DİNİ SÖZLÜK
KABA KUŞLUK (Dahve-i Kübrâ):
Oruç müddetinin yarısı, öğleden bir saat evvelki zaman. (Bkz. Dahve-i Kübrâ)
KABA NECÂSET:
İnsandan çıkınca abdesti veya guslü gerektiren her şey, eti yenmeyen hayvanların, (yarasa hâriç) ve yavrularının yüzülmüş, dabağlanmamış derisi, eti, pisliği ve bevli ile süt çocuğunun pisliği, bevli ve ağız dolusu kusmuğu, insanın ve bütün hayvanlar ın kanı ile şarab, leş, domuz eti ve kümes ve yük hayvanlarının, koyun ve keçinin pisliği. (Bkz. Necâset)
Deride, elbisede, namaz kılınan yerde, dirhem miktarı veya daha çok kaba necâset yoksa, namaz sahîh olur ise de dirhem miktarı bulunursa tahrîmen mekruh olur ve bunu yıkamak vâcibdir. Dirhemden çok ise yıkamak farzdır. Az ise sünnettir. Şarabın damla sını da yıkamak farzdır, diyen âlimler de vardır. Necâset (pislik) miktarı bulaştığı zaman değil, namaza dururken olan miktarıdır. Dirhem miktarı kaba necâsette dört gram ve seksen santigram ağırlıktadır. Akıcı necâsetlerde açık el ayasındaki suyun y üzü genişliği kadar yüzeydir. (İbn-i Âbidîn)
KÂBE-İ MUAZZAMA:
Yeryüzünde yapılan ilk mâbed. Müslümanların kıblesi. Arabistan'ın Mekke-i mükerreme şehrindeki Mescid-i Harâm'ın ortasında bulunan taştan yapılmış dört köşeli binâ. Beytullah, Beyt-ül-haram, Bekke, Beyt-ül-atîk, Hâtime, Basse, Kadîs, Nâzır, Karye-i K adîme adları ile de anılmıştır.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Allahü teâlâ, Kâbe'yi, o Beyt-i Harâm'ı insanlar için din işlerinde bir düzen ve dünyâda cinâyetten emin bir yer kıldı. (Mâide sûresi: 97)
Kâbe-i muazzamaya bakmak sevâbdır. İlk görüldüğünde yapılan duâlar kabûl olunur. Peygamber efendimiz aleyhisselâm Kâbe-i muazzamayı gördüğü zaman; "Ey Allah'ım! Bu beytin şerefini, saygısını, heybetini arttır. Hac ve umre yapanların da şerefini, din gayretini, azametini (büyüklüğünü) ve keremini (cömertliğini) ziyâde et" diye duâ ederdi. (Ezrâkî)
Kâbe-i muazzamayı, ilk olarak meleklerin yardımıyla Âdem aleyhisselâm inşâ etti. Nûh aleyhisselâm zamânındaki tûfana kadar zaman zaman tâmir edildi. Tûfandan sonra, İbrâhim aleyhisselâmın, zamânına kadar yeri belirsiz olarak kaldı. İbrâhim aleyhissel âm oğlu İsmâil aleyhisselâmla birlikte Allahü teâlânın emriyle Kâbe-i muazzamayı yeniden inşâ etti. İbrâhim aleyhisselâmdan sonra zaman zaman yıkılıp yeniden inşâ edilen Kâbe-i muazzama, Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem otuz beş yaşınd ayken, Mekkeliler tarafından, 683 (H.64)te Eshâb-ı kirâmdan (Peygamber efendimizin arkadaşlarından) Abdullah bin Zübeyr ve Emevî halîfelerinden Abdülmelik bin Mervân'ın Mekke vâliliğine tâyin ettiği Haccâc bin Yûsuf tarafından tekrar inşâ edildi. (Ezrâkî)
Kâbe-i muazzama 17 metre yükseklikte olup, dört köşe ve taştandır. Kuzey duvarı 8,8, güney duvarı 7, doğu duvarı 11,9, batı duvarı 12,8 m. uzunluğundadır. Doğu ve güney duvarları arasındaki köşede Hacer-ül-esved taşı vardır. Kâbe-i muazzamanın doğu d uvarında bir kapı vardır. (Eyyûb Sabri Paşa)
KÂBE KAVSEYN:
Peygamber efendimizin Mîrac gecesinde bilmediğimiz bir şekilde Allahü teâlâya yakınlığından kinâye olan bir tâbir.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
O (Muhammed aleyhisselâm) Rabbine Kâbe Kavseyn veya daha yakın oldu. (Necm sûresi: 9)
Ehl-i sünnet âlimleri buyurdu ki: "Mîrâc, ruh ve cesed birlikte olarak Mekke-i mükerremeden Kudüs'e ve oradan yedi kat göke, sonra Sidre denilen yere ve Sidre'den Kâbe Kavseyn makâmına uyanık olarak, gece bir anda götürülmüş ve getirilmiştir. Bunu ya pan, Allahü teâlâdır ve ancak O yapabilir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Peygamber efendimiz Kâbe Kavseyn makâmına varınca ne Cebrâil aleyhisselâm ve ne de başka hiçbir vâsıta olmadan doğrudan doğruya Allahü teâlâ O'na vahyetti, bildireceğini bildirdi. Beş vakit namaz bu sırada Farz kılındı. (Fahreddîn Râzî) Kâbe Kavseyn tahtının Sultânı sen, ben bir hiçim, Misafirinim dememi saygısızlık sayarım.
(Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
KÂBİD (El-Kâbid):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Ölürken rûhları bedenlerden alan, verdikleri sadakaları zenginlerden kabûl eden.
El-Kâbid ism-i şerîfini söyleyen, elem ve sıkıntılardan kurtulur. (Yûsuf Nebhânî)
KABR (Kabir):
Ölen insanın defnedilmesi, gömülmesi için kazılan yer, mezar.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, rüzgârı, rahmeti olan yağmurdan önce müjdeci gönderir. Rüzgârlar, ağır olan bulutları sürükler. Bulutlardan ölü olan toprağa su yağdırırız. O yağmurlu yerden meyvalar çıkarırız. Ölüleri de kabirlerinden böyle çıkaracağız. (A'râf sûresi: 56)
Kabir, Cennet bahçelerinden bir bahçe, yâhut Cehennem çukurlarından bir çukurdur. (Hadîs-i şerîf- Ahvâl-ül-Kubûr)
Meyyit kabre konduğu zaman, amelleri onun etrâfını sararlar. Allahü teâlâ, o amelleri konuşturur. Ameller şöyle der: "Ey bu kabirde yapayalnız kalan kul! Dostların, çoluk-çocuğun senden ayrılıp, gittiler. Bugün senin benden başka bir arkadaşın ve yak ının yok. (Yezîd Rakkâşî)
Kabir hergün beş defâ; "Ben, yalnızlık yeriyim. Bana gelecek kişi Kur'ân-ı kerîm okuyarak kendine arkadaş edinsin. Ben karanlık yeriyim, bana gelecek kişi, namaz kılarak beni aydınlatsın. Ben, altı-üstü toprak olan bir yerim. Bana gelen sâlih amel il e gelip yatağını hazırlasın. Ben, yılanı ve çıyanı içimde barındıran bir yerim. Bana gelen tiryâk ile gelsin. O tiryak da; Besmele-i şerîf ve çok gözyaşı dökmektir. Ben, Münker ve Nekir adındaki suâl meleklerinin suâl soracakları bir yerim. Bana gele n onlara cevap verebilmek için (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah) sözünü çok söylesin diye seslenir. (Muhammed bin Selâme el-Mısrî)
Kabre yılanlar, dışardan gelir sanma. Sizin kötü amelleriniz, sizin için engerek yılanıdır. Dünyâda iken yediğiniz haramlar da kabre yılan olarak gelir. (Ebû Mansur Abbâdî)
Kabr Azâbı:
Îmânsız ölenin ve günahkâr müslümanın kabre konulduktan sonra çektiği, nasıl olduğunu bilemediğimiz azâb, cezâ.
Üzerinize idrâr sıçratmayınız! Çok kimseye kabir azâbı bundan olacaktır. (Hadîs-i şerîf-Tezkire-i Kurtubî)
Gizleyebilseydiniz, bu kabirlerdeki azâbı duymanız için Allahü teâlâya duâ ederdim. (Hadîs-i şerîf-Ahlâk-ul-Ulemâ)
Kabir azâbı, şu üç şeydendir: Gıybet, koğuculuk ve üzerine idrâr sıçratmak. (Hadîs-i-şerîf-Letâif-ül-Meârif)
Ölmek istemeyiniz. Kabir azâbı çok acıdır. Ömrü uzun olup İslâmiyet'e uymak büyük seâdettir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Kabir azâbı rüyâ gibi değildir. Kabir azâbı, azâbın görüntüsü değildir, azâbın kendisidir, âhiret azâblarındandır. Dünyâ azâbına benzemez. Dünyâ azâbları, âhiret azâbları yanında hiç kalır. (İmâm-ı Rabbânî)
Kabir azâbı vardır. Kabir azâbı hem rûha, hem de bedene olacaktır. (İmâm-ı Muhammed bin Hasen Şeybânî)
Kabr Hayâtı:
İnsanın ölüp kabre konmasından, kıyâmet koparak, mahlûkların diriltilmelerine kadar geçen zaman.
Kabir hayâtı, dirilerin hayâtı gibi değildir. Dünyâ hayâtında hayâtın nizâmı için hem his yâni duygu, hem de irâde ile hareket vardır. Kabir hayâtında ise, hareket etmek lâzım değildir. Hattâ, kabir hayâtında hareket olmaması lâzımdır. O hayatta bulu nanların, elem ve azâb duymaları için, yalnız his etmeleri yetişir. (İmâm-ı Rabbânî)
Kabir hayâtı insanlara göre değişir. "Peygamberler, kabirlerinde namaz kılarlar" buyruldu. Peygamber efendimiz Mîrâc gecesinde Mûsâ aleyhisselâmın kabri yanından geçerken, kabirde namaz kılarken gördü. Kabir hayâtı şaşılacak bir şeydir. (İmâm-ı Rabbânî)
Kabr-i Seâdet:
Peygamber efendimizin mübârek kabr-i şerîfleri. Hücre-i seâdet de denir.
