DİNİ SÖZLÜK
NÂ-MAHREM:
Yabancı, kendisiyle evlenilmesi haram olmayan kimse.
Nikâhı câiz olmayan yirmi beş kadın dışında kalan kadınlar nâ-mahremdir. Nâ-mahrem kadınlarla nikâhlanmak câizdir. (Saîdüddîn Fergânî)
Kadınlar nâ-mahrem erkek ile hacca gidemez. Giderse, haccı kabûl olur ise de haramdır. Hacca giden bir erkek ile muvakkat (geçici) nikâhlanmaları da câiz değildir. (Nablüsî, Kâşânî)
NÂDÂN:
Câhil. Ey, insan adını taşıyan varlık, Kendine gel, uyan gafletten artık! Seâdet yolun, göremezsen nâdân, Niye vermiş sana, bu aklı Yezdân?
(M. Sıddîk bin Saîd) Devr-i zamâne cünbüşi nâdânlık üzredir. Nâdân komaz ki merdüm-i dânâ huzûr ede.
(Bâkî)
(Zamânın işlerinin yapılması nâdânlıkladır. Âlim kimsenin huzûrlu olmasına nâdân fırsat vermez.)
NAFAKA:
İnsanın yaşayabilmesi için, yiyecek, giyecek ve ev gibi lâzım olan şeyler.
Herhangi bir müslüman kendi ehline (âilesine) , Allahü teâlânın rızâsını umarak infâk (zarûrî ihtiyâçlarını te'mîn) ederse, bu nafaka onun için sadaka olur. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî)
Gazâ için sarf edilen, köle âzâd etmek için, fakire sadaka vermek için ve evindekilerin nafakası için, sarf edilen altınların en üstünü ve sevâbı çok olanı, evin nafakasına verilen altının sevâbıdır. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Farzları yapamıyacak kadar az yimek, câiz değildir. Kendinin ve çoluk-çocuğunun nafakasını kazanacak ve borçlarını ödeyecek kadar, çalışıp kazanmak farzdır. (Abdullah-ı Mûsulî)
Allahü teâlâ, kullarına ıyâlim demiş yâni çok merhametli olduğu için, herkesin rızkını nafakasını kendi üzerine almıştır. Allahü teâlâ bu ıyâlinden birkaçının rızıkları, nafakaları ve bunların yetişmeleri, rahat yaşamaları için, bir kulunu görevlendi rirse, bu kuluna büyük ihsân etmiş olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Zevcenin nafakasını sıkmamalı, isrâf da etmemelidir. Âilenin nafakası için verilen paranın sevâbı, sadaka sevâbından daha çoktur. (İmâm-ı Gazâlî)
NÂFİ' VE DÂRR (En-Nâfi' ve'd-Dâr):
"Fayda ve zarar, iyilik ve kötülük kendisinden olan" mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden).
NÂFİLE:
Farz ve vâcib olmayan ibâdetler.
Kulum farzları yapmakla bana yaklaştığı gibi başka şeyle yaklaşamaz. Kulum nâfile ibâdetleri yapınca, onu çok severim. Öyle olur ki, benimle işitir, benimle görür, benimle her şeyi tutar, benimle yürür. Benden her ne isterse veririm. Bana sığınınca, onu korurum. (Hadîs-i kudsî-Buhârî)
Farz namazı kılmamış olanın nâfile namazları kılması, vakti tamam olmuş hâmile kadına benzer. Çocuğu olacağı günlerde, çocuğu düşürür, aldırır. Çocuğu yok olduğu için, bu kadına, hâmile denemez. Ana da denemez. Bu kimse de böyledir. Farz namazlarını ödemedikçe, Allahü teâlâ, nâfile kabûl etmez. (Hadîs-i şerîf-Fütûh-ül-Gayb)
Beş vakit namazın sünnetleri ve diğer vâcib olmayan namazlar hep nâfiledir. Müekked olan ve olmayan bütün sünnetler nâfiledir. (İbn-i Âbidîn)
Eğer sizden biriniz, iki rek'at nâfile namazın sevâbını bilse idi, onu dağlardan daha büyük görürdü. Farz namazlarına gelince, artık onun sevâbını anlatmak mümkün değildir. (Kâ'b-ül-Ahbâr)
Farz ibâdet yanında, nâfile ibâdetlerin hiç kıymeti yoktur. Deniz yanında damla bile değildir. Mel'ûn şeytan, mü'minleri aldatarak, farzları küçük gösteriyor. Nâfile ibâdetlere yol gösteriyor. Zekât verdirmeyip, nâfile sadakaları güzel gösteriyor. Hâ lbuki zekât niyetiyle fakire bir altın vermek, yüz bin altın sadaka vermekten daha sevâbdır. (İmâm-ı Rabbânî)
NÂFİZ:
Sahîh, geçerli. Başkasının hakkı bulunmayan. Başkasının hakkını tealluk etmeyen.
Bâliğ olan (ergenlik çağına, evlenecek yaşa gelen) akıllı insanın bey'i (alış-verişi) her zaman nâfizdir. Bâliğ olmayan akıllı, çocuğun bey'i, velîsinin izin vermesi ile sahîh olur. Velî babadır; anne, babanın tâyin etmesiyle velî olur. (İbn-i Âbidîn)
NAĞME:
Sesi mûsikî perdelerine uydurmak. Tegannî.
Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "Kur'ân-ı kerîmi Arab şîvesi ile onların sesi ile okuyunuz. Fâsıklar şarkıcılar gibi okumayınız." Şarkı okur gibi okuyan kimsenin imâm olması haramdır. Onun arkasında kılınan namaz sahîh olmaz. Çünkü nağme yapmak harf ekl emektir ki, bunlar insan sözü olur. Kur'ân-ı kerîm olmaz. (Muhammed bin Ahmed Zâhid)
Kur'ân-ı kerîmi güzel ses ile okumalıdır. Tegannî ile nağme ile okumak haramdır. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem şiir dinlemiştir. Fakat bu, şarkı, nağme dinlemeye izin değildir. (Alâüddîn Haskefî)
Nağme bulunmayan güzel sesi dinlemek mübâhtır. Sıkıntı gidermek için nağme ile kendi kendine okumak câiz diyenler vardır. Fakat başkalarını eğlendirmek veya para kazanmak için okumak haramdır. Nağme üçtür. Birincisi insan sesi; ikincisi hayvan sesi, kuşların ötmesi gibi. Bunları dinlemek helâldir. Üçüncüsü, cansızlardan (bütün çalgılardan) vurmak, üflemek, sürtmekle çıkarılan seslerdir. Bu sesleri dinlemek haramdır. Suyun akması, dalgaların çarpması, rüzgâr, yaprak seslerini dinlemek günâh değildir. (Mazhar-ı Cân-ı Cânân)
NAHL SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin on altıncı sûresi.
Nahl sûresinin son üç âyeti Medîne'de, diğer âyetleri Mekke'de nâzil oldu (indi). Yüz yirmi sekiz âyet-i kerîmedir. Altmış sekizinci âyette bal arısından söz edildiği için, Sûret-ün-Nahl denilmiştir. Sûrede; Allahü teâlânın kudretini gösteren yaratık lardan bahsetmek sûretiyle insanlar gafletten uyanmaya dâvet edilmekte, bu âlemdeki nice varlıkların insanlara hizmetçi ve fayda verici olduğu bildirilmekte, insanların seçkin bir varlığa sâhib oldukları ve insanoğlunun doğru yola ve hidâyete kavuşabilmeleri için, kendilerine vahy gönderilen peygamberlere muhtâc oldukları bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Taberî, Ebû Hayyân)
Allahü teâlâ Nahl sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Allahü teâlâ kullarına zulm etmez, haksızlık etmez. Onlar kendilerini azâba, acılara sürükleyen bozuk düşünceleri, çirkin işleri ile kendilerine zulm ve işkence ediyorlar. (Âyet: 30)
Kim Nahl sûresini okursa, Allahü teâlâ onu dünyâda verdiği nîmetleri için hesâba çekmez. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
NAHLE:
Hurma ağacı.
