der, “Rus – Japon harbine hazır ol!…”

Herkes olduğu yerde donmuştur. Rıza Efendi bu bir sözden sonra kahveden çıkar, gider…

Sene 1904…Rus – Japon harbi patlak vermiş, sonunda Rusya mağlup edilmiştir.[5][6]

Bu vâkâda görüldüğü gibi bâzı rûhların misâl-i bedenleriyle görüldüğü, gelip aramızda yaşadığı, ancak beşerî münâsebetlerinde bir başkalık içinde oldukları muhakkaktır.
Şimdi, ölüm meleğiyle ilgili görüntülerin değişikliği vegörev esnâsındaki durumunu ele alacağız. Ancak şunu söylemek yerinde olacaktır: her insanın ölüm sırasında çıkardığı ses, değiştirdiği renk, çırpınmaları, is koku ve feryatları veya uykuya yatar gibi, tatlı bir rüyâ görür gibi yüzleri gülen, solmamış dudaklarında bir tebessümle gözlerini yumduklarını görmemek mümkün değildir. Ölüm sonrası hayat, vardır. Bu, bir rüyâda yaşar gibi misâli bedenlerle devâm eder. Ahiret yurdunda ise mutlak vücutla varlık başlayacaktır. Mevzunun bu ahiret dediğimiz 2. dirilişe intikal etmeden rûhun bekâ ve mevcûdiyetinin kendi sınırları içinde kalmasıdır.
Şu kadarını söylemek mümkün: Bu dünya kapısını açan Kudret, ahiret kapısını da açacak, bu kapı, edebiyete intikal eden sonsuz bir var oluşun başlangıcı olacaktır.[8]
وَلَا تَقُولُوا لِمَنْ يُقْتَلُ فِي سَبِيلِ اللَّهِ أَمْوَاتٌ بَلْ أَحْيَاءٌ وَلَكِنْ لَا تَشْعُرُونَ

«Allah yolunda öldürülenlere “ölüler” demeyin. Hayır, onlar diridirler. Ancak siz bunu bilemezsiniz.» (Bakara 154) [7]
ilâhî hitabı, muhteşem bir ikinci hayat merdivenini aydınlatır. Beş mertebede gerçekleşen hayat, seyrini ilâhî kanunlar içinde devam ettiri. Bizim anlayamamamız, bizim göremememiz, olmadığına delâlet etmez.[8]