Kabr-i seâdetin bulunduğu yer hazret-i Âişe vâlidemizin odası idi. Peygamber efendimiz burada vefât etti. "Peygamberler, vefât ettikleri yere defn edilirler" hadîs-i şerîfine uyularak buraya defn edilmiştir. Burada, hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer 'in kabr-i şerîfleri de vardır. (Eyyûb Sabri Paşa)
Kabr Suâli:
Ölü defn edildikten sonra kabre gelen Münker ve Nekîr adlı iki meleğin meyyite îmândan ve îtikâddan sordukları suâller. (Bkz. Münker ve Nekîr)
Ölü kabre konulunca, yanına iki melek gelir. Onu tutarlar. "Rabbin kimdir?" diye suâl ederler. Ölü; "Rabbim Allahü teâlâdır" der. (Peygamber efendimizi kast ederek) "Size gönderilen o zât kimdir?" diye suâl ederler. Ölü; "O, Allahü teâlânın Resûlüdür, peygamberidir" der. "Bunu nereden biliyorsun?" derler. Ölü; "Allahü teâlânın kitâbı Kur'ân-ı kerîmde okudum. O'na îmân ettim ve O'nu tasdîk ettim" der. (Hadîs-i şerîf-Letâif-ül-Meârif)
Münker ve Nekir isminde iki melek; "Rabbin kimdir. Dînin nedir? Peygamberin kimdir? Kıblen neresidir?" diye suâl sorarlar. Allahü teâlâ kimi muvaffak eder ve kimin kalbine hak sözü yerleştirirse, der ki: "Sizi vekil ederek bana kim gönderdi ise, Rabb im odur. Benim Rabbim Allah, peygamberim Muhammed aleyhisselâm, dînim dîn-i İslâm'dır." (Muhammed bin Hüseyn el-Acurrî)
Mü'minlerden dokuz kimseye kabir suâli olmaz: Şehîd, düşman karşısında nöbette iken ölen, vebâ, kolera gibi bulaşıcı hastalıktan ölen, böyle hastalıklar yayıldığı zaman kaçmayıp, sabr ederek; başka sebeplerle ölen, sıddîklar, bâliğ (gusül abdesti ala cak yaşa gelmiş) olmayan çocuklar, Cumâ günü veya gecesi ölenler, her gece Tebâreke sûresini, Secde sûresini okuyanlar ve ölüm hastalığında (İhlâs) sûresini okuyanlar. (İbn-i Âbidîn)
Kabr Ziyâreti:
Ölümü ve âhireti hatırlayıp ibret almak, mezarlıkta medfûn (gömülü) olanlara duâ etmek ve Kur'ân-ı kerîm okumak ve velî olan ölülerin rûhlarından istifâde etmek maksadıyla bir kabre veya mezarlığa gitmek.
Kabir ziyâretini önce yasaklamıştım. Şimdi ziyâret ediniz! Böylece dünyâya gönül vermekten kurtulur, âhireti hâtırlarsınız. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Kabrimi ziyâret eden, beni diri iken ziyâret etmiş gibi olur. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Bir kimse mü'min kardeşinin kabrini ziyâret eder ve kabir yanında oturup selâm verirse, meyyit onu tanır ve selâmına cevab verir. (Hadîs-i şerîf-Şevâhid-ül-Hak)
Kabrimi ziyâret edene şefâatim vâcib oldu. (Hadîs-i şerîf-Şifâ-üs-Sekâm)
Ölümü hatırlamak ve ölüden ibret almak için kabir ziyâret etmek ve sâlihlerin, velîlerin kalblerinden bereketlenmek müstehâbdır. (İmâm-ı Gazâlî)
Meyyitin çürüdüğünü, yanaklarının, dudaklarının döküldüğünü, ağzından pis suların aktığını, karnının şişip patladığını, içine kurtların böceklerin dolduğunu düşünerek, ibret almak için, kabir ziyâreti yapılır. (İmâm-ı Gazâlî)
Kabir ziyâretinin çok faydası vardır. Bir velînin kabrini ziyârete giden kimse, yolda hep onu düşünür, ona teveccühü (kalben yönelmesi) her adımda artar, mezarı başına gelip toprağını görünce, hep onunla meşgul olur. Teveccühü arttıkça, ondan istifâd esi artar. Evet, ruhlar için bir mâni, perde yoktur. Onlar hatırlandığı her yerde Allahü teâlânın izniyle hazır olurlar. Fakat dünyâda iken, yıllarca berâber bulunduğu beden o topraktadır. Onun için, rûhun o toprağa uğraması, nazarı ve bağlılığı, başka yerlere olandan daha çoktur. (Alâüddevle Semnânî)
KABRİSTÂN:
Mezarlık, ölülerin gömüldüğü yer.
Kabristâna giren kimse, Yâsîn sûresini okursa, o gün meyyitlerin azâbları hafifler. Meyyitlerin sayısı kadar, ona da sevâb verilir. (Hadîs-i şerîf-Habl-ül-Metîn)
Bir kimse, kabristândan geçerken on bir kerre İhlâs sûresini okuyup, sevâbını meyyitlere hediye ederse, kendisine ölüler adedince sevâb verilir. (Hadîs-i şerîf-Habl-ül-Metîn)
Dünyâ gamından, nefsin sıkıştırmasından hafifleyip kurtulmak istiyorsanız, kabristanları sık sık ziyâret ediniz. (Hacı Bayram-ı Velî)
KABÛL:
Almak, râzı olmak. Alış-veriş, kirâlama, nikâh gibi sözleşmelerde yapılan teklife rızâ göstermek.
Bir kimse birisine, falan malını bana şu kadar liraya sat diye yazıp, o da, o malı sattım diye cevap yazsa, alış veriş sahîh, geçerli olmaz. Birincisinin kabul ettim diye tekrar yazması lâzımdır. (Kayseri Müftîsi Mes'ûd Efendi)
Bir kimse Zeyd'e ve Amr'e şu malımı size 10 bin liraya sattım dese, yalnız Zeyd kabûl etse alış veriş sahîh geçerli olmaz. (Abdürrahîm Efendi)
KABZ:
Teslim almak.
Küçük çocuğa yapılan bağışı, kendisi, anası veya velîsi kabz edebilir. (Abdullah-ı Mûsulî)
Hibe (karşılıksız bağışlanan ve hediyye edilen mal) kabz edilince mülk olur. Satın alınan mal ise söz kesilince, kabz edilmeden evvel mülk olur. (Ali Haydar Efendi)
Kabz ve Bast:
Tasavvuf yolunda ilerleyenlerde görülen sıkıntı ve ferahlık.
Kabz (sıkıntı, daralma) ve bast (ferahlık ve genişlik) insanı uçuran iki kanat gibidir. Kabz hâli gelince üzülmeyiniz. Bast sâhibi olunca da sevinmeyiniz. (İmâm-ı Rabbânî)
Hâllerin değişik olması mahlûkların sıfatıdır, özelliğidir. Temkîne yâni hâllerin değişmemesine kavuşanlar da, az da olsa değişiklikten kurtulamaz. İnsan kabz ve bast arasında değişir durur. (İmâm-ı Rabbânî)
Kabz ve bast, erbâb-ı kulûbda (tasavvuf yolunun başlangıcında bulunan evliyâda) hâsıl olur ki, onlar başlangıç ehlidir. Müntehî (yolun nihâyetine varanlar) için kabz ve bast yoktur. (Ahmed Fârûkî)
Bahâeddîn-i Nakşibend kuddise sirruh, kabz hâlinde istiğfârı yâni bağışlanmayı istemeyi, bast hâlinde de şükretmeyi emretmiştir. (Mevlânâ Safî)
KADDESALLÂHÜ TEÂLÂ ESRÂREHÜMÜL'AZÎZ:
Daha çok tasavvuf büyüklerinin, evliyâ zâtların isimleri anılınca ve yazılınca söylenen veya yazılan Allahü teâlâ onların kıymetli sırlarını temiz, mübârek eylesin mânâsına duâ ve saygı ifâdesi. Bir kişi için Kaddesallahü sırrehü; iki kişi için Kadde sallahü sırrehümâ denir.
Kıyâmette yâni öldükten sonra diriltilip, dünyâda yapılan işlerin hesâbının verileceği gün; önce Peygamberler aleyhimüssallevâtü vetteslîmât, sonra sâlih kullar, Allahü teâlânın sevdiği ve kendilerinden râzı olduğu evliyâ-yı kirâm kaddesallahü teâlâ esrârehümül'azîz Allahü teâlanın izni ile günahı çok olan mü'minlere şefâat edecek, onları azâbdan kurtaracaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlâ meleklere, cinlere çeşitli şekil alabilmek kuvveti verdiği için, çok sevdiği evliyânın kaddesallahü esrârehümül'azîz rûhlarına da bu kuvveti vermektedir. Onlardan birçoğu bir anda çeşitli yerlerde değişik işler yaparken görülmüşler, sıkı ntı ve tehlikeli durumlarla karşılaşanlar yardım istediklerinde, Allahü teâlânın izni ile onlara yetişmişlerdir. Bu evliyânın kaddesallahü teâlâ esrârehümülazîz yaptıkları yardımdan bâzan haberi olmakta, bâzan da olmamaktadır. (İmâm-ı Rabbânî)
Evliyâ-yı kirâm herkes gibi dört hak mezheb (Hanefî, Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî)den birine tâbi olarak, uyarak yükselmişlerdir. Cüneyd-i Bağdâdî, Süfyân-ı Sevrî, Abdülkâdir-i Geylânî, Hanbelî idi. Ebû Bekr-i Şiblî, Mâlikî idi. Cerîrî, Hanefî idi. Hâris-i Muhâsibî, Şâfiî idi. kaddesallahü teâlâ esrârehüm. (Abdülhak-ı Dehlevî)
KA'DE-İ AHÎRE:
Namazda son oturuş.
Ka'de-i ahîrede; erkekler sağ ayağını dikip sol ayağı üzerine oturur. Kadınlar, teverrük eder. Yâni kaba etlerini yere koyup ayaklarını sağ tarafından çıkararak oturur. (Halebî)
Ka'de-i ahîrede, tehiyyât duâsı okuyacak kadar oturmak farz, tehiyyat duâsını okumak ise, vâcibdir. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
KA'DE-İ ÛLÂ:
Üç ve dört rekatli namazların ikinci rek'atındaki oturuş.
Ka'de-i ûlâda, oturmak vâcib, tahiyyat duâsını okumak ise, sünnettir. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Ka'de-i ûlâda Allahümme selli diyenlerin namazı bozulur. Çünkü salli yerine selli denince mânâ bozulmakta dolayısıyle namaz da bozulmaktadır. (Abdülazîz Dehlevî)
KADER:
Allahü teâlânın ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile, ilerde olacak hâdiseleri ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) bilip takdîr etmesi; alın yazısı. (Bkz. Kazâ ve Kader)
Kader, Allahü teâlânın bir sırrıdır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u Ulûmiddîn)
Kader, tedbîr ile sakınmakla değişmez. Fakat kabûl olan duâ, o belâ gelirken korur. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u Ulûmiddîn)
Kader değişmez. Kazâ kadere uygun olarak meydana gelir. Kazâ her gün çok değişip sonunda kadere uygun olunca yaratılır. (Ebüssü'ûd Efendi)
Kadere Rızâ:
İnsanın, Allahü teâlânın kendisi hakkında takdîr ettiği şeylere rızâ göstermesi, hoşnud olması başına gelen belâ ve musîbetlere sabredip, boyun eğmesi.