Bu ağacın yaratılışında topluluk ve adâlet vardır. İnsanın yaratılışı da böyledir. Bunun içindir ki, Peygamber efendimiz nahle ağacına âdemoğullarının halasıdır, derdi: "Halanız olan nahleye saygı gösteriniz. Çünkü bu ağaç, Âdem aleyhisselâmın çamurundan kalan artıktan yaratılmıştır." buyurdu. Görülüyor ki nahle, Âdem aleyhisselâmın çamurundan yaratılmıştır. Nahleye bereket buyurması, bunda her şeyin bulunduğu için olsa gerektir. Bunun için, nahlenin meyvesi olan hurma yiyince, insanın parçası, dokusu olur. Böylece hurmada bulunan her şey, insana da aktarılmış olur. (İmâm-ı Rabbânî)
NAHR:
Kurbanlık deveyi göğsü üstünden (evdâcını yâni iki büyük damarını) kesmek. (Bkz. Kurban)
Deveyi kesmekte sünnet olan nahrdır. Sığır nev'i (çeşidi), koyun gibi kesilir. Deveyi zebh (boğazlamak, kesmek) ve sığırı ve koyunu nahr etmek mekruh olur. (M. Zihni Efendi)
NÂHÛR:
İbrâhim aleyhisselâmın amcası ve üvey babası olan Âzer'in asıl ismi.
Nâhûr, dedelerinin hak dîninde idi. Nemrûd'un vezîri olunca, dînini dünyâya değişerek kâfir oldu. Fahreddîn Râzî ve selef-i sâlihînden (ilk asırda gelen büyük âlimlerden) çoğu, onun, İbrâhim aleyhisselâmın babası değil amcası olduğunu bildirdiler. (Senâullah Pânî Pûtî)
İbrâhim aleyhisselâmın öz babası Târûh ölünce, Nâhûr, İbrâhim aleyhisselâmın annesini aldı. Böylece üvey babası oldu. (Senâullah Pânî Pûtî)
NAHV İLMİ:
Cümle bilgisi. Kelimelerin cümle içinde fiil, fâil (özne), mef'ûl (nesne, tümleç) olma gibi durumlarından ve buna göre sonlarının aldıkları i'râbdan (harekelerden) bahseden ilim. (Bkz. İlm-i Nahv)
NÂİB:
1. Hac ibâdetinde birine vekâlet eden. Vekil.
Allahü teâlâ bir hac ibâdeti ile üç kişiyi Cennet'e koyar: 1) Haccı vasiyet edeni, 2)Vasiyeti infâz edeni (yerine getireni) , 3)Nâib olarak hacca gideni. (Hadîs-i şerîf-Beyhekî
Nâib olarak hacca giden masraftan fazla bir şey alamaz. Nâiblik ticârî maksatla olmaz. Nâib olarak hacca gideceklere yakışan esas maksat; Beyt-i muazzamayı (Kâbe'yi) ziyâret ve dolayısıyla öteki kişiyi borçtan kurtarmak için ona yardımcı olmaktır. (İbn-i Hümâm)
Hacda nâibliğin şartlarından biri de, nâibin, hacca gidip gelmekten âciz olanın parasıyla haccetmesidir. (M. Zihni Efendi)
Nâib, hacda isrâf ve cimrilik etmemek şartıyla yerine hac yaptığı kimsenin parasını sarf eder ve hac dönüşü de artan parayı kendisine veya vârisine iâde eder (verir). (M. Zihni Efendi)
2. Kâdı vekîli.
Osmanlı Devleti'nde Mevâlî adı verilen büyük kâdılar (hâkimler), bâzan hizmetlerinin bütününü, bâzan da bir kısmını, yerine getirmek için yerlerine kâdı evsafını (şartlarını) taşıyan ehliyet (bilgi ve tecrübe) sâhibi birini tâyin ederlerdi. Bu sebebl e bulundukları beldelerin kazâlarına nâibler gönderirlerdi. Nâibler vazîfelerine göre; Arpalık nâibi, Ayak nâibi, Bâb nâibi, Kazâ nâibi, Mevâlî nâibi gibi kısımlara ayrılmışlardır. (İslâm Târihi Ansiklopedisi)
NAÎM CENNETİ:
Sekiz Cennet'ten beşincisi.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Îmân edip de sâlih ameller işleyen kimseleri, onların Rabbi, îmânları sebebiyle kendilerine ağaçları altından ırmaklar akan Naîm Cennetlerine kavuşturan yolu gösterir. (Yûnus sûresi: 9)
NAKDEYN:
Basılmış para hâlindeki altın ve gümüş.
Fülûs denilen bakır, bronz paralar (ve kâğıt liralar) aynı sayıda (yâni îtibârî kıymetleri aynı olarak) kendi cinsleri veya altın, gümüş karşılığında satılınca dâimâ semen olurlar. Nakdeyn karşılığında satılınca fâizin iki şartı da yok ise de iki kar şılıktan birisinin, ayrılmadan önce kabz edilmesi lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
NÂKIL:
Nakleden, birinden duyduğunu veya okuduğu şeyi bildiren. İctihâd derecesine varamayıp, sâdece müctehid (Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkarabilecek dereceye ulaşmış olan) âlimlerin verdikleri fetvâları (dînî suâllere verdikleri cevâb ları) nakleden âlim.
Fıkıh usûlü âlimlerine göre, müftînin (fetvâ verenin) müctehid olması lâzımdır. Müctehid olmayıp, mukallid (bir müctehide tâbi olan, uyan) bir âlime müftî denilmesi mecâzîdir, hakîkî olarak değildir. Bunlar nâkıldır. Nâkıller, fetvâları, meşhûr fıkıh kitaplarından alır. Bu kitaplar, meşhûr olan mütevâtir haberler gibi kıymetlidir. (Bkz. Müftî) (İbn-i Âbidîn)
NÂKIS:
Eksik, noksan, kusurlu.
Allahü teâlânın zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde (işlerinde) ortağı ve benzeri yoktur. O'nda kemâl (kusursuz) sıfatlar olmasaydı, eksik ve âciz olurdu. Âciz (güçsüz) ve nâkıs olmak, Allahü teâlâ hakkında muhâldir, imkânsızdır. (Kutbüddîn-i İznikî)
Bu yolda (tasavvuf yolunda) çalışmak isteyenin önce îtikâdını, inancını, Ehl-i sünnet vel-cemâat âlimlerinin bildirdiklerine göre düzeltmesi lâzımdır. Sonra herkese lâzım olan fıkıh bilgilerini öğrenmelidir. Bundan sonra bu öğrendiklerini yapmalıdır. Ondan sonra her zamân Allahü teâlâyı zikretmeli, anmalıdır. Fakat zikir yapmasını kâmil (yetişmiş) ve mükemmil (yetiştirebilen) bir zâttan öğrenmesi şarttır. Nâkıs olandan öğrenirse, kemâle eremez, maksada ulaşamaz. (İmâm-ı Rabbânî)
Nâkıs Temizlik:
Kadının âdetinin kesilmesinden sonra on beş gün devâm etmeyen veya âdet müddeti içinde kan görmediği günler. (Bkz. Fâsid Temizlik)
NAKİ':
Hurma veya kuru üzüm soğuk suda bırakılıp şekeri suya çıktıktan sonra süzülerek elde edilen sıvı.
Kuru üzümden yapılan nakî'nin tadı keskin olursa, damlası dahi haram olur. Gazlanmaz ve tadı keskin olmazsa, içilmesi sözbirliği ile helâl olur. (İbn-i Âbidîn)
Hurmanın nakî'i, su içinde ısıtmadan bırakılınca, köpüklenir ve tadı keskin olursa buna "seker" denir, bir damlası dahi haramdır. (İbn-i Âbidîn)
NAKLÎ İLİMLER:
Tefsîr, hadîs, fıkıh gibi nakil yoluyla elde edilen ve değişmeyen dînî ilimler.