Kendinize, evlâdınıza kötü duâ etmeyiniz. Allah'ın kaderine rızâ gösteriniz. Nîmetlerini arttırması için duâ ediniz. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
İslâm dîni ve bütün semâvî (ilâhî) dinler her işin Allahü teâlânın takdîri ve irâdesi (dilemesi) ile olduğunu bildirdi. Fakat insan bir işin ezelde (başlangıçsız öncelerde) nasıl takdîr edildiğini bilmediği için, Allahü teâlânın emrine uyarak çalışma sı ve kadere rızâ göstermesi lâzımdır. Kazâ ve kadere inanmak, kadere rızâ göstermek insanın çalışmasına mâni olmaz, bilakis çalışmasını kamçılar. (Muhammed Ma'sûm Fârûkî)
İnsan, başına gelen belâ ve musîbetlere sabretmeli, kadere rızâ göstermelidir. Allahü teâlânın dostlarına dünyâ sıkıntılarının ve belâların gelmesi bunların günahlarının affolmasına sebeb olur. Sözün doğrusu şudur ki, sevgiliden gelen her şeyi gülere k sevinerek karşılamak lâzımdır. O'ndan gelenlerin hepsi tatlı gelmelidir. Sevgilinin sert davranması, ikrâm, ihsân ve yükselmek gibi olmalıdır. Böyle olmazsa, sevgisi tam olmaz. (İmâm-ı Rabbânî)
Dünyâda huzûr ve rahat kadere rızâ göstermektedir. (M. Sıddîk bin Saîd)
KADERİYYE:
Hicrî ikinci asırda Vâsıl bin Atâ tarafından kurulan ve "Kul kendi fiillerini kendi yaratır" diyerek kaderi yâni işlerin, Allahü teâlânın takdîri ile olduğunu inkâr eden bozuk fırka. Bu fırkaya Mu'tezile adı da verilir.
Kaderiyye (îtikâdında olanlar) bu ümmetin mecûsîleridir (ateşe tapanlarıdır) . (Hadîs-i şerîf-Ebû Ya'lâ)
Kaderiyye fırkasında olanlara selâm vermeyiniz. Hastalarını ziyâret etmeyiniz. Cenâzesinde bulunmayınız, sözlerini dinlemeyiniz ve onlara sert cevab veriniz! Hakâret ediniz. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Kaderiyye fırkasının dediği gibi, insan dilediğini, kendi yaratıyor zannetmek, "Her şeyi yaratan Allahü teâlâdır" âyet-i kerîmesine inanmamak olur. (M. Hâlid-i Bağdâdî)
KÂDI:
İslâm hukûkuna göre hüküm veren hâkim.
Kâdılar üç kısımdır: Biri Cennet'te, ikisi Cehennem'dedir. Hakkı bilen ve ona göre hüküm veren kâdı Cennet'tedir. Hakkı bilen fakat ona göre hüküm vermeyen kâdı Cehennem'dedir. Bilmediği hâlde hüküm veren kâdı da Cehennem'dedir. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce, Ebû Dâvûd, Tirmizî)
Kâdı yerine oturunca, onun yanına iki melek iner ve zulmetmedikçe ona yol gösterirler. Onu muvaffak kılmaya çalışırlar. Eğer zulmederse, oradan ayrılıp kendi hâline bırakırlar. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)
Kâdı da müftî gibi mutlak olarak Ebû Hanîfe'nin kavilleriyle (ictihadlarıyla, fetvâlarıyla) amel etmeli, ondan sonra Ebû Yûsuf'un, ondan sonra İmâm-ı Muhammed'in, daha sonra İmâm-ı Züfer ve Hasan ibni Ziyâd'ın fetvâlarıyla bu tertip üzerine hüküm ver melidir. (Secâvendî)
Kâdının müctehid olması evlâdır, daha iyidir. Eğer müctehid kâdı bulunmazsa âdil, sâlih, dîninde emniyetli, aklında, anlayışında güvenilir olan biri seçilir. Ayrıca fıkhı ve sünneti de iyi bilmesi lâzımdır. (İbn-i Hümâm)
KADÎM:
Başlangıcı olmayan.
1. Allahü teâlânın zâtına âit sıfatlarından. Varlığının evveli, başlangıcı olmayan.
Biliniz ki, Allahü teâlâ kadîm olan zâtı ile vardır. O'ndan başka her şey, O'nun var etmesi ile var olmuş, O'nun yaratması ile yokluktan varlığa gelmiştir. O, sonsuz olarak var idi. Kadîmdir, ezelîdir. Yâni hep var idi. Varlığından evvel yokluk olama z. O'ndan başka her şey yok idi. Bunların hepsini, O, sonradan yarattı. Kadîm ve ezeli olan, bâkî ve ebedî (sonsuz) olur. Hâdis ve mahlûk olan (sonradan yaratılan), fânî ve geçici olur, yâni yok olur. Allahü teâlâ birdir. Varlığı lâzım olan, yalnız O'dur. İbâdete hakkı olan da, yalnız O'dur. O'ndan başka her şeyin var olmasına lüzum yoktur. Olsalar da olur, olmasalar da. O'ndan başka hiçbir şey, ibâdet olunmağa lâyık değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlânın kâmil, noksan olmayan sıfatları vardır. Bunlar, hayât (diri olmak), ilim (bilmek), sem' (işitmek), basar (görmek), kudret (gücü yetmek), irâde (istemek), kelâm (söylemek) ve tekvîn (yaratmak)'dir. Bu sekiz sıfata, sıfât-ı sübûtiyye de nir. Bu sıfatları da kadîmdir. Yâni sonradan olma değildir. Kendinden ayrı olarak, ayrıca vardır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
2. Zaman bakımından eski olan şey.
Kadîm, kıdemi üzre terk olunur yâni; İslâm esaslarına uygun olarak öteden beri mevcûd olan şey, aksine delîl olmadıkça eski şekli üzere bırakılır. Zarar kadîm olmaz, yâni zarar olan şeye kadîm olduğuna dâir karar verilip de bulunduğu hâl üzere bırakı lamaz. (Ali Haydar Efendi)
KÂDİR:
Gücü yeten, kudret sâhibi.
1. Allahü teâlânın sıfatlarından biri; gücü her şeye yeten, hakîkî kudret sâhibi.
Âyet-i kerîmede Allahü teâlâ meâlen buyuruyor ki:
Bütün mülk ve saltanat, yed-i kudretinde olan Allahü teâlâ, her türlü noksanlıktan uzaktır. O, her şeye kâdirdir. (Mülk sûresi: 1)
Yâ Rabbî! Bizlere ihsân ettiğin nûrunu, nîmetlerini arttır. Günâhlarımızı, kusurlarımızı ört! Kusurlarımız, kabahatlarımız çok. Fakat sen, her şeye kâdirsin, her şeyi yaparsın! (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlâ ölüyü diriltmeye, taşı konuşturmaya ve yürütmeye ve uçurmaya kâdirdir. Gökleri ve Kürsî'yi ve Arş'ı ve yeri ve bütün kâinâtı kısa zamanda yok etmeğe ve tekrar yaratmaya kâdirdir. Zîrâ bunların hepsi mümkündür, sonradan yaratılmıştır. (İmâm-ı Birgivî)
2. Gücü yeten.
Kızdığı zaman istediğini yapmaya kâdir olan (müslüman) bir kimse, kızmazsa, Allahü teâlâ kıyâmet günü onu herkesin arasından çağırır. Cennet'te istediğin yere git der. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Gazaba gelen bir kimse, dilediğini yapmaya kâdir olduğu hâlde yumuşak davranırsa, Allahü teâlâ, onun kalbini, emniyet ve îmân ile doldurur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Kâdir-i Muhtâr:
Dilediğini yapabilen, bir şeyi yapmaya mecbur olmayan.
Allahü teâlâ Kâdir-i muhtâr'dır, tabîat kuvvetleri gibi elbette işi yapmaya mecbûr değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
KÂDİYÂNÎLİK:
On dokuzuncu yüzyılda, Hindistan'da Mirzâ Gulâm Ahmed tarafından kurulan bozuk yol. Kurucusunun doğum yeri olan Kâdiyan kasabasına nisbetle bu adla anılmaktadır. İsmine nisbetle, Ahmediyye de denilmektedir.
İngilizlerin Hindistan'ı sömürge hâline getirdikten sonra, bol para vererek avladıkları Mirzâ Gulâm Ahmed, etrafında câhil ve sapık kimseleri toplayarak 1880'de Kâdiyânîlik bozuk yolunu kurdu. Kendisinin Mehdî daha sonra da âhir zamanda gökten ineceğ i bildirilen Îsâ Mesîh olduğunu ve yeni bir din getirdiğini söyledi. Kâdiyân'da bir mescid yaptırıp, buraya Mescid-i Aksâ adını verdi. Îsâ aleyhisselâma iftirâlarda bulunup, Muhammed aleyhisselâmın son peygamber olduğunu inkâr etti. Mirzâ Gulâm Ahmed 1908'de ölünce yerine Hakim Nûreddîn, onun yerine Beşîrüddîn Mahmûd geçti (1914). Kâdiyânilik (Ahmediye) bozuk inançlarını "Gerçek İslâmiyet" adı altında yaymaya çalıştı. Kur'ân tefsîri diyerek çıkardığı iki kitabı Kur'ân-ı kerîme uymayan bozuk yazılarla doldurdu. Pencab ve Bombay'da câhil halk arasında sür'atle yayılan bu bâtıl yol, şimdi Avrupa ve Amerika'da yayılmaya çalışılmaktadır. (Enver Şâh Keşmîrî)
Kâdiyânîlere göre; yahûdîler Îsâ aleyhisselâmı asmak istememişlerdi. Fakat o, kendiliğinden öldü ve toprağa kondu. Sonra kabrinden çıkıp Hindistan'da Keşmir'e gitti. Orada İncîl'i öğretip tekrar öldü. Îsâ ve Muhammed aleyhimesselâmın ruhları insan şe klinde görünecektir. Bu da Mirzâ Ahmed'dir. Başka Mehdî yoktur. (Müftî Mahmûd Efendi, Ebû Zühre)
KÂDİRÎ:
Tasavvufta Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin yoluna mensup olan kimse. (Bkz. Kâdiriyye)
KÂDİRİYYE:
Evliyânın büyüklerinden Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin v.561 (m.1266) tasavvuftaki yolu.
Tarîkatler (tasavvuftaki yollar) başlıca ikidir. Zikr-i hafî yâni sessiz zikir yapan ve zikr-i cehrî yâni yüksek sesle zikir yapan tarîkatler. Birincisi hazret-i Ebû Bekr'den gelmiş olup, çeşitli isimler almışlardır. Zikr-i cehrî ise, hazret-i Ali'de n on iki imâm vâsıtasıyla gelmiştir. Bunların sekizincisi olan İmâm-ı Ali Rızâ'dan Ma'rûf-i Kerhî almış ve Cüneyd-i Bağdâdî'nin çeşitli halîfelerinin silsilelerinde bulunan meşhûr mürşidlerin adı verilerek kollara ayrılmıştır. Böylece Ebû Bekr-i Şiblî yolundan Kâdiriyye, Şâziliyye, Sa'diyye ve Rifâiyye meydana gelmiştir. (Ahmed Hilmi, Hüseyn Vassâf)
Kâdiriyye yolunda olanlar, Allahü teâlânın ismini sesli zikrederek olgunlaşırlar. Tasavvufta her yolun kendine has edeb ve uyulması gereken usûlleri vardır. (Hacı Reşîd Paşa)
Kâdiriyye yolunun kurucusu olan Abdülkâdir-i Geylânî buyurdu ki: "Şükrün esâsı, nîmetin sâhibini bilmek, buna; kalb ile inanıp dil ile söylemektir.
KADR:
Bir alış-verişte karşılıklı olarak değiştirilen iki maldan herbirinin ölçek veya ağırlıkla ölçülen mal olmaları.