Naklî ilimler, aklın, insan dimâğı gücünün dışında ve üstündedir. Bunlar hiçbir zaman kimse tarafından değiştirilemez. Dinde reform olmaz sözünün mânâsı budur. Naklî ilimler, edille-i şer'iyye (dört ana kaynak) denilen, Kitâb (Kur'ân-ı kerîm), sünnet , icmâ (müctehidlerin yâni Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkarabilen âlimlerin bir hükümdeki sözbirliği) ve kıyâstan (müctehidlerin kitâb ve sünnet gibi kaynaklara dayanarak çıkardığı hükümlerden) çıkarılmıştır. Din bilgileri nakl ile öğrenilir. Din bilgilerini önce gelen âlimler sonra gelenlere bildirmişlerdir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Naklî ilimler, fen ilimleri ile anlaşılmaz. Fen adamları, cisimleri ve cisimlerdeki olayları araştırır, inceler. Bunlar üzerinde deneyler yapar. Madde ve olayları anlar ve anladıklarını bildirir. Gördüklerinden, hissettiklerinden dışarıya çıkamazlar. Bundan dışarıya çıkan, vazîfesinin dışına çıkmış olur. His olunamayan, incelenemeyen, deney yapılamayan konular, fen bilgisinin dışında kalır. Böyle konularda fen adamının sözü kıymetsiz ve ehemmiyetsiz olur. Bir fen adamı, "melek, cin yoktur" deyince, meleğin varlığı fen ile incelenemez, deney ile anlaşılamaz demek isterse, bu sözü fenne uyar. Fakat, deney ile isbât edilemediği için meleğin varlığına inanılmaz demek istiyorsa, hiç kıymeti olmaz. Çünkü bu sözü ile kendisi fennin dışına çıkmakta, fenne uymamaktadır. Rûh, melek, cin, Cennet, Cehennem gibi fen konusu dışındaki varlıkları madde ve olay sınırları içinde aramak ve deneyle anlamaya kalkışmak fen adamına yakışmaz. (Abdüllatîf Harpûtî)
NAKŞ-İ KADEM-İ NEBÎ:
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübârek ayaklarının taş üzerindeki izi.
Osmanlı pâdişâhlarından Sultan Birinci Abdülhamîd Han'ın kabri İstanbul Sirkeci'de, Dördüncü Vakf Hanı karşısında köşedeki türbededir. Oğlu dördüncü Mustafa Han da bu türbededir. Türbede, Yeni Câmi tarafındaki duvarda bulunan dolaba yerleştirilmiş ta şta Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) Nakş-ı kadem-i şerîfleri mevcûttur. (Ayvansarâyî)
Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin yâni Eyyûb Sultan hazretlerinin türbesinin son tâmirini Sultan İkinci Mahmûd Han yaptırdı. Nakş-ı kadem-i Nebî, birinci Mahmûd Han'ın emri ile saraydan türbeye getirildi. Türbenin câmi tarafındaki duvarına yerle ştirildi. (Ayvansarâyî)
Sultan Birinci Ahmed, bir tahta üzerine resmedilen (çizilen) "Kadem-i şerîfin" kenarına kendi hattıyla şunları yazdı: N'ola tâcım gibi başımda götürsem dâim Kadem-i resmini dâim Hazret-i Şâh-ı Rusülün Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidir Ahmedâ durma yüzün sür kade mine o gülün
NAKŞİBENDİYYE:
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin tasavvuftaki yolu. Allahü teâlânın sevgisini kalblere nekşettiği için Behâeddîn-i Buhârî hazretlerine Nakşibend lakabı verilmiştir. Bu yolda olanlara Nakşibendî denilirdi.
Nakşibendiyye yolunun kurucusu olan Şâh-ı Nakşibend Muhammed Behâeddîn-i Buhârî hazretleri 1318 (H.718)'de Buhârâ yakınındaki Kasr-ı Ârifân kasabasında doğdu. 1389 (H.791)da aynı yerde vefât etti. Kabri oradadır. (Selâhüddîn ibni Mübârek el-Buhârî)
Sessiz zikr (zikr-i hafî) yapan tarîkatlar, hazret-i Ebû Bekr'den gelmiş olup, yol gösterici rehberlerinin adına göre; Tayfûriyye, Yeseviyye, Medâriyye, hakîkî olan Bektâşiyye, Nakşibendiyye, Ahrâriyye, Ahmediyye-i Müceddidiyye ve Hâlidiyye gibi isim ler almışlardır. (Abdullah-ı Dehlevî)
Nakşibendiyye yolunun kurucusu olan Şâh-ı Nakşibend Muhammed Behâeddîn-i Buhârî hazretleri buyurdu ki: Bizim yolumuz, Allahü teâlânın gösterdiği kurtuluş yoludur. Çünkü bu yol, sünnete uymak ve Eshâb-ı kirâma tâbi olmaktır. Bu sebeble bizim yolumuzda az zamanda çok kazanç elde edilir. Fakat sünnete uymak ve riâyet etmek sabır ve tahammül ister. Biz bizim yolumuza girenleri istersek cezbe (çekme) ile, dilersek bir başka usûlle terbiye ederiz. Çünkü rehber olan âlim, bir tabîbe (doktora) benzer. Hastanın hastalığını, derdini tesbit eder ve ona göre ilâç verir. Bizim yolumuzda yalnız kalmak değil, sohbet esastır. Biz sonda ele geçecek şeyleri başa yerleştirdik. (Behâeddîn-i Buhârî)
Nakşibendiyye yolunun büyükleri ile berâber olanda, huzûr ve cem'iyyet (topluluk) ve dünyâya şuursuzluk (ilgisizlik) ve Allahü teâlânın cezbeleri hâsıl olur. Kalbine, rûhuna birçok şeyler ihsân edilir. (İmâm-ı Rabbânî)
NA'LİN (Na'leyn):
Altı deri, üstü açık ve tasmalı ayakkabı.
Namazı, na'lın veya mest ile kılmak, çıplak ayakla kılmaktan efdâldir. Böylece yahûdîlere uyulmamış olur. Hadîs-i şerîfte; "Yahûdîlere benzememek için namazları na'lın ile kılınız!" buyruldu. Resûlullah ve Eshâb-ı kirâm sokakta giydikleri na'lın ile kılarlardı. Na'lınları temiz idi ve Mescid-i nebî kum döşeli idi. Kirli na'lınla girilmezdi. (Hâdimî ve Muhammed bin Ahmed)
NÂME-İ SEÂDET:
Peygamber efendimizin mektubu şerîfi.
Peygamber efendimizin Mısır (Kıpt) hükümdârı Mukavkıs'ı İslâmiyet'e dâvet için yazdığı Nâme-i seâdet, deriden olup on iki satır yazısı ve altında mühr-i şerîfi vardır. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)
NÂMUS:
Irz, edeb, ar, hayâ.
Kadın, beş vakit namazını kıldığı, nâmusunu koruduğu ve kocasına itâat ettiği zaman, Cennet'e istediği kapıdan girer. (Hadîs-i şerîf-Kitâb-ül-Metcer-ür-Râbih)
Mîdesini, nâmusunu ve iffetini korumak kadar fazîletli ibâdet yoktur. (Muhammed Bâkır)
Ramazan ayı, İslâm dîninin nâmusudur. Âşikâre oruç yiyen, bu aya hürmet etmemiş olur. Bu aya hürmet etmiyen, İslâmiyet'in nâmus perdesini yırtmış olur. (Seyyid Abdülhakîm)
Nâmus-ı Ekber:
Peygamber efendimize vahy getiren ve dört büyük melekten biri olan Cebrâil aleyhisselâm, Cibril. (Bkz. Cebrâil)
Nâmus-ı İlâhî:
İslâm dîni. (Bkz. İslâmiyet)
Nâmus-ı Rabbânî:
İslâm dîni. (Bkz. İslâmiyet)
NÂR:
Ateş; Cehennem. (Bkz. Cehennem)
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Ameli ve iyiliği ile kim dünyâ hayâtını ve zînetini isterse, onlara dünyâda güzel amellerinin karşılığını bol bol veririz. Ecirlerinden hiçbir şey eksik bırakılmaz. (Fakat) onlar için âhirette, karşılık olarak, sâdece nâr vardır. (Hûd sûresi: 15)
Kalbinde hardal tânesi kadar îmân olan hiçbir kimse nâra girmez; kalbinde hardal tânesi kadar kibr (yâni küfr) bulunan hiçbir kimse de Cennet'e girmez. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Allah korkusundan gözyaşı döken kimseyi nâr yakmaz. (Ka'b-ül-Ahbâr)
NARH:
Çarşıda pazarda satılan her türlü mal için hükûmet tarafından konulan fiyat.
Medîne-i münevverede pahalılık oldu. Yâ Resûlallah fiyatlar yükseliyor. Bize si'r yâni kâr haddi koyunuz denildi. Resûlullah efendimiz; "Narh koyan Allahü teâlâdır. Rızkı genişleten, daraltan, gönderen yalnız O'dur. Ben Allahü teâlâdan bereket isterim" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Âbidîn)
Esnafın hepsi fiyatları, fâhiş olarak yâni mal oluş fiyatının iki misline arttırdığı, millete zarar ve zulüm hâline geldiği zaman, hükûmetin, tüccarlara danışarak uygun bir narh koyması câiz (uygun) olur. (İbn-i Nüceym)
NÂS SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yüz on dördüncü ve son sûresi.
Nâs sûresi Medîne-i münevverede nâzil oldu (indi). Altı âyet-i kerîmedir. İnsanların Allahü teâlâya sığınmalarını emrettiği için Sûret-ün-Nâs denilmiştir. (İbn-i Abbâs)
Allahü teâlâ Nâs sûresinde meâlen buyuruyor ki:
(Yâ Muhammed) İnsanların göğüslerine dâimâ vesvese veren, gerek cinden, gerek insandan (olsun) , o sinsi şeytanın şerrinden insanların Rabbine, insanların melîkine, insanların mâbûduna sığınırım, de! (Âyet: 1-6)
Kim Felak ve Nâs sûrelerini okursa, sanki Allahü teâlânın indirdiği kitapların hepsini okumuş gibi olur. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
Nâs sûresini devamlı okumayı alışkanlık hâline getiren kimse, dâimâ sıhhat ve âfiyette olur. Nazara karşı okunursa, şifâ bulur. (Muhammed Osman Sâhib)
Son nefesini vermekte olan kimse için Nâs sûresi okunursa, rûhu bedenden rahatça ayrılır. Yatağa girerken okuyan kimse, cin ve şeytan şerrinden kurtulur. Vesvesesiz, korkusuz râhat uyku uyur. (Muhammed Osman Sâhib)
NASÂRÂ:
Îsâ aleyhisselâma inananlar. (Bkz. Nasrânî)
NASÎB:
1. Ele geçen, kavuşulan.
İnsanların en akıllısı, ölümü çok hatırlayandır. Ölümü çok hatırlayan insana, dünyâda şeref, âhirette yüksek dereceler nasîb olur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Ey Allah'ım! Seni sevmeyi ve seni seveni sevmeyi ve senin sevgine beni yaklaştıracak şeyi sevmeyi bana nasîb et ve senin sevgini (sıcak ve harâretli günde) soğuk suyu sevmekten bana daha sevimli kıl. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
Allah'ım bana senin yolunda şehîd olmayı nasîb et. Peygamberin şehrinde ölmeyi kısmet et! (Hazret-i Ömer)
Yâ Rabbî! Bizlere nihâyetsiz rahmet hazînenden nasîb eyle! Hepimizi doğru yoldan ayırma! (İmâm-ı Rabbânî)
2. Allahü teâlânın ezelde takdir ettiği maddî ve mânevî rızık, kısmet. Nasîbindir gezdiren yer yer seni, Gâfil olma âkıbet yer, yer seni. Bana kahve sunulmadı deme sen, Nasîbin varsa gelir Yemen'den.
(Nâbi)
NÂSİH:
Daha önce bildirilen bir hükmü kaldıran, âyet-i kerîme veya hadîs-i şerîf. Kaldırılan hükme mensûh denir.
Müctehid olmak için arabî yüksek ilimleri tamâmen bilip, Kur'ân-ı kerîmi ezber bilmek, âyet-i kerîmelerin geldikleri zamanları ve gelme sebeblerini, ne hakkında geldiklerini, nâsih veya mensûh olduklarını bilmek, yüzbinlerce hadîs-i şerîfi ezberden b ilmek, fıkıh ilminin usûl ve kâidelerini tanımak, Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin açık ve kapalı mânâlarını kavramak, bu mânâlar kalbinde yer etmiş olmak, kuvvetli îmân sâhibi olmak, saf ve temiz bir kalbe sâhib olmak gibi şartları vardır. (Abdülhakîm Arvâsî)
NASÎHAT:
Dînin ve aklın beğendiği şeyleri tavsiye, öğüt.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Muhakkak ki, Allahü teâlâdan korkan nasîhat alacaktır. (A'lâ sûresi: 10)
Din nasîhattir. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-ül-Cenne)
Nasîhat vermek dînimizin birinci vazîfesidir. (İmâm-ı Gazâlî)
Nasîhat vermek kolaydır. Nasîhati kabûl etmek güçtür. Çünkü, nefislerine uyanlara, dünyâ zevklerinin peşinde koşanlara, nasîhat acı; haramlar ise tatlı gelir. (İmâm-ı Gazâlî)
Ey oğlum! Sana nasîhatim şudur ki: Takvâya, Allah korkusu ile haramlardan kaçma ipine iyi sarıl. Eğer bu günün dünden, yarının da bugünden daha hayırlı olmasını temin edebilirsen bunu yap. Namaz kılarken vedâ edip ayrılacak olan kimsenin namaz kılışı gibi kıl. Çok ihtiyaç peşinde koşmaktan, özür beyan etmek zorunda kalacağın işi yapmaktan sakın. (Avn bin Abdullah)
Alay edenlere, zarar yapacaklara nasîhat verilmez. Nasîhat, birinin yüzüne karşı olmamalı, umûmî olarak ortadan söylenmelidir. Hiç kimse ile münâkaşa etmemelidir. (Muhammed Bağdâdî)
NASR SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yüz onuncu sûresi.
Nasr sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Üç âyet-i kerîmedir. Peygamber efendimiz, nusret-i ilâhî ile, Allahü teâlânın yardımı ile müjdelendiği için sûreye, Sûret-ün-Nasr denilmiştir.
Allahü teâlâ Nasr sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Allah'ın nusreti ve fetih gelince, sen de insanların fevc fevc (bölük bölük) Allah'ın dînine (müslümanlığa) gireceklerini görünce, hemen Rabbini hamd ile tesbih et. O'nun affetmesini iste. Şüphesiz ki O, tövbeleri çok kabûl edendir. (Âyet: 1-3)
Ey Cübeyr, yolculuğa çıktığında, arkadaşlarının içinde en iyi durumda olmak, sıkıntı çekmemek ve rızık bakımından rahat olmak istersen, Kâfirûn, Nasr, İhlâs, Felak ve Nâs sûrelerini oku... (Hadîs-i şerîf-Metâlib)
Nasr sûresi, Kur'ân-ı kerîmin dörtte birine eşittir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
Kim Nasr sûresini okursa, ona, Mekke'nin fethinde Muhammed (aleyhisselâm) ile berâber olan kimsenin sevâbı verilir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
NASRÂNÎ:
Îsâ aleyhisselâma inanan. Çoğulu, nasârâdır. Hazret-i Îsâ'nın bildirdiği dîne nasrâniyyet (nasrânîlik) adı verilir. (Bkz. Îsevîlik)
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Şüphe yok ki, daha önce peygamberlere îmân edenler yahûdîler ve nasrânîler ve Sâbiîler olsun bunlardan her kim Allah'a ve âhiret gününe îmân eder ve hazret-i Muhammed'in dîni üzerine sâlih bir amel işlerse, elbette bunların Rableri katında mükâfâtları vardır. Onlara bir korku yoktur ve onlar mahzûn da olacak değillerdir. (Bekara sûresi: 62)
İsrâiloğulları yetmiş bir fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi Cehennem'e gidip ancak bir fırkası kurtulmuştur. Nasârâ (Nasrânîler) da yetmiş iki fırkaya ayrılmıştı. Yetmiş biri Cehennem'e gitmiştir... (Hadîs-i şerîf-Milel ve Nihâl ve Tirmizî)
Îsâ aleyhisselâmın bildirdiği nasrânîlik ile göğe yükseltilmesinden sonra te'sis edilen ve hıristiyanlık adı verilen nasrânîlik birbirinden çok farklıdır. (Ülfet Aziz es-Samed)
Hazret-i Îsâ'nın tebliğ ettiği Îsevîlik veya nasrânîlik az zaman sonra yahûdîler tarafından sinsice değiştirildi. Bolüs adındaki bir yahûdî, hazret-i Îsâ'ya inandığını söyleyerek, nasrânî dînini yaymaya çalışıyor görünerek hakîki İncil'i yok etti ve Îsâ, Allah'ın oğludur dedi. Daha başka şeyler de uydurdu. Üç tanrı olduğu fikrini ortaya attı. Bu durumda nasrânîler ikiye ayrıldı. Hakîkî nasrânîler, hazret-i Îsâ insandır. İlah değildir. Allah'ın oğlu da değildir. Ona tapılmaz dediler. Bolüs'ün fikirlerine aldanan ve daha sonra hıristiyan adını alan nasrânîler ise, uydurma İncîller ortaya attılar. Böylece hakîkî olmayan bir hıristiyanlık ortaya çıktı. (Harputlu İshâk Efendi)
NASS:
1.Âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler. Çoğulu nüsûs'tur.