Kadr ile satılan bir şey, kendi cinsine meselâ beşibiryerdeyi, altın liralar karşılığı peşin satılırken, verilen ile alınanın ağırlığı müsâvî (eşit) olmazsa fâiz olur. (Ömer Nesefî)
Kadr (Kadir) Gecesi:
Daha çok Ramazân-ı şerîf ayı içerisinde bulunduğu bildirilen ve Kur'ân-ı kerîmin indirilmeye başladığı mübârek gece.
Kadir gecesini inanarak ve sevâbını bekleyerek ihyâ edenin (ibâdetle geçirenin) bütün günâhlarını Allahü teâlâ bağışlar. (Hadîs-i şerîf-Gunyet-üt-Tâlibîn)
Kadir gecesi, Muhammed aleyhisselâmın ümmetine mahsustur. Bu gecenin Ramazân ayının yirmi yedinci veya on yedinci veya yirmi ile otuzuncu geceleri arasında olduğuna dâir değişik rivâyetler vardır. (Muhammed Rebhâmî)
Kadr (Kadir) Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin doksan yedinci sûresi.
Kadir sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Beş âyet-i kerîmedir. Kadir gecesinden bahsedildiği için sûre bu ismi almıştır. Sûrede, Kadir gecesi, fazîleti, o gece meleklerin yeryüzüne inişi bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Taberî)
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde Kadr sûresinde meâlen şöyle buyurmuştur. Şüphesiz Kur'ân-ı kerîmi Kadr gecesinde (Levh-i mahfûzdan dünyâ göküne) biz indirdik. Ey Resûlüm! Kadir gecesinin fazîletini sana hangi şey bildirdi. Kadir gecesi, (içinde Kadir gecesi bulunmayan) bin aydan hayırlıdır. O gece melekler ve Ruh (Cebrâil) , Rabbi'nin izni ile (o sene takdîr edilen) her şey için arka arkaya iner. O gece fecrin doğuşuna (sabah oluncaya) kadar selâmettir (Allahü teâlâ o gece yalnız selâmet ve hayır takdîr eder. Yâhut melekler, mü'minlere selâm verir dururlar) .
Her kim abdest aldıktan sonra, Kadr sûresini bir kerre okursa, Hak teâlâ o kimseyi sıddîklardan yazar. İki kerre okursa, şehîdlerden yazar. Üç kerre okursa Peygamberlerle haşreder. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
KÂF SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin ellinci sûresi.
Kâf sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Kırk beş âyet-i kerîmedir. Kâf harfi ile başladığı için Sûre-i Kâf denilmiştir. Sûrede; kâfirlerin inkârlarında inâd etmeleri, Allahü teâlânın varlık ve kudretinin delîlleri, geçmiş bâzı kavimlerin isyânları, i nsanın yaratılışı, Allahü teâlânın insanlara yakınlığı, ölüm ve ölümden sonraki hayat anlatılmaktadır. (İbn-i Abbâs, Râzî, Taberî)
Allahü teâlâ Kâf sûresinde meâlen buyurdu ki:
Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona, boynundaki şah damarından daha yakınız. (Âyet: 16)
Kim Kâf sûresini okursa, Allahü teâlâ ona ölüm acılarını ve sarhoşluğunu hafifletir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
KÂFİR:
İslâmiyette inanılması lâzım olan şeylerin hepsine veya birine inanmayan, dînin emirlerini beğenmeyen, hafife alan, alay eden.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Kâfirler, Allahü teâlânın emirleri ile Peygamberlerin emirlerini birbirinden ayırmak istiyorlar. Bir kısmına inanırız, bir kısmına inanmayız diyorlar. Îmân ile küfür arasında bir yol açmak istiyorlar. Onların hepsi kâfirdir. Kâfirlerin hepsine Cehennem azâbını, çok acı azâbları hazırladık. (Nisâ sûresi: 150-151)
Kâfirleri yüzleri üzerine sürünerek Cehennem'e göndeririz. ( Meryem sûresi: 86)
Bir adam; "Yâ Resûlallah! Kıyâmet gününde kâfir yüzüstü nasıl haşredilecek?" diye sorunca, Resûlullah efendimiz; " Onu dünyâda iki ayağı üzerinde yürüten, kıyâmet gününde yüzüstü yürütmeye kâdir değil midir?" buyurmuştur. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Kâfirin hiçbir iyiliği, hayrâtı, hasenâtı âhirette faydalı olmaz. Îmânı olmayanın hiçbir iyiliğine sevâb verilmez. (Hâdimî)
Din bilgilerinde, ibâdetlerde zamâna uyulmaz. Îmân (inanç) bilgileri, din bilgileri zamanla değişmez. Bunları değiştirmek, zamâna uydurmak isteyenler, Ehl-i sünnetten (Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olanlardan) ayrılır, kâfir veya sapı k olurlar. Çünkü İslâmiyet'in kıyâmete kadar bozulmayacağını, doğru olarak kalacağını Allahü teâlâ vâdetmiştir. (Tahtâvî-Hamdullah Decvî)
KÂFİRÛN SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yüz dokuzuncu sûresi.
Kâfirûn sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Altı âyet-i kerîmedir. Kâfirlerden bahsedildiğinden sûre bu ismi almıştır. (Taberî, Râzî)
Allahü teâlâ Kâfirûn sûresinde meâlen buyuruyor ki:
(Habîbim! Onlara) de ki: Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza (putlarınıza) tapmam. Siz de, benim ibâdet etmekte olduğuma (Allah'a) ibâdet ediciler değilsiniz. Ben sizin taptıklarınıza (hiçbir zaman) tapmış değilim. Siz de benim kulluk etmekte olduğuma (hiçbir vakit) kulluk edicilerden değilsiniz. Sizin dîniniz size, benimki bana. (Âyet: 1-6)
Kim herhangi bir gecede Kâfirûn sûresini okursa, çok hayırlı ve çok güzel bir iş yapmış olur. (Hadîs-i şerîf-Musannef)
Kim Kâfirûn sûresini okursa, ona Kur'ân-ı kerîmin dörtte birini okumuş gibi sevab verilir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
KAHHÂR (El-Kahhâr):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Düşmanlarından, cebbâr (kibirli, zorba, zâlim), inâdcı, nîmetlere nânkörlük edenleri öldürüp, onları zelîl (aşağı, hakîr) etmekle dünyâda kahreden, âhirette düşmanları olan kâfirlere ebedî; îmâ nlı ölen mü'minlere, af ve mağfiret etmezse (bağışlamazsa) geçici olarak azâb eden.
Hak teâlâ, kıyâmet günü (insanlar ölüp, dirildikten sonra toplandıkları gün); "Bugün, mülk kim içindir?" buyurur. Cevâb olarak yine kendisi; "Kahhâr, olan Allah içindir" buyurur (El-Mü'min sûresi: 16). O gün kullar için korkudan, sığınmaktan başka bi r şey yoktur. Pişmânlıktan, şaşkınlıktan başka bir şey yapamazlar. (İmâm-ı Rabbânî)
El-Kahhâr ism-i şerîfini çok söylemekle kalbden dünyâ sevgisi çıkar. (Yûsuf Nebhânî) Affı sonsuzdur diyerek pek azdım, (Kahhâr) ismini unuttum âh yazık! Daldım günâha, yapmadım hiç hayır, Niçin doğru yoldan saptım âh yazık!
(Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
KÂHİN:
Gizli şeyleri bildiğini iddiâ eden. Falcı. (Bkz. Kehânet)
...Kâhinlik yapan ve kâhine giden ve sihir büyü yapan ve yaptıran ve bunlara inanan, bizden değildir. Kur'ân-ı kerîme inanmamıştır. (Hadîs-i şerîf-Hadîkat-ün-Nediyye)
Önceleri şeytanlar göklere çıkmaktan men olunmazlar idi. Göklere giderler, meleklerden işittiklerini, kâhinlere haber verirlerdi. Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) doğduğu zaman, göklere çıkmaları yasaklandı. (Abdullah bin Abbâs)
Kâhinlere, falcılara inanmamalıdır. Bilinmeyen şeyleri bunlara sormamalıdır. Bunları gaybları bilir sanmamalıdır. Gaybı ancak, Allahü teâlâ ve O'nun bildirdikleri bilir. (İmâm-ı Rabbânî)
KAHKAHA:
Yanındakiler işitecek kadar gülmek.
Rükû' ve secdeleri olan namazda kahkaha ile gülmek, namazı da, abdesti de bozar. Namazda tebessüm, namazı da abdesti de bozmaz. Tebessüm, insanın kendisinin de işitmeyeceği kadar gülmesidir. (İbn-i Âbidîn)
Helâlden ye! Çok gülme! Kahkaha ile gülmek, gönlü öldürür. Herkese şefkat ve merhamet et. Kimseyi hakîr (hor, aşağı, küçük) görme. Kimse ile münâkaşa ve mücâdele etme. Kimseden bir şey isteme. (Abdülhâlık-ıGoncdüvânî)
İbâdet, gözün nûru, sevinç ve neş'edir. Allah korkusundan ağlamak kalbin cilâsıdır. Kahkaha ile gülmek, kalbin zehiridir. (Abdülhakîm Arvâsî)
KAHR:
1.Mahvetme, helâk etme.
Kendini günâhlarla kahretme. Şunu iyi bil ki; günâhları terk edenin, kalbi incelir, yumuşar. Haramı bırakıp, helâl yiyenin ise, düşüncesi berrâk (temiz) olur. (İmâm-ı Mâverdî)
Allahü teâlâ, kıyâmet günü kâfirlere ve günâhkâr mü'minlere, kahr ve celâl ile görünecektir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Gençlikte, Allahü teâlânın kahrından, azâbından korkmalı, titremeli, ihtiyarlıkta merhametine sığınmalıdır. (Ahmed Fârûkî Serhendî) Kahrımız, gadâbımız (kızmamız) düşmana ziyân, Adüvden (düşmandan) korkmadık, korkmayız hiçbir zaman, Kur'ân'da zafer vâdediyor hazret-i Yezdân.
(Gülbank-i Mehterân)
2. Çok kederlenme, çok üzüntü duyma.
Abdülmecîd Han, Mustafa Reşid Paşanın mason olduğunu, İslâmiyet'e uymayan bir yol tuttuğunu anlayınca, kahrından, üzüntüsünden hastalandı. Yatakta oturamıyor, hep yatıyordu. Yalnız, mühim şeyler okunuyor, irâde-i şâhâne alınıyordu. Sırada bulunan bir kâğıt için "Medîne halkının dilekçesi okunacak" bilgisi verildi. "Durun, okumayın! Beni oturtun!" buyurdu. Arkasına yastık koyup oturtuldu. "Onlar Resûlullah efendimizin komşularıdır. O mübârek insanların dilekçesini yatarak dinlemekten hayâ ederim. Ne istiyorlarsa, hemen yapınız. Fakat okuyunuz da kulaklarım bereketlensin." dedi. Bir gün sonra vefât etti. (Eyyûb Sabri)
KAHT:
Kıtlık, kuraklık, gıdâ maddelerinin azlığı.
Hazret-i Ömer zamânında Medîne'de kaht oldu. Bir kimse, Kabr-i Nebevî'ye gelip; "Yâ Resûlallah! Ümmetin için yağmur duâsı yap! Helâk olacağız" dedi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem rüyâsında görünüp; "Ömer'e git! Yağmur geleceğini müjdele" buy urdu. (Abdülhak-ı Dehlevî)
KÂİM:
Ayakta olan, uyanık olan, namaz kılan.
Bir saatlik tefekkür (Allahü teâlânın büyüklüğünü, yarattıklarındaki hikmetleri düşünmek) bütün geceyi kâim olarak geçirmekten hayırlıdır. (Ebü'd-Derdâ)
KÂİN VE BÂİN:
Tasavvuf ilmi terimlerinden. Halk (insanlar) ile berâber görünen, fakat hakîkatte onlardan uzak ve kalben Allahü teâlâ ile berâber olan.
Kalbinde Allah'tan başka hiçbir şeyin sevgisi kalmayan ve ancak O'nu isteyen kimselere müjdeler olsun. "Kişi sevdiği ile berâberdir" hadîs-i şerîfine göre, bu kimse, Allahü teâlâ ile berâber olur. Görünüşte insanlar ile birlikte ve onlarla alış-veriş te ise de, hakîkatte Allahü teâlâ iledir. Kâin ve bâin olan sofînin hâli böyledir. (İmâm-ı Rabbânî)
KALB:
1. Gönül. Yürek denilen, et parçasına yerleştirilmiş nûrânî ve mânevî kuvvet.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Biliniz ki kalbler zikr ile (Allahü teâlâyı anmakla) rahat bulur. (Ra'd sûresi: 30)
Kalbleri bozuk olanlar, hakkı örtmek, fitne, fesâd çıkarmak için Kur'ân-ı kerîmden yanlış mânâ çıkarır, yanlış yola saparlar. (Âl-i İmrân sûresi: 7)
Kalb sâlih (iyi) olunca, beden de sâlih olur. (Hadîs-i şerîf-Îtikadnâme)
Müslüman müslümanın cânına, malına ve ırzına saldırmaz. Allahü teâlâ, bedenlerinizin kuvvetine, güzelliğine bakmaz. Amellerinize de bakmaz. Kalblerinize ve niyyetlerinize bakar. (Hadîs-i şerîf-Müsned)
Kalb, Allahü teâlâdan başkasına tutulmuş ise yıkılmış demektir. Bir işe yaramaz. Niyet doğru olmadıkça, hayırlı işlerin, yardımların ve âdete uyarak yapılan ibâdetlerin, yalnız hiç faydası olmaz. Kalbin Allahü teâlâdan başka hiçbir şeye düşkün olmama sı da lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Nûrlu, temiz kalb, şerîate uymağı sever. Kararmış kalb, kötü arkadaşa, nefse, şeytana, uymağı sever. (Muhammed Hâdimî)
Bir kimsenin kalbinde hased bulunur, kendisi buna üzülür, bunu istemezse, bu günâh olmaz. Kalbde bulunan hâtıra (düşünce) günâh sayılmaz. Hâtıranın kalbe gelmesi insanın elinde değildir. Kalbinde hased bulunmasından üzülmezse veya arzusu ile hased ed erse, günâh olur, haram olur. (Muhammed Hâdimî)
Mü'minin kalbi, Allahü teâlânın evidir ve güzel huyların yeridir. Kalbinde kötü, çirkin düşüncelere yer vermek, çirkinleri güzellere ortak etmek olur. (Muhammed Hâdimî)
Kalbe gelen lekeleri temizlemek için, günahlarından dolayı tövbe, istiğfâr etmeli, pişman olmalı ve Allahü teâlâya sığınmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Kalbin itminânı (huzûru), zikr (Allahü teâlâyı anmak) iledir. Fen bilgileri ile bularak, anlayarak değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
Kalbin tasfiyesi, temizliği, şerîate (İslâmiyete) uymakla, sünnetlere yapışmakla, bid'atlerden (dîne sonradan sokulan değişikliklerden) kaçmakla ve nefse tatlı gelen şeylerden sakınmakla olur. Zikr ve mürşîdi (hocasını) sevmek bunu kolaylaştırır. (İmâm-ı Rabbânî)
Allah korkusundan ağlamak, kalbin cilâsıdır. Kahkaha ile gülmek kalbin zehridir. (Abdülhakîm bin Mustafâ)
Kalb kırmaktan çok sakınınız. Allahü teâlâyı en ziyâde inciten küfrden sonra, kalb kırmak gibi büyük günâh yoktur. (İmâm-ı Rabbânî) Ol fakir ki yüzün bakar Gözlerinin yaşı akar Mü'min olan kalb mi yıkar Boynuna lânet mi takar Sakın incitme bir cânı Yıkarsın Arş-ı Rahmânı
(Alvarlı Muhammed Lütfi)
2. Tasavvuf yolunda birinci mertebe.
Tasavvuf yolunda ilerlemeye kalbden başlanır. Kalb madde değildir. Maddesiz, ölçüsüz olan Âlem-i emrdendir. Bu yolda (tasavvuf yolunda) kalbi geçtikten sonra, kalbin üstünde olan (rûh) mertebelerinde ilerlenir. (İmâm-ı Rabbânî)
Kalb Gözü:
Kin, hased, kibir gibi mânevî hastalıklardan kurtulup, her an Allahü teâlâyı anan kimsenin kalbinde meydana gelen, işlerin iç yüzünü görme kuvveti, basîret. (Bkz. Basîret)
Düşünerek anlamak, kalb gözü ile görmek yanında, özle kabuk gibidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Kalb Hastalığı:
Kalbin Allahü teâlâdan başkasına bağlanması.
"Kalblerinde hastalık vardır" meâlindeki âyet-i kerîmede bildirilen kalb hastalığına yakalanmış olanların hiçbir ibâdeti ve tâati fayda vermez. Bilakis zarar verir. "Çok Kur'ân-ı kerîm okuyanlar vardır ki, Kur'ân-ı kerîm bunlara lânet eder" hadîs-i şerîfi meşhurdur. "Çok oruç tutanlar vardır ki, oruçtan kazancı, yalnız açlık ve susuzluktur" hadîs-i şerîfi sahîhtir. Kalb hastalıklarının mütehassısları olan tasavvuf büyükleri de önce bu hastalığın giderilmesi için yapılacak şeyleri emrederler. (İmâm-ı Rabbânî)
Kalb Huzûru:
İç rahatlığı, gönül hoşluğu. Kalbin Allahü teâlâdan başkası ile olmaması; Allah'tan başkasına bağlanmaması.
İbâdet, Allahü teâlânın emirlerini yapıp, yasaklarından sakınmaktır. Bu ise, kalbin huzûru ve agâhlığıdır (uyanıklığıdır). (Ubeydullah-ı Ahrâr)
Kalb İlmi:
Evliyâdan bir zâtın rehberliğinde kazanılan ilim. (Bkz. İlim)
Kalb İtminânı:
Kalb huzûru.
Kalbi itminâna kavuşturan tek yol vardır. Bu tek yol, Allahü teâlâyı zikretmektir (hatırlamak ve anmaktır). Akıl ile incelemekle ve düşünmekle kalb itminâna kavuşmaz. (İmâm-ı Rabbânî)
Kalb Selâmeti:
Kalbin kibir, riyâ, kıskançlık, kin ve düşmanlık gibi kötü düşüncelerden kurtulup, iyi ahlâk ile ahlâklanması.
Kalbin selâmeti, onun mâsivâyı (Allahü teâlâyı unutturan her şeyi) terketmesine bağlıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Kalbin selâmeti için şunlara dikkat etmek lâzımdır: 1) Ahlâkı güzel olanlarla berâber olmak, 2) Kur'ân-ı kerîm okumaya devâm etmek, 3) Fazla yemek yememek, 4) Gece namazlarına devâm etmek, 5) Seher vaktinde Allahü teâlâya yalvarmak, istiğfâr etmek, g ünahlarının bağışlanmasını istemek. Seher vakti sabah namazının vaktinin girmesinden bir saat önceki vakittir. (Ahmed bin Âsım Antâkî)
Kalb Tasdîki:
Dinden olduğu sözbirliği ile bildirilmiş olan şeylere, kalbin inanması.
Îmân; kalb ile tasdîk, dil ile ikrârdır, söylemektir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Kalb Tasfiyesi:
Kalbi, İslâmiyet'in beğenmediği şeylerden, günâhlardan, kötü düşüncelerden kurtarmak, temizlemek.
Kalbin tasfiyesi, temizliği, dîne uymakla ve sünnetlere yapışmakla ve bid'atlerden kaçmakla ve nefse tatlı gelen şeylerden sakınmakla olur. Zikir, Allahü teâlâyı anmak ve mürşîdi (hocasını) sevmek, bunu kolaylaştırır. (İmâm-ı Rabbânî)
Kalbi tasfiye etmekten maksad; mânevî âfetleri gidermek, kalbi hastalıklardan kurtarmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Namaz kılmak, kalbin tasfiyesinin ve huzûrunun bir işâretidir. Namaz, Allahü teâlânın huzûrunda durmak olup, O'nun huzûrunda durulunca, kalbin tasfiye edileceği açıktır. (Muhammed Rebhâmî)
Kalb Temizliği:
Kalbin İslâmiyet'e uymayan şeylerden, dünyâya düşkünlükten, kötü düşünceden kurtulması.
Kalb temiz olursa, ağızdan güzel sözler meydana çıkar. Çünkü kalbin mahsûlü dilin sermâyesidir. (Ahmed Rıfâî) Zikr et zikr, bedende iken cânın, Kalb temizliği zikr iledir Rahmân'ın
(İmâm-ı Rabbânî)
Kalb Toparlanması:
Kalbin Allahü teâlâdan başka şeylere bağlanmaktan kurtulması.
Kalbi toparlayabilmek için, Allahü teâlâdan başka her şeyi unutmak lâzımdır. Öyle unutmalıdır ki, bir şeyi düşünmek için, kendisini zorlasa düşünemez olmalıdır. (Muhammed Bâki-billah)
Kalb-i Hakîkî:
Yürek denilen et parçasında bulunan mânevî kuvvet.
Kalb-i Sanevberî:
Yürek.
Kalb-i sanevberî, kalb-i hakîkînin (gönül) yuvası gibidir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Kalb-i Selîm:
Şek (şüphe) ve şirkten (Allahü teâlâya ortak koşmaktan), küfür ve nifâktan arınmış, dâimâ Allahü teâlâya bağlı kalb.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
O gün, mal ve çocuklar fayda vermez. Ancak, Allahü teâlâya kalb-i selîm ile gelenler faydalanır. (Şuarâ sûresi: 88, 89)
KALEM:
Levh-i mahfûz üzerine Allahü teâlânın ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile bilip taktîr ettiği şeyleri yazan, nasıl olduğu insanlar tarafından bilinemeyen kalem.
Allahü teâlâ kalemi yaratınca, ona yaz diye emretti. Kalem, Allahü teâlânın hitâbının heybetinden korkup titredi. Gök gürültüsü gibi yüksek bir sesle levh üzerinde hareket edip emrolunduğu şeyleri yazdı. (Nişancızâde)
Kalem Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin altmış sekizinci sûresi. Nûn sûresi de denir.