Ehl-i sünnet âlimleri nassları zâhirleri üzere almışlardır. Yâni açık olan mânâlarını vermişlerdir. Zarûret olmadıkça nassları te'vil etmemişler (yorumlamamışlar), bu mânâları değiştirmemişlerdir. Kendi bilgileri ve görüşleri ile bir değişiklik yapma mışlardır. (Teftâzânî, Kemâleddîn Beydâvî)
Nass ile bildirilmiş olan ahkâm (hükümler) hiçbir zaman değişmez. Örf ve âdetlerden hüküm çıkarılabilmesi için, bunların nasslara muhâlif olmaması ve sâlih müslümanlar arasında selef-i sâlihînden (ilk devir müslümanlarından) gelmiş olması lâzımdır. (Ali Haydar Efendi)
Kâfirleri sevmemek, onlara kalb ile düşmanlık etmek, nass ile emredilmiştir. (Abdülganî Nablüsî)
2. Fıkıh usûlü ilminde mânâsı açık ve meydanda olan âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler.
NA'Ş:
Kefenlenip tabuta konmuş ölü. (Bkz. Cenâze)
Edrâ Eslemî dedi ki:
"Medîne-i münevverede daha önce Kur'ân-ı kerîm okuduğunu gördüğüm birisi vefât etti. Techiz işi bittikten sonra na'şını taşıyıp götürdüler. Peygamber efendimiz oradakilere; "Onu yavaş götürünüz. Allahü teâlâ onu sevdi. Şüphesiz o, Allah ve Resûlünü seviyordu" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Na'şı kabr başına koyunca iş yapmayanlar oturmalı veya çömelmelidir. Yahûdîler ve hıristiyanlar gibi ayakta durmamalıdır. (Seyyid Alizâde)
Cenâze namazı kılındıktan sonra na'şın başında duâ etmek câiz (uygun) değildir, mekrûhtur. (Kerderî)
NÂŞİZE:
Kocasının izni olmaksızın evinden kaçan ve kendisini beyinden haksız yere men eden kadın.
Nâşizeye nafaka verilmez. Geri gelince nafaka da başlar. (İbn-i Nüceym)
Kadın kendisi ile birlikte oturan kocasını yanına girmekten men etmesi hâlinde hükmen nâşize sayılır. (İbn-i Âbidîn)
NA'T-I ŞERÎF:
Peygamberleri ve din büyüklerini öven şiirler. Daha çok Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm için söylenir.
Yûnus Emre'nin yazdığı bir na't-ı şerîf: Canım kurbân olsun senin yoluna, Adı güzel, kendi güzel Muhammed. Gel şefâat eyle kemter kuluna, Adı güzel, kendi güzel Muhammed. Mü'min olanların çoktur cefâsı, Âhirette olur zevk ü sefâsı, On sekiz bin âlemin Mustafâ'sı, Adı güzel, kendi güzel Muhammed. Yedi kat gökleri seyrân eyleyen, Kürsî'nin üstünde cevlân eyleyen, Mi'râc'da, ümmetin Hakk'dan dileyen, Adı güzel, kendi güzel Muhammed. Yûnus ne'yler iki cihânı sensüz Sen hak peygambersin şeksüz şüphesiz, Sana uymayanlar gider îmânsız, Adı güzel kendi güzel Muhammed.
NAZAR:
1. Bakmak. Göz atmak.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, misvâkını ve tarağını yanından ayırmazdı. Mübârek saçını ve sakalını tararken aynaya nazar eylerdi. Geceleri mübârek gözlerine sürme çekerdi. (İmâm-ı Ahmed Kastalânî)
"Allahü teâlâ mü'min bir kulunun gönlüne bir gecede üç yüz altmış defâ nazar eder" sözünün mânâsı; "Kalbin vücûda açılan üç yüz altmış penceresi vardır. Gönül, Allahü teâlânın zikriyle kaynayıp coşunca, Allahü teâlâ o kalbe nazar eder. Bu nazar ile k albe doğan feyzler ve nurlar bu üç yüz altmış koldan bütün vücûda yayılır. Böyle nurların ve feyzlerin yayıldığı bir uzuv kendi hâline göre zevkle ibâdet eder. Yapılan tâat ve ibâdetlerden lezzet alır. (Ali Râmitenî)
Kalb hastalıklarının giderilmesi, Allah adamlarının tedâvisi ile olur. Bunların sözleri ilâcdır. Nazarları şifâdır. Onlarla berâber bulunanlar kötü olmaz. (İmâm-ı Rabbânî) Âlimin bir nazarı, bulunmaz hazînedir. Bir sohbeti, yıllarca, bitmez kütübhânedir.
(M. Sıddîk bin Saîd)
2. Düşünme, inceleme.
Aklın nazarı ile elde edilen ilim (bilgi) iki çeşittir. Birincisi bedîhî yâni düşünmeye ihtiyaç olmadan ilk bakışta elde edilen bilgi. Meselâ; bütünün, parçasından büyük olduğunu bilmek böyledir. İkincisi, istidlâlî yâni, aklın düşünmesiyle elde edil en bilgi. Meselâ; kâinâta ve ondaki inceliklere bakarak, onun bir yaratıcısının bulunduğunu anlamak böyledir. (Sa'düddîn Teftâzânî)
Nazar Ber Kadem:
Nakşibendiyye yolunun temel bilgilerinden birisi olup, tasavvuf yolculuğunda adımdan ileriye bakmak ve adımını baktığı yere atmak.
Nazar ber kadem, gönlü perişanlıktan kurtarır ve kendi iç âlemine bağlı kılar. (Mevlânâ Sâfî)
Göz kalbe tâbidir. Kalbi maksattan ayırmamak için göz ile sağa sola bakmayıp önüne bakmalıdır. Nazar ber kadem kalbi toparlamak için iyi bir yoldur. (Hüseyin Vâiz-i Kâşifî)
Nazar ber kademe riâyet edilmezse tasavvuf yolunda bulunan kimsenin şevki ve istîdâdı bozulabilir. (İmâm-ı Rabbânî)
Nazar Değmesi:
Göz değmesi, bâzı kimselerin gözlerinden çıkan zararlı şuâların, canlı ve cansız bir şeye bakıp beğendikleri zaman bozulmalarına sebeb olması.
Nazar değmesi haktır. Nazarı değen kimse, hattâ herkes, beğendiği bir şeyi görünce "Mâşâallah" demeli, ondan sonra o şeyden bahsetmelidir. Önce mâşâallah deyince nazar değmez. (Abdülhak-ı Dehlevî)
Nâs sûresini devamlı okumayı alışkanlık hâline getiren kimse, dâimâ sıhhat ve âfiyette olur. Nazar değmesine karşı okunursa, şifâ bulur. (Muhammed Osman Sâhib)
NAZARGÂH-İ İLÂHÎ:
Allahü teâlânın nazar ettiği (baktığı) yer.