Kalem sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Elli iki âyet-i kerîmedir. İlk âyetinde geçen, kalem kelimesinden dolayı, Sûret-ül-Kalem denilmiştir. Sûrede, Peygamber efendimizin aklî mükemmelliği ve yüksek ahlâkı, O'nu yalanlayanların kötü vasıfları, ahl âksızlıkları, bencillikleri ve başlarına gelenler, onların inatçı ve inkârcı tutumları karşısında Peygamber efendimizin nasıl tavır takınacağı konuları bildirilmiştir. (Taberî, Senâullah Dehlevî)
Allahü teâlâ Kalem sûresinde meâlen buyurdu ki:
Nûn, kalem ve onunla yazılanlara andolsun ki, (ey Muhammed!) Sen deli değilsin. Rabbinin nîmetlerine kavuşmuş bir insansın. Doğrusu sana kesintisiz ecr (sevâb, mükâfât) vardır. Şüphesiz sen büyük bir ahlâka sâhipsin. (Âyet: 1-4)
Kim Kalem sûresini okursa, Allahü teâlâ ona ahlâkını güzelleştirdiklerinin sevâbını verir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
KALENDER:
İbâdetlerin görünmesine önem vermeyen, herkese tatlı söyleyerek kalb kazanmağa çalışan, farzları yapmaya dikkat eden ve dünyâya düşkün olmayan kimse.
Kalenderler herkese tatlı söyleyerek, güler yüzlü davranarak kalb kazanmaya çalışırlar. Farzlara dikkat ederler. Dünyâya düşkün değildirler. Bunlar riyâ, gösteriş yapmadıkları için melâmilere benzerler. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Kalenderler zamanla bozulmuş, Allahü teâlânın emirlerinden uzaklaşmışlardır. Zamânımızda kalender ismini taşıyan birçok kimse bu saydığımız şeyleri yapmıyor. Bunlara kalender yerine haşevî (Allahü teâlâyı mahlûklara benzeten, madde, cisim diyen kimse ler) dense yerinde olur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
KALENSÜVE:
Takke ve her çeşit başlık.
İmâme yâni sarık, kalensüve ve her başlık ve bürka' yâni peçe ve maske üstüne ve eldiven üstüne mesh etmek câiz değildir. (İbrâhim Halebî, İbn-i Âbidîn)
KÂLİB ALEYHİSSELÂM:
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Yâkûb aleyhisselâmın on iki oğlundan Şem'ûn'un neslindendir. Babasının ismi Yuknâ'dır. Kendisine Yûşâ aleyhisselâmdan sonra peygamberlik verildi. Mûsâ aleyhisselâma bildirilen dînin emir ve yasaklarını ins anlara tebliğ etti (bildirdi).
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Allahü teâlâya îmân edip, O'ndan korkanlardan (Yûşâ bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ adındaki) iki kimse, İsrâiloğullarına dediler ki: "Ey İsrâiloğulları! Cebbârların (zâlimlerin) şehrinin kapısından hemen girin (onların iri cüsseli olmalarından korkmayın). Bir defâ kapıdan girdiniz mi (Allahü teâlânın yardımıyla) elbette siz gâliblerden olursunuz. Siz gerçekten mü'min kimseler iseniz. Allahü teâlâya tevekkül ediniz, güveniniz. (Mâide sûresi: 23)
Mûsâ aleyhisselâm Allahü teâlânın emriyle İsrâiloğullarını arz-ı mev'ûd (Filistin ve Sûriye) denilen yere götürmek üzere yola çıkınca, İsrâiloğullarının her kolundan birer temsilci seçerek, Filistin bölgesinde yaşayan cebbârların (zâlim hükümdârların ) ve ahâlisinin durumu hakkında haber getirmeye gönderdi. Bu temsilciler arasında Kâlib aleyhisselâm da vardı. Gidenler, cebbârların ve ahâlinin iri cüsseli ve kuvvetli olduklarını görerek korktular. Gördüklerini İsrâiloğullarına anlatıp onları harbe gitmekten vaz geçirdiler. Temsilciler arasında bulunan Yûşâ bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ aleyhimesselâm gidip gördükleri kimselerin, görüldüğü gibi kuvvetli olmadıklarını, görünüşte kuvvetli olsalar bile korkak ve kalblerinin zayıf olduğunu söylediler. İsrâiloğullarının, Allahü teâlânın yardımıyla o beldeleri feth edebileceklerini anlattılar. İsrâiloğulları, Yûşâ ve Kâlib aleyhimesselâma karşı çıkarak taşa tuttular. Kâlib aleyhisselâm daİsrâiloğullarının karşısında Mûsâ aleyhisselâmı yalnız bırak mayıp, yardımcı oldu. İsrâiloğullarının Tih çölünde kaldığı kırk sene içinde Mûsâ aleyhisselâmın yanından ayrılmayan Kâlib aleyhisselâm, Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından sonra, Yûşâ aleyhisselâma yardım etti. Yûşâ aleyhisselâm vefât etmeden önce Kâlib aleyhisselâmı yerine halîfe bıraktı. Yûşâ aleyhisselâmın vefâtından sonra İsrâiloğullarından ordu hazırlayıp, zâlim hükümdârlarla savaşıp, onları mağlûb eden Kâlib aleyhisselâm daha sonra Mısır'a gitti. Hazkîl aleyhisselâmla birlikte İsrâiloğullarının Mûsâ aleyhisselâmın dîni üzere kalmaları ve Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeleri için gayret sarf etti. Kâlib aleyhisselâm Mısır'da vefât etti. (Mirhaund, İbn-ül-Esîr, Nişancızâde)
KÂLÛBELÂ:
Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmı yaratınca, kıyâmete kadar bütün zürriyetini zerreler hâlinde onun belinden çıkarıp; "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye buyurup, onların da; "Evet, sen Rabbimizsin" diye verdikleri cevâbı ifâde eden söz. (Bkz. Ahd ü Mîsâk)
KAMER SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin elli dördüncü sûresi.
Kamer sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Elli beş âyet-i kerîmedir. Ayın yarılıp bölünmesi mûcizesi anlatıldığından Sûret-ül-Kamer denilmiştir. Sûrede, kıyâmetin yakın olduğu, buna rağmen müşriklerin nefislerine uyarak gerçekleri yalanladıkları, vak ti gelince, zillet içinde kabirlerinden çıkacakları ve Resûlullah efendimizi yalanlamalarının cezâsını çekecekleri anlatılmaktadır. Ayrıca bâzı peygamberlerin kıssaları da bildirilmektedir. (Râzî, Kurtubî, İsmâil Hakkı Bursevî)
Allahü teâlâ Kamer sûresinde meâlen buyurdu ki:
(Bedr'deki) bu topluluk yakında muhakkak bozulup hezîmete uğrayacak ve arkalarına dönüp kaçacaklar. Daha doğrusu onların asıl azâb vakti, kıyâmettedir. O vaktin azâbı daha müthiş ve acıdır. (Âyet: 45-46)
KAMERÎ AYLAR:
Hicrî takvimde kullanılan on iki ay. Arabî aylar da denir. (Bkz. Hicrî Sene)
Kamerî ayın hesaplanmasında, gökteki ayın dünyâmızın çevresindeki döndüğü zaman esas alınmıştır. Kamerî aylar bâzan 29, bâzan da 30 gün çeker. İslâm dîninde ibâdetlerin bu aylara göre yapılması emredilmiştir. Bunun sebeblerinden biri, Ramazan ayıdır. Zîrâ Ramazan ayı hicrî kamerî aylardandır. Mîlâdî seneye göre her yıl 10-11 gün evvel başlamaktadır. Onun için 33 senede tam bir devir yaparak senenin bütün günlerinde oruç tutulmuş olmaktadır.
Hicrî takvimde kullanılan arabî ayların adları sırasıyla şunlardır:
1) Muharrem, 2) Safer, 3) Rebî'ül-evvel, 4) Rebî'ül-âhir, 5) Cemâziyel evvel, 6) Cemâziyel âhir, 7) Receb, 8) Şâban, 9) Ramazan, 10) Şevval, 11) Zilka'de, 12) Zilhicce. (M. Sıddîk Gümüş)
KAMERÎ SENE:
Ayın yerküresi etrâfında on iki defâ dönmesi esnâsında ortaya çıkan yıl, sene. 354 gün.
Güneş yılı (Şemsî sene) kamerî yıldan 10.875 gün daha uzundur. Bu farktan dolayı 32.5 güneş yılı 33.5 kamerî sene olur. Kamerî sene sayısı, 0.97023 ile çarpılınca, güneş yılı olur. Hicrî şemsî sene sayısı 1.0307 ile çarpılınca, kamerî sene sayısı olu r. (Bkz. Hicrî Kamerî Sene) (M. Sıddîk Gümüş)
KÂMET:
Kalkmak, ayakta durmak; farz namazlardan önce okunması sünnet olan ve ezana benzeyen sözler. (Bkz. İkâmet)
Erkeklerin, farz namazlardan önce kâmet okumaları sünnet-i müekkededir (kuvvetli sünnettir). (Halebî)
Ezan ve ikâmeti işiten kimse müezzin ile berâber okur. (İbn-i Âbidîn)
Kâmet de ezan gibidir. Yalnız kâmette kelimelerin aralarında fâsıla verilmez. Bir de Hayye alel felâhtan sonra iki kerre "Kadkâmet-is-salah" söylenir. (İbn-i Âbidîn)
KÂMİL:
Tam, eksiksiz, olgun.
Îmânı kâmil olanınız, ahlâkı güzel olanınızdır. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Eğer îmânının kâmil olmasını istersen, kendini müslümanlardan yüksek görme. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdular ki: "Bir kişi îmânının kemâlini (olgunluğunu) isterse, kendine insâf versin (tevâzu üzere hareket eylesin) ve fakîr olduğu hâlde sadaka versin. Bu iki huy, îmânı, kemâl derecesine yükseltir. (Süleymân bin Cezâ)
Her mü'min Peygamberimizi malından ve canından daha çok sever. Bu sevgisinin bir alâmeti, sünnetleri yapıp mekruhlardan kaçınmaktır. Bir mü'min bütün bunları yerine getirdikten sonra, mübahlarda da ne kadar ona uyarsa o derece kâmil bir müslüman olur . (İmâm-ı Rabbânî)
KAMÎS:
1. Gömlek, entâri.
Namazda, secdeye yatarken kamîs ve pantolon paçalarını yukarı çekmek mekrûhtur ve bunları yukarı çekip, kıvırıp namaza durmak da mekruhtur. (Halebî)
Resûlullah kamîs giymeyi severdi. Gömleğinin kolları, bileklerine kadar uzundu. (İmâm-ı Tirmizî)
2. Kefenin parçalarından olup, entâri gibi uzun, dikişsiz gömlek. (Bkz. Kefen)
Erkeğin kefeninin üç parça olması sünnettir. Bunlar:
1) İzâr; genişliği bir metreden fazla ve baştan ayağa kadar olan bez parçası. 2) Kamîs; uzunluğu, omuzlardan ayaklara kadar olan uzunluğun iki katıdır. Bu uzunluk ortadan ikiye katlanıp, kat yerinden, baş geçecek kadar, düz kesilir. Kol ve etek yerle ri kesilmez. 3) Lifâfe; uzunluğu başı ve ayağı geçen, baş üstünden ve ayak altından uçları büzülüp bezle bağlanan parça. (İbn-i Âbidîn)
KANÂAT:
Yeme, içme ve barınacak yer husûsunda bileğin emeği, alın teri ile kazanılana râzı olmak, başkasının kazancına göz dikmemek. Kanâat, çalışmayıp, sâdece eline geçeni kullanmak, tembel oturup, başka bir şey aramamak değildir. Aksine hırslı hareketlerde n kaçınıp, gönül huzûru ile yaşamaktır.