Allah adamlarının kalbleri, Hakk'ın nazargâhıdır. O kalblere girmiş olanlara da, o nazardan nasîb erişir. (Ali Râmitenî) Sakın terk-i edebden kûy-i mahbûb-i Hüdâ'dır bu, Nazargâh-ı İlâhîdir Makâm-ı Mustafâ'dır bu.
(Nâbi)
NAZARİYYE:
Bir veya birkaç hipotez (faraziye) ile, birçok hâdiseleri îzâh ederek ve bunlardan yeni hâdiselere vararak ve bu hâdiseleri tecrübe ile inceleyerek görülen hipotez. Hipotez, aynı sebeblerle îzâh edilen çeşitli hâdiselerin hepsini birden îzâh edebilec ek umûmî bir fikirdir.
Müslümanlık nazariyyeler dîni değil, amelî bir dindir. İslâmiyet, insanın rahîm ve gafûr (merhametli ve affedici) olan, doğru yolu gösteren Allahü teâlâya kendini teslim etmesi demektir. (Muhammed Emîn)
NÂZIR:
1. Gören, görücü.
Allahü teâlâ hayy (diri), alîm (bilici), kâdir (gücü yetici) ve mütekellim (konuşucu) olarak sonsuz zamanlarda hep hâzırdır ve nâzırdır. Hayat, ilim, kudret ve kelâm sıfatları zamansız ve mekansız olduğu gibi, hâzır ve nâzır olması da zaman ve mekâna bağlı değildir. Allahü teâlânın sıfatlarının hepsi böyledir. Allahü teâlânın hâzır olması gibi hiç kimse hâzır değildir. Peygamberlerin aleyhimüsselâm, evliyânın ve sâlih mü'minlerin rûhlarının yardım için çağrıldıklarında ve başka zamanlarda hâzır olmaları, zamâna ve mekâna bağlı olarak meydana gelir. Evliyânın rûhları hâzırdır, bilirler demek, îmânı giderir. Burada îmânı gideren husus, evliyânın rûhlarının hâzır olacağına inanmak değil, onların rûhlarının hâzır olduklarını bilmediği hâlde gaybden haber vermektir. Çünkü gaybı Allahü teâlâ ve O'nun bildirdikleri bilir. (Seyyid Abdülhakîm)
2. Vakfın işlerini, dînin emirlerine uygun olarak idâre etmek üzere vâkıf (vakıf yapan) veya hâkim tarafından tâyin edilen mütevellînin vakıf işlerindeki tasarruflarını murâkabe (kontrol) etmesi ve gerektiğinde ona re'yleri (görüşleri) ile yardımcı o lması için vazîfelendirilen kimse. Bâzan mütevellîye de nâzır denmiştir.
Vakfın nâzırı veya herhangi vazîfelisi, suç işlemedikçe azl olunamazlar (bu vazîfelerinden alınamazlar). Vakfı kirâya vermek, mütevellînin vazîfesidir. Hâkim, vâli karışamaz. Bir vakfın bir nâzırı ve bir mütevellîsi olsa, mütevellî, nâzırın haberi ol madan bir şey yapamaz. Kayyım (vakfın hizmetçisi), mütevellî ve nâzır aynı hakka sâhibdirler. (Fetâvây-ı Hayriyye)
NÂZİÂT SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yetmiş dokuzuncu sûresi.
Nâziât sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Kırk altı âyet-i kerîmedir. Sûrenin ilk kelimesi olan ve söküp koparan ve çekip alan mânâsına gelen Nâziât kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûrede; kıyâmetin şiddeti ve onu inkâr edenlerin dirilişi, yeri göğü yaratan Allahü teâlânın insanları yeniden diriltmeye kâdir olduğu bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Ebû Hayyân, Begavî)
Allahü teâlâ Nâziât sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Kim ki Rabbinin azametinden (büyüklüğünden) korkarak kendisini günâhlardan men ederse, işte Cennet, onun varacağı yerin tâ kendisidir. (Âyet: 40,41)
NÂZİL OLMAK:
Yukardan aşağıya inmek; mukaddes kitabların vahiy yoluyla peygamberlere gönderilmesi.
Kur'ân-ı kerîm Kadir gecesinde nâzil olmaya başladı ve tamâmının inmesi yirmi üç sene sürdü. Tevrat, İncîl ve bütün kitablar ve suhuflar (sahîfeler) ise, hepsi birden bir defâda nâzil olmuştu. Kur'ân-ı kerîm dışında hepsi insan sözüne benziyordu. Ve lafızları mûcize değildi. Onun için çabuk bozuldular, değiştirildiler. (Süyûtî, Zerkeşî)
NAZM:
Kelimeleri inci gibi yanyana dizmek.
Kur'ân-ı kerîmin kelimeleri Arabîdir. Fakat bu kelimeleri yanyana nazmeden Allahü teâlâdır. Bu kelimeler insan nazmı değildir. Muhammed aleyhisselâm Allahü teâlâ tarafından mübârek kalbine bildirilen şeyleri, Arabça olarak da anlatmış değildir. Bu Ar abî kelimeler, Allahü teâlâ tarafından nazmedilmiş olarak âyetler hâlinde gelmiştir. Cebrâil aleyhisselâm ismindeki bir melek bu âyetleri, bu kelimelerle ve bu harflerle okumuş, Muhammed aleyhisselâm da mübârek kulakları ile işiterek ezberlemiş ve hemen Eshâbına (arkadaşlarına) okumuştur. (Zerkânî)
Şiirler birer nazmdır. Her şâirin nazm yapma kâbiliyeti başkadır. Kur'ân-ı kerîmin nazmı, hiçbir insan sözüne benzemiyor. Kur'ân-ı kerîmin insan sözü olmadığı tecrübe ile de isbât edilmiştir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Nazm-ı İlâhî:
Allahü taâlâ tarafından yanyana dizilen mübârek sözler, Kur'ân-ı kerîm.
Kur'ân-ı kerîm nazm-ı ilâhîdir, Arabçadır. Bu arabî kelimeler, Allahü teâlâ tarafından nazmedilmiş olarak âyetler hâlinde gelmiştir. (Zerkânî)
NEBÂTÎ RUH:
Her canlıda mevcud olan ve doğma, büyüme, beslenme, zararlı maddeleri dışarı atma, üreme ve ölme gibi canlılık hallerini yapan rûh.
Nebâtî rûha sâhib olan canlılarda büyüme bütün hayat boyunca olmaz. Muayyen bir miktâra vardıktan sonra, bu iş durur. Beslenme ölünceye kadar devâm eder. Çünkü gıdâ olmadan yaşanamaz. (Ali bin Emrullah)
NEBE' SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yetmiş sekizinci sûresi.
Nebe' sûresi Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi). Kırk âyet-i kerîmedir. Kıyâmet haberlerini ihtivâ ettiği için sûreye bu mânâya gelen Sûret-ün-Nebe' denilmiştir. Amme kelimesi ile başladığı için Amme sûresi de denir. Sûrede; Allahü teâlânın insanl ara olan eşsiz lütufları, kıyâmet günü ve o gün meydana gelecek hâdiseler, Cehennem'in şiddeti ve Cehennemlikler, Allahü teâlâya hesap verdikten sonra kâfirlerin pişmanlıkları bildirilmektedir. (Senâullah Dehlevî, Abdülazîz Dehlevî, İbn-i Abbâs)
Allahü teâlâ Nebe' sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Muhakkak ki, Cehennem (melekler tarafından kâfirleri) bir gözetleme yeridir. Kâfir için bir dönüş yeridir. Nice devirler boyunca içinde kalacaklar. Orada ne bir serinlik tadacaklar, ne de içilecek bir şey! Bir kaynar su ve irin içecekler. (Âyet: 21-26)
Nebe' sûresini okuyan, îmânsız gitmekten emin olur. Allahü teâlâ onun rızkını genişletir, kendisine bol mükâfât verir. O kimse ölmeden Cennet'teki yerini görür. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
NEBÎ:
Yeni bir din getirmeyen, daha önce gönderilmiş olan bir Resûlün dînine dâvet eden, çağıran peygamber. Resûllere (yeni bir dinle gönderilen peygamberlere) tâbi olan peygamberler. (Bkz. Peygamber)
Allahü teâlânın dînine çağırmakta, Resûl ile Nebî arasında bir ayrılık yoktur. Peygamberlere îmân etmek; aralarında hiçbir fark görmeyerek, hepsinin doğru sözlü olduğuna inanmak demektir. Onlardan birine inanmayan kimse, hiçbirine inanmamış olur. (Seyyid Abdülhakîm)
NEBİZ:
Hurma veya kuru üzümü soğuk suda bırakıp, şekeri suya geçince, kaynayıncaya kadar ısıtıldıktan sonra soğuyunca süzülerek elde edilen sıvı.
Nebizin tadı keskin olsa da, sarhoş yapmadıkça, içmesi helâl olur. Isıtılmazsa, köpürünce ve tadı keskin olunca haram olur. (İbn-i Âbidîn)
NECÂSET:
Aslı îtibâriyle veya sonradan meydana gelen bir sebeble pis olan şeyler. Namaza mâni olup olmama yönünden; hafif necâset ve kaba necâset, görülüp görülmeme yönünden; mer'î (görülen) ve gayr-i mer'î (görülmeyen) ve akıcı olup olmama yönünden; mâî (akı cı) ve câmid (katı) olmak üzere kısımlara ayrılır.
Namazın şartlarından birisi de necâsetten tahâret olup, bedende, elbisede ve namaz kılınacak yerde necâset bulunmamaktır. (İbn-i Âbidîn)
Katı şekil almış necâset, insan derisinde, elbisesinde ise veya bevl, kan gibi akıcı necâset, mest üzerinde olsa da, ancak yıkamakla temizlenir. Kan, şarap, ispirto, bevl (idrar) gibi sıvı necâsetten biri bulaşmış toprak, katı necâset demektir.Katı n ecâset, kemer, çanta, mest, ayakkabı üzerinde olunca, oğmakla, silmekle temizlenir. (İbn-i Âbidîn)
Sarhoş eden bütün içkiler, şarap gibi kaba necâsettir. (Halebî)
İğne ucu kadar elbiseye sıçrayan bevl (idrar) ve kan damlaları ile sokakta sıçrayan çamurlar ve necâset buharlarının, necâsete dokunarak gelen gazların, rüzgârın ve ahırda ve hamamda meydana gelen buharlardan, duvarlarda hâsıl olan damlaların elbisey e, yaş deriye değmesi affedilmiştir. (İbn-i Âbidîn)
Necâset bulaşmış ayakkabı ile cenâze namazı kılınmaz. (Alâüddîn Haskefî)
NECÂŞÎ:
Habeş hükümdârı. Habeş krallarına verilen isim.
Peygamber efendimiz zamânındaki Necâşî'nin adı Eshame idi. Nasrânî (hıristiyan) iken müslüman oldu. Cenâze namazını Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem Medîne'de kıldırdı. (İbn-i Hişâm-Halebî)
Eshâb-ı kirâm, Necâşî'nin memleketi Habeşistan'a hicret ettiklerinde, Necâşî onlara bir takım suâller sorduktan ve Peygamber efendimiz hakkında bilgi aldıktan sonra şöyle dedi:"Sizi ve yanından geldiğiniz zâtı tebrik ederim. Ben şuna inandım ki, O, A llah'ın resûlüdür. Zâten biz O'nun ismini, geleceğini İncîl'de görmüştük. O resûlü (peygamberi), Meryem oğlu Îsâ aleyhisselâm da haber verdi. Vallahi eğer Muhammed aleyhisselâm buralarda, Habeşistan'da olsaydı gidip O'nun eşyâlarını taşır, mübârek ayaklarını yıkardım. Şimdi siz ülkemde istediğiniz gibi emniyet ve huzûr içinde yaşayınız. Bana dağ kadar altın verseler, sizlerden birini üzüntüye sokmaya râzı olmam!" Necâşî'nin müslüman olması ve alâkası, Eshâb-ı kirâmı ziyâdesiyle sevindirip, memnun etti. (Halebî, Abdülhak-ı Dehlevî)
NECÂT:
Kurtulma, kurtuluş.
Bir kimse, namazı edâ ederse, bu namaz kıyâmet günü nûr ve bürhân olur ve Cehennem'den kurtulmasına sebebdir. Namazı muhâfaza etmezse, nûr ve bürhân olmaz ve necât bulmaz. Kârûn ile Fir'avn ile Hâman ile ve Übey bin Halef ile birlikte bulunur. (Hadîs-i şerîf-Cennet Yolu İlmihâli) Bir gün terâzi kurulur, dünyâ işleri sorulur, Helâl lokma yimeyip de, cevap vermek ne müşküldür. Hasta olup yıkılınca, gözler göke dikilince, Can alan melek gelince, necât bulmak ne müşküldür.
(M. Sıddîk Gümüş)
NECCÂRİYYE:
Hicretin üçüncü asrında Hüseyin bin Muhammed en-Neccâr tarafından kurulan bozuk fırka.
Neccâriyye fırkasının inanışlarının bâzıları Cebriyyeye, bâzıları Mûtezileye uygundur. Neccâriyyeye göre Allahü teâlâ kalbdeki bilgi kuvvetini göze verir. Bu bilgi kuvvetiyle Allah'ı bilir. Îmân; Allah'ı, peygamberleri, farzları bilmek ve bunu dil il e ikrâr etmek (söylemek)tir. Bunlardan birini bilmeyen ve ikrâr etmeyen kâfirdir. Îmân artar fakat eksilmez. Neccâriyye fırkası Allahü teâlânın ilim, kudret, hayat ve diğer ezelî sıfatlarını kabûl etmez. Allahü teâlânın Cennet'te görülmeyeceğini kabûl eder. (Abdülkâhir Bağdâdî)
Neccâriyye fırkası, birbirlerini küfürle (îmânsızlıkla) suçlayan birçok kollara ayrıldı. Bunlar arasında meşhûr olanları; Burgûsiyye, Za'ferâniyye, Mustadrikedir. (Zâhid-ül-Kevserî)
NECDET:
Yiğitlik, kahramanlık.
Necdet sâhibi, korkulu hâllerde, sıkıntılı işlerde sabır ve sebât eder (kararlılık gösterir), bağırıp çağırmaz, uygunsuz iş yapmaz. (Ali bin Emrullah)
Necdet sâhibi olmak insanı yükseltir. Korkaklık ise zelîl eder (alçaltır). (Celâleddîn Devânî)
NECEŞ:
Müşteri kızıştırmak, bir malı satın almaya niyeti olmadığı hâlde alacakmış gibi malın fiyatını yükseltmek.
Abdullah bin Ömer şöyle rivâyet etmiştir: "Şüphesiz ki, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem neceşten men etmiştir. (Müslim)
İki kişi bir malın fiyatında uyuşmuş iken, neceş yapmak mekrûhtur. (İbn-i Âbidîn)
NECİYYULLAH:
Allahü teâlâ tarafından tûfandan kurtarılan mânâsına Nûh aleyhisselâmın lakabı.
Tufândan önce, Allahü teâlânın emri ile bütün ehlî, vahşî ve yırtıcı hayvanlar hazret-i Nûh'un huzûrunda toplandı. Bunların toplanmasıyla çok büyük izdihâm, kalabalık meydana geldi. Hayvanların herbiri: "Bizi al yâ neciyyallah!" diye yalvarır, gemiye binebilmek için yarış ederdi. Nûh aleyhisselâm sağ elini uzatınca aynı cins hayvanın erkeğini, sol elini uzatınca da dişisini alırdı. (Sa'lebî, Kisâî)
NECM SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin elli üçüncü sûresi.