Allahü teâlâ buyuruyor ki: "Ey kulum! Emir ettiğim farzları yap, insanların en âbidi olursun. Yasak ettiğim haramlardan sakın verâ sâhibi olursun. Verdiğim rızka kanâat eyle, insanların en ganîsi (en zengini) olursun, kimseye muhtâc kalmazsın (Hadîs-i kudsî-Berîka)
İslâmiyet ile şereflenen, hayâtı için yetecek nafakaya sâhib olan ve bunda kanâat eden kimseye ne mutlu. (Hadîs-i şerîf-Nisâb-ul-Ahbâr)
Kanâat tükenmez bir hazînedir. (Hadîs-i şerîf-Nihâye)
Kanâat eden azîz, tama' eden (dünyâ lezzetlerini haram yollardan arayan) zelîl olur. (Hadîs-i şerîf-Nihâye)
Kim kanâat ederse, geçimi iyi olur. Kim tama' ederse, (dünyâ lezzetlerini haram yollardan ararsa) geçim sıkıntısı çeker. (İbn-i Cevzî)
KANDİL GECELERİ:
İslâm dîninin kıymet verdiği mübârek geceler. (Bkz. Mübârek Geceler)
KÂNÛN-I İLÂHÎ:
1. Allahü teâlânın kullarının dünyâ ve âhirette huzûr ve seâdete (mutluluğa) kavuşmaları için Peygamberleri (aleyhimüsselâm) vâsıtasıyla insanlara bildirdiği emirleri ve yasakları, İslâmiyet.
2. Allahü teâlânın kâinâtta (varlık âleminde) koyduğu nizâm, düzen.
Yalnız duâ etmekle kendimizi aldatmayalım! Allahü teâlânın kânûn-ı ilâhiyyesine uymadan, sebeblere yapışmadan, çalışmadan duâ etmek mûcize istemek demektir. Müslümanlıkta hem çalışılır, hem de duâ edilir. Önce sebebe yapışmak, sonra duâ etmek lâzımdı r. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
KAPLAMA MESH:
Abdestte başın her tarafının mesh edilmesi. (Bkz. Mesh)
Kaplama mesh şöyle yapılır: İki el ıslatılıp, üç bitişik ince parmak birbirine yapıştırılır. İç tarafları başın önünde saçların üzerine konur. Baş ve şehâdet parmakları hâriç üç parmak, başın arka tarafına doğru çekilir. Başın arkasında üç parmak kal dırılır ve avuç içleri saça değdirilerek öne doğru çekilir. Şehâdet parmağıyla kulak içi ve baş parmakla kulak arkası, elin dış yüzüyle de ense meshedilir. (İbn-i Âbidîn)
KÂR HADDİ:
Bir malı satarken, alış fiyatına veya mâliyeti üzerine eklenen fazlalığa, kâra konulan sınır.
Enes bin Mâlik radıyallahü anh buyurdu ki: "Medîne-i münevverede pahalılık oldu. Yâ Resûlallah! Fiyatlar yükseliyor. Bize kâr haddi koyunuz denildi. Resûlullah efendimiz; "Fiyatları koyan Allahü teâlâdır. Rızkı genişleten, daraltan, gönderen yalnız O'dur. Ben, Allahü teâlâdan bereket isterim" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Kitâb-ül-Harâc)
Kâr haddi koymayınız! Fiyat koyan, Allahü teâlâdır. (Hadîs-i şerîf-Dürr-ül-Muhtâr)
Herkes malını, dilediği fiyatla satabilir. İslâmiyet'te kâr haddi diye bir şey yoktur. (İbn-i Âbidîn)
Esnâfın hepsi fiyatları, fâhiş olarak yâni mal oluş fiyâtlarının iki misline çıkarması, millete zarar ve zulüm hâline geldiği zaman; hükûmetin, tüccârlara danışarak, uygun bir kâr haddi koyması câiz olur. Hükümetin koyduğu bu fiyata uymak vâcibdir. (İbn-i Âbidîn)
KARÂBET:
Soy, süt ve evlilik yoluyla yakınlık, akrabâlık. (Bkz. Akrabâ)
KARÂMİTA:
Milâdî dokuzuncu asırda Hamdan Karmat tarafından kurulan bozuk fırka. İsmâiliyye ve Bâtıniyye de denir.
Kûfe'de tüccârlık yapan Hamdan Karmat, Kûfe yakınındaki Dâr-ül-hicre adını verdiği yere bir konak yaptırıp, burayı müstahkem (sağlam) bir sığınak hâline getirdi. Câhilleri etrafına toplayıp Abbâsî halîfesine karşı isyâna teşvik etti ve bugünkü komüni zmde bulunan mülkiyette ortaklık fikrini savundu. Karamita veya Karmatîlik adı verilen bozuk yolunu kurdu. İslâm dîninin emir ve yasaklarının bir çoğunun yersiz ve geçersiz olduğunu söyledi. (Abdülkâhir Bağdâdî)
Mecûsîler yâni ateşe tapanlar, İslâm dîninin yayılmasını önleyebilmek için, reisleri Hamdan Karmat 890 (H. 227)da Karmatî isyânını başlattı. Karamita devletini kurdu. Karmatîler, Ehl-i sünnet müslümanlara zulm edip şehîd ettiler. İslâm beldelerini ha râb edip hac yollarını kestiler. Mekke-i mükerremeyi işgâl ettiler. Hacer-ül-esved'i Kâbe'den çıkarıp Basra'ya getirdiler. Cennet, dünyâ lezzetleri; Cehennem de, dînin emirlerini yapıp yasaklarından kaçınmaktır, dediler. Haramlara, güzel san'at ismini verdiler. İslâm dîninin kötü huy, fuhş (çirkin işler) dediği ahlâksızlıklara moral eğitimi diyerek gençleri sefâhete (bozuk işlere) sürüklediler. Devletleri İslâmiyet'e çok zarar verdi. 938 (H. 372)'de Allahü teâlânın gadabına yakalanıp mahvoldular. (Şehristânî)
Mazdek tarafından ortaya atılan komünist fikirleri temel alan Karamitaya göre, bütün fertlerin mallarının birleştirilmesi farzdır. Nikâh (evlenme) müessesesini de kabûl etmeyen Karmatîler, kadınlarda da ortaklığı kabûl ediyorlardı. Kıble olarak Mekke -i mükerremeyi değil, Kudüs'ü kabûl eden Karamita fırkası, şarap ve benzeri içkileri helâl sayarlar. (Abdülazîz Dehlevî)
KÂRÎ:
Kur'ân-ı kerîmi ezberleyen ve okuyan.
Nice kâriler vardır ki, Kur'ân-ı kerîm onlara lânet eder. (Hadîs-i şerîf-Keşf-ül-Hafâ)
Zamânımızda, Kur'ân-ı kerîm okurken tegannî yapan kârilerin nâmelerini işiterek; "Ne güzel okudu!" diyen kimsenin îmânı gider. (İmâm-ı Mâtürîdî)
KÂRİA SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yüz birinci sûresi.
Kâria sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). On bir âyet-i kerîmedir. Kâria'dan yâni kıyâmet gününden haber verdiği için, Sûret-ül-Kâria denilmiştir. Sûrede; Kıyâmetin kopması sırasında meydana gelecek olaylardan ve insanın âkibetinden bahs edilmektedir . (Muhammed bin Hamza, İbn-i Abbas)
Allahü teâlâ Kâria sûresinde meâlen buyurdu ki:
(Kıyâmet günü) Kimin tartılan (iyi) ameli ağır gelirse, işte o, hoşnûd edici bir yaşayış içinde olur. (Âyet: 6-7)
Kim Kâria sûresini okursa, Allahü teâlâ kıyâmet günü onun mîzânını (sevâb terâzisini) ağır getirir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
KÂRİN HACI:
Hac ile ömreye birlikte niyyet eden. Önce ömre için Kâbe-i muazzamayı tavaf ve sa'y edip, sonra ihrâm elbisesini çıkarmadan ve traş olmadan, hac günlerinde hac için, tekrâr tavaf ve sa'y yapan. (Bkz. Hac)
Kârin hacılar taş atıp, tıraş oluncaya kadar ihrâmı çıkarmayacağı için, ihrâmın men ettiği şeylerden her gün sakınmaları lâzım olur. Bu şeylerden sakınamayacak kimselerin mütemettî' hacı olması uygundur. (İbn-i Âbidîn)
KARÎNE:
Emâre, alâmet. Bir şeyin hakîkatine delil olan şey.
Ağızda şarap kokusu, içki içildiğine karînedir. (Lübâb)
KARZ-I HASEN:
Ödünç verme, çarşıda benzeri bulunan herşeyi, belirsiz bir zaman sonra, aynısı geri verilmek üzere verme.
Bir adam Cennet'e girince, Cennet kapısının üstünde; "Sadaka veren, on katını alır; karz-ı hasen veren de, verdiğinin on sekiz katını alır" yazısını görür. (Hadîs-i şerîf-Câmi-us-sahîh, Müsned, Mu'cem-ül-Kebîr)
Karz-ı hasen verirken; şu gün ödeyeceksin şeklinde zaman tâyin etmemeli (bildirmemelidir). Çünkü zaman tâyin ederse, malı, misli yâni benzeri ile veresiye satmış olur ki, bu fâizdir. (Hamzâ Efendi)
Allahü teâlâ kendisine karz-ı hasenle borç verenleri bol bol mükâfâtlandıracağını ve onları Cennetlere koyacağını bildirmiştir. (İmâm-ı Şâtıbî)
KASAS SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yirmi sekizinci sûresi.
Kasas sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Seksen sekiz âyet-i kerîmedir. Mûsâ aleyhisselâmın kıssası geniş şekilde bildirildiği için sûreye Sûret-ül-Kasas denilmiştir. Ayrıca Mûsâ aleyhisselâmın çocukluğundan îtibâren hayâtı, mücâdeleleri, tevhîd ehl inin zaferi ve dünyâ servetine güvenilmemesi bildirilmektedir. (Senâullah Dehlevî, Taberî, Râzî)
Allahü teâlâ Kasas sûresinde meâlen buyuruyor ki:
(Resûlüm!) Sen sevdiğini hidâyete kavuşturamazsın. Allahü teâlâ dilediğini doğru yola kavuşturur. (Âyet: 56)
Kim Kasas sûresini okursa, Mûsâ aleyhisselâmı tasdîk (kabûl) ve tekzîb (inkâr) edenlerin adedince ona sevâb verilir. Gökte ve yerde hiçbir melek yoktur ki, kıyâmet günü onun sâdıklardan olduğuna şâhid olmasın. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
KASD:
Teşebbüs, niyet; bilerek, isteyerek, kalbe gelen bir fikri, düşünceyi yapmak için karar verme.