Necm sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Altmış iki âyet-i kerîmedir. İlk âyetinde geçen ve yıldız mânâsına gelen Necm kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûrede; mîrâc mûcizesi, putların uydurma ilâhlar olduğu, Allahü teâlâdan yüz çevirip, dünyâya kul ola nlara îtibâr etmemek gerektiği, büyük günâhlardan ve ahlâksızlıklardan kaçanları Allahü teâlânın mağfiret edeceği, günahlarını bağışlayacağı bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Taberî, Kurtubî)
Allahü teâlâ Necm sûresinde meâlen buyuruyor ki:
İnsan için (âhirette) , ancak dünyâda) ihlâsla (Allah rızâsı için) işlediği sâlih amelleri ve niyeti fayda verir. (Âyet: 39)
Kim Necm sûresini okursa, Mekke'de Muhammed'i (aleyhisselâm) tasdîk ve inkâr edenlerin adedidin on katı sevâb verilir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
NECS (Necis, Neces):
Dînen temiz olmayan, pis, murdar.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Ey îmân edenler! Müşrikler (kâfirler) ancak bir necestir. Onun için bu yıllardan sonra onlar Mescid-i Harâm'a (Kâbe-i muazzama ve çevresine) yaklaşmasınlar. (Tevbe sûresi: 28)
Müşriklerin kendileri (bedenleri) necs olsaydı, îmân edince temiz olmamaları lâzım gelirdi. O hâlde onlara neces denilmesi, kalblerinin neces olduğunu bildirmek içindir. Îmân edince bu neceslik gider, temiz olurlar. Îtikâdlarının (inançlarının) kalbl erinin pis olması, bedenlerinin pis olması demek değildir. (Ahmed Fârûkî)
Hınzırdan başka her hayvan diri iken temizdir. Ölünce necs olurlar. Hınzırın derisi ve her parçası necstir. (M. Zihni Efendi)
Kapalı şişe içinde idrâr taşıyanın namazı câiz olmaz. Çünkü şişe bevlin meydana geldiği yer değildir. Bundan anlaşılıyor ki, cebindeki şişede dirhemden (4 gram 80 santigram) fazla kan, ispirto veya kapalı kutuda kanlı mendil, necs bez varken namaz kı lmak câiz değildir. (İbn-i Âbidîn)
Necâsetin imbiklenmesi ile elde edilen sıvı necstir. Bunun için rakı ve ispirto kaba necs olup, içilmeleri şarap gibi haramdır. (Tahtâvî)
Elbisenin bir yerine necâset bulaşsa, bulaşan yeri unutsa, zan ettiği yeri yıkasa temizlendi kabûl edilir. Yaş ayağı ile necs yerde yürüse, yer kuru ise ayakları necs olmaz. Yer yaş olup ayakları kuru ise, ayakları ıslanırsa necs olurlar. (Abdülganî Nablüsî)
Şıra yâni üzüm suyu temizdir. Şarab hâline dönünce necs olur. (Abdülganî Nablüsî)
Namazı bozanlardan birisi de necs yerde durmak ve secde etmektir. Necs yere temiz şey sererse bozmaz. (Alâüddîn-i Haskefî)
NEFHA:
Üfleme, üfürme. İsrâfil aleyhisselâmın, kıyâmetin kopup insanların öleceği ve tekrar diriltilecekleri zaman, nasıl olduğu bizce bilinmeyen sûra üflemesi.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Sûr'a nefha edileceği o gün (mezarlardan kalkıp, mahşer denilen alana) bölük bölük gelirsiniz. (Nebe' sûresi: 18)
Onların beklediği sâdece bir sayhadır (sûr'a ilk üfürülüştür) ki, onlar (ticârette ve) birbirleriyle çekişip (itişip) dururlarken, kendilerini yakalayıverir. (İşte o zaman) bunlar bir vasiyyette bile bulunamazlar. (Hattâ o vakit, onlar çarşıda ticârette iken) âilelerine dahi dönecek (halde) değildirler (hemen can verirler) . (Bir de kırk yıl sonra ikinci defâ) sûr'a nefholunmuştur. Artık bakarsın ki onlar, kabirlerinden (kalkıp) Rablerine doğru sür'atle giderler. (Yâsîn sûresi: 49-51)
İki nefha arası kırk senedir. Ondan sonra Allahü teâlâ bir yağmur yağdırır ki, dereden nebâtın (bitkinin) bitmesi gibi insanlar hayat bulur (dirilir) . Hâlbuki, kuyruk sokumundaki tek bir kemik hâriç olmak üzere, insanda hiçbir şey kalmamıştır. İşte kıyâmet gününde insanlar, tekrar ondan halk olunacaktır (yaratılacaktır) . (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Kıyâmet günü elbette vardır. O gün, gökler, yıldızlar ve şu üzerinde yaşadığımız erd (yeryüzü), dağlar, denizler ve hayvanlar, nebâtlar (bitkiler) ve mâdenler, hâsılı her şey yok olacaktır. Gökler parçalanacak, yıldızlar dağılacak, yeryüzü, dağlar to z olup savrulacak. Bu yok oluş, sûr'un ilk işâreti ile olacaktır. İkinci nefhasında; her şey tekrar yaratılıp, insanlar mezardan kalkacak, mahşer denilen bir yerde toplanacaktır. (Ahmed Fârûkî)
Nefhat-ül-Ba's:
İsrâfil aleyhisselâmın, nasıl olduğu bizce bilinmeyen ve sûr denilen bir âlete ikinci defâ üflemesiyle bütün canlıların dirilmesi.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Kıyâmetin yok edici sûr'undan sonra, ikinci bir sûr üflenir. Bu sese, bütün beşeriyyet (insanlar) tâbi olur (uyar) . Bu emir ile kalkıp hâzır olurlar. (Zümer sûresi: 62) Bu nefhat-ül-ba's ile bütün mahlûkât (yaratılmışlar) kabirlerinden kalktıkları va kit, görürler ki, dağlar pamuk gibi atılmış, denizlerin suyu çekilmiş, yer ise kendisinde eğrilik ve yükseklik olmayan, dümdüz olmuş bir kâğıt sayfası gibi görünür. (İmâm-ı Gazâlî)
Nefhat-ül-ba's ile, bütün canlıların hepsi bir anda dirilir. Meleklerden en önce diriltilecek olanlar, Allahü teâlâya yakın olan dört mukarreb melektir ki; Cebrâil, Mîkâil, İsrâfil ve Azrâil'dir. İnsanlardan en önce dirilecek olan, Muhammed Mustafâ s allallahü aleyhi ve sellemdir. (Seyyid Alizâde)
Nefhat-ül-Fer':
İsrâfil aleyhisselâmın, kıyâmetin kopacağına yakın, nasıl olduğu bizce bilinmeyen sûr'a birinci defâ üflemesi.
Zamânın sonuna ulaştığı ve yeryüzünde kötülük yapılarak, her yerin, herkesin kötü olduğu vakit, Allahü teâlâ, İsrâfil aleyhisselâma; "Ey İsrâfil! Sûr'a üfle!" buyurur. İsrâfil aleyhisselâm, sûr'a üfler. Bu nefhat-ül-fer'de yeryüzüne zelzele, sarsıntı düşer. Anneler, çocuklarına süt veremez olur. İnsanlar, sarhoş gibi olurlar. Kıyâmetin heybetinden ve Allahü teâlânın azâbının şiddetinden böyle olurlar. Nitekim Allahü teâlâ bu hâlden haber veriyor: "Ey insanlar! Rabbinizden korkun! Şüphe yok ki, o kıyâmet sarsıntısı çok büyük bir şeydir. Onu göreceğiniz gün her emzikli kadın emzirdiğinden geçer ve her yüklü kadın çocuğunu doğurur. İnsanları da hep sarhoş görürsün. Hâlbuki sarhoş değildirler. Fakat Allah'ın azâbı çok şiddetlidir." (Hac sûresi: 1,2) (Muhammed Rebhâmî)
NEFRET:
Tiksinmek, ürküp kaçmak.
Doğru yola kavuşan, hidâyete eren kimsenin nefsi gafletten kurtulup, namazın tadını duymaya, ibâdetlerden zevk almaya başlar. Günâhlardan, haram olan şeylerden, kötü huylardan nefret duyar. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Halktan nefret etmek, insanların kabahatlerini saymakla başlar. Giderek bütün insanlığı küçümsemeye kadar varır. Daha sonra normalin dışına mübâlağaya varan davranışlarıyla eğriyi-doğruyu seçemez olur. (Ahmed Rıfat)
Büyük İslâm âlimlerini tanıyıp onları sevenler, haramlardan nefret ederler. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)