Allahü teâlâ, kullarına merhâmet ederek, onların işlerinin yaratılmasını, onların kastlarına, arzûlarına tâbi kılmıştır. Kul isteyince, kulun işini yaratmaktadır. Bunun için de, kul mes'ûl (sorumlu) olur. İşin sevâbı ve cezâsı, kula olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Kerâhet-i tahrîmiyye (harama yakın olup, amelin sevâbını gideren şeyi) işleyen, eğer kast ile işlerse âsî (isyân edici) ve günâhkâr olur. (Kutbüddîn İznikî)
KASEM:
Yemîn. Bir işi yapmak veya yapmamak için Allahü teâlânın ismini söyleyerek söz verme. (Bkz. Yemîn)
KÂSİD:
İşlemez, revâçsız, kıymetsiz. Çarşıda pazarda geçmez olan para. (Bkz. Kesâd)
KASÎDE-İ BÜRDE:
İslâm âlimlerinin meşhûrlarından ve evliyânın büyüklerinden Muhammed bin Saîd Busayrî hazretlerinin, sevgili Peygamberimizi öven meşhûr kasîdesi. Bu kasîdeyi rüyâsında Peygamber efendimize okuduğu ve Peygamber efendimiz de ona bürdesini yâni hırkasın ı hediye ettiği için bu kasîdeye Kasîde-i Bürde denilmiştir.
İmâm-ı Busayrî hazretleri felç olmuş, bedeninin yarısı hareketsiz kalmıştı. Bu sırada Peygamber efendimizi medh eden, öven bir kasîde yazdı. Rüyâda Resûlullah'a okudu. Peygamber efendimiz kasîdeyi beğenip, arkasından mübârek hırkasını çıkardı ve İmâm -ı Busayrî'ye giydirdi. Bedeninin felçli yerlerini de mübârek eli ile sığadı. Uyandığında, Resûlullah efendimizin bereketiyle şifâ bulup, vücûdunda felç kalmadığını gördü. Hırka-i Seâdet de arkasında idi. Onun için bu kasîdeye Kasîde-i Bürde denildi. Bürde, hırka palto demektir. İmâm-ı Muhammed bin Saîd Busayrî 1295(H. 695) senesinde vefât etti. (M. Sıddîk bin Saîd)
Çeşitli dillerde doksandan fazla şerhleri (açıklamaları) olan Kasîde-i Bürdeye, Kasîde-i Bür'e (Şifâ kasîdesi) diyenler de olmuştur. (Kâtib Çelebi)
Kasîde-i Bürde'den bâzı beytlerin tercümesi şöyledir: Hazret-i Muhammed'in kerem (cömertlik) yağmurlarından, Bir damla olmak ister, bilcümle peygamberân. Zâhirî ve bâtınî, rûhânî ve cismânî, Varlıkların hepsinden odur Hakk'a sevgili. Hudutsuzdur zâtının fazîlet ve kemâli, Mümkün değil anlatma dil ile kemâlini.
KASÎDE-İ EMÂLÎ:
Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdını anlatan ve altmış yedi beytten meydana gelen meşhûr kasîde. Kasîdenin asıl adı Bed-ül-Emâlî olup, yazarı Ali Ûşî'dir.
Eskiden her din âlimi Kasîde-i Emâlî'yi ezbere bilirdi. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)
Kasîde-i Emâlî'nin çeşitli dillerde yazılmış şerhleri yâni açıklamaları vardır. Bunlardan en kıymetlisi, Muhammed bin Süleymân el-Halebî'nin yazdığı Nühbet-ül-Leâlî'dir. (Kâtib Çelebi, Muhammed Reyhavî)
Kasîde-i Emâlî'nin beytlerinden bâzısının Türkçe tercümesi şöyledir: Mevlâmız mahlûkların ilâhıdır biliniz. Kemâl sıfatlarla muttasıftır (sıfatlanmıştır) Rabbimiz. Münezzehtir Rabbimiz, hanımdan hizmetçiden, Oğlu ve kızı yoktur, berîdir her birinden. Cennet ile Cehennem ebedî olacaktır. İçlerinde olanlar devamlı kalacaktır. Îmândan sayılmazlar bütün hayırlı işler, İbâdetler îmânın parçası değildirler. Ehl-i sünnet üzere tevhîd hakkında yazdım, Fevkalâde bal gibi te'sirli oldu nazmım. Bu nazm mü'min kalblere rahatlık, neş'e verir, Âb-ı zülâl gibidir, ruhlara hayât verir.
KASR-ISALÂT:
Seferde, yolculuk hâlinde dört rek'atli farzları iki rek'at kılmak. (Bkz. Müsâfir)
KASVET:
Katılık, sertlik, kalbden hayır (iyilik) ve yumuşaklığın çıkması.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Ne var ki bunlardan sonra yine kalblerinize kasvet geldi. İşte onlar (yâni kalbleriniz) şimdi katılıkta taş gibi, yâhut daha da ileri. Çünkü, taşlardan öylesi var ki, içinden ırmaklar fışkırır. Öylesi de var ki, çatlar da ondan su kaynar. Taşlardan bir kısmı da, Allah korkusuyla yukarıdan aşağı düşer. Allah, yapmakta olduklarınızdan aslâ gâfil değildir. (Bekara sûresi: 74)
Lüzumsuz çok konuşmak kalbe kasvet verir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
...Kasvetli kalb, Allahü teâlâdan uzaktır. (Hadîs-i şerîf-Muvattâ)
Zevk ve safâ sürmek için çok yaşamayı isteyen tûl-i emel sâhibleri; ibâdetleri vaktinde yapmazlar, tövbe etmeyi (günâhlara pişmân olmayı) terk ederler, kalbleri kasvetli olur, ölümü hâtırlamazlar, vâz ve nasîhatten ibret almazlar. (Muhammed Hâdimî)
Kalbinde kasvet bulunan kimse; tûl-i emel sâhibi olur, Allahü teâlâyı unutur, nefsinin arzu ve isteklerine uyar. (Senâullah Pâni Pûtî)
Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma şöyle vahy etti (bildirdi): "Uyanık ol, kendine dost ara, sevincine ortak olmayan bir dostu kendinden uzaklaştır, onunla arkadaşlık etme; çünkü böyle bir dost, kalbine kasvet verir..." (Muhammed bin Nadr Hârisî)
Halâveti (mânevî tadı) üç şeyde arayınız: Namazda, zikirde (Allahü teâlâyı anmada), Kur'ân-ı kerîm okumada. Eğer buralarda halâveti bulamadıysanız, biliniz ki, kalbiniz kasvet sebebi ile kapalıdır. (Hasan-ı Basrî)
Harama bakmak, kalbe kasvet verir. (Bişr-i Hafî)
KÂTI-I TARÎK-I İLÂHÎ:
İnsanların Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına uymalarına ve rızâsına kavuşmasına mâni olan, hidâyet ve saâdetlerini engelleyen, saptırıcı, yol kesici.
İnsanların îmân etmesine, İslâmiyet'i öğrenmelerine ve İslâmiyet'e uymalarına mâni (engel) olan din düşmanları kâtı-ı tarîk-ı ilâhîdirler. (İmâm-ı Rabbânî)
Din bilgilerinde hakîkî âlimlerin bildirdiklerine tâbi olmayan ve kendi akıllarına ve keyflerine göre hüküm veren sapık din adamları, kâtı-ı tarîk-ı ilâhîdirler. (İmâm-ı Rabbânî)
Tasavvufta yetişmemiş, kemâle ermemiş ve kendisine mürşîd (rehber) ismini ve süsünü veren sahte tarîkatçılar kâtı-ı tarîk-ı ilâhîdirler. Onların sohbetleri öldürücü zehirdir. (Muhammed Ma'sûm)
KAT'Î DELÎL:
Kesin delil. Âyet-i kerîmeler ve tevâtürle bildirilen mânâsı açık hadîs-i şerîfler.
Kur'ân-ı kerîmde, kat'î delîl ile ve söz birliği ile anlaşılmış emirlere farz denir. Ve yine Kur'ân-ı kerîmde; "Yapmayınız" diye kat'î delîl ile yasaklanan şeylere haram denir. (İbn-i Âbidîn)
KAT'-İ RAHM:
Sıla-i rahmi yâni akrabâ ile görüşmeyi, haberleşmeyi kesme.
İçlerinde kat'-i rahm edenin bulunduğu bir topluluğa (cemâate) rahmet inmez. (Hadîs-i şerif-Edeb-ül-Müfred)
Kat'-i rahm, büyük günâhtır. Erkek olsun, kadın olsun zî rahm-i mahrem (nikâhlanmak, evlenmek haram olan) akrabâyı ziyâret etmek vâcibdir. (Abdülganî Nablüsî)
KÂTİL:
İnsan öldüren.
Kâtilin ölmesi veya velîlerin affetmesi yâhut mal vererek anlaşmaları ile, kısâs (kâtilin öldürülmesi) sâkıt olur (düşer). (İbn-i Âbidîn)
Kâtile kısâs yapmaya hakkı olan velî, maktûlün yâni öldürülenin vârisleri yâni mîrasçılarıdır. (İbn-i Nüceym)
KATL:
İnsan öldürme.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
... (Kısas ve zinâ gibi şeylerden dolayı meşrû) bir hak olmadıkça, Allah'ın haram ettiği cânı katl etmeyin... (En'âm sûresi: 151)
Ekber-i kebâir (büyük günahlar) : Bir şeyi Allahü teâlâya ortak etmek, adam katl etmek, anaya-babaya karşı gelmek, yalancı şâhidlik yapmaktır. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî)
Yol kesiciler, döğüşürken katl edilirse, yıkanmaz ve namazları kılınmaz. (İbn-i Âbidîn, Kâşânî)
KATOLİK:
Hıristiyanlıktaki mezheblerden biri. Roma kilisesinin kendine verdiği ad. Katolik kilisesine mensup kimse. Merkezi Roma'da (Vatikan'da) olup, rûhânî lideri papadır.
Roma imparatoru Konstantin, 310 senesinde hıristiyanlığın yayılmasına izin verdi ve kendi de hıristiyan oldu. İstanbul şehrini yaptı. Roma'dan İstanbul'a taşındı. Mîlâdın 395. senesinde Roma devleti ikiye ayrıldı. Roma'daki papaya tâbi olanlara katol ik, İstanbul'daki patriğe bağlı olanlara ortodoks denildi. (Ahmed Cevdet Paşa, Harputlu İshâk Efendi)
1572 yılı Ağustos ayının yirmi dördüncü günü St. Barthalmi yortusunda katolik olan dokuzuncu Şarl (Carl) ve kraliçe Katerina'nın emri ile Pâris civârında altmış bin Protestan öldürüldü. Meşhûr Fransız edîbi Voltaire 1759'da yazdığı Candide adlı eseri nde, katolik papazların, yanlış telkinde bulunduklarını ve fen düşmanlığı aşıladıklarını, dînî akîdeleri (inançları) bozduklarını ve çeşitli hîlekârlıkta bulunduklarını yazmaktadır. (M. Sıddîk Gümüş)