DİNİ SÖZLÜK
TA'AMMÜDEN:
Bilerek, isteyerek, önceden hazırlayarak yapma.
Taammüden adam öldürmek, büyük günâhtır. Mü'mini taammüden öldüren kimse, kâfir olmaz. Mü'min olduğu için öldürürse veya öldürmek helâldir diyerek öldürürse kâfir olur. Îmânı gider. (İbn-i Âbidîn)
TÂ'AT:
İbâdet. Allahü teâlânın beğendiği, râzı olduğu şeyler. Hasene.
Allahü teâlânın râzı olduğu; tâat etmenin tatlı, günâh işlemenin acı gelmesinden anlaşılır. (Muhammed bin Alyân)
Üç şey, üç şeye sebebdir. Tâat, Allahü teâlânın rızâsına, günâh işlemek, Allahü teâlânın gadabına, îmân etmek de şerefli ve kıymetli olmaya sebebdir. (Şerefeddîn Yahyâ Münîrî)
TABAKÂT-I MUHADDİSÎN:
1.Resûlullah efendimizin işleri, sözleri ve hâllerini öğreten hadîs ilmi ile uğraşan İslâm âlimlerinin dereceleri.
2. Hadîs âlimlerini derecelerine göre sıralayıp, hayatlarını ve eserlerini anlatan kitaplar.
TABAKÂT-I MÜFESSİRÎN:
1. Kur'ân-ı kerîmdeki murâd-ı ilâhîyi, yâni kastedilen mânâyı açıklayan tefsîr ilmi ile meşgûl olan İslâm âlimlerinin dereceleri.
Tabakât-ül-müfessirînin birinci derecesinden olan Hülefâ-i râşidîn (dört halîfe; hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer, hazret-i Osman ve hazret-i Ali), İbn-i Abbâs, Câbir bin Abdullah, Enes bin Mâlik, Abdullah bin Mes'ûd, Ebû Hüreyre, hazret-i Âişe ve di ğer Eshâb-ı kirâmdan olan tefsîr bilgilerini Tâbiîn almış ve onlar da talebeleri olan Tebe-i tâbiîne öğreterek kitaplara geçirmişlerdir. (Taşköprüzâde)
2. Tefsîr âlimlerini derecelerine göre sıralayıp, hayatlarını ve eserlerini anlatan kitaplar.
TABAKÂT-ÜL-FUKAHÂ:
1. Fıkıh âlimlerinin tabakası. Helâl ve haramı, emir ve yasakları bildiren fıkıh ilmi ile uğraşan âlimlerin dereceleri.
Tabakât-ül-fukahâ, yedi derece olup, birinci derece, müctehid fiş-şer' (mutlak müctehid); ikinci derece, müctehid fil-mezheb; üçüncü derece, müctehid fil-mes'ele; dördüncü derece, eshâb-ı tahric; beşinci derece, eshâb-ı tercih; altıncı derece eshâb-ı temyîz; yedinci derece, yukarıda bildirilen derecelerdeki hizmetleri yapamayan, ancak önceki derecelerde bulunan âlimlerin kitablarından doğru olarak nakil yapabilen, onları bildiren mukallidler, mutlak müctehidlerden birine bağlı olan âlimler. (Bkz. İlgili maddeler) (İbn-i Kemâl Paşa)
2. Fıkıh âlimlerini derecelerine göre tertîb edip (sıralayıp), hayatlarını ve eserlerini anlatan kitablar.
TABASBUS:
Yaltaklanma, kendini küçülterek beğendirmeye çalışma.
Bir menfaate kavuşmak veya bir zarardan korunmak için tabasbus büyük günahtır. (Muhammed Hâdimî)
İnsanların eline geçenler, Allahü teâlânın lütfu ve ihsânı iledir. Kendi elinde bir şey yoktur. O hâlde dilenciler gibi tabasbus göstermek müslümana yakışmaz. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
TÂBİ:
Uyan.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Ey sevgili peygamberim! Onlara de ki: Eğer Allahü teâlâyı seviyorsanız ve Allahü teâlânın da, sizi sevmesini istiyorsanız, bana tâbi olunuz! Allahü teâlâ bana tâbi olanları sever. (Âl-i İmrân sûresi: 31)
Resûlullah efendimize tâbi olan bir kimsenin, gün ortasında bir parça uyuması, O'na tâbi olmaksızın, birçok geceleri ibâdetle geçirmekten, kat kat daha kıymetlidir. Çünkü, kaylûle yapmak yâni öğleden önce biraz yatmak, Peygamber efendimizin âdet-i şe rîfesi idi. İslâmiyet'e uymayan şeylerin hiçbirisini, Hak teâlâ sevmez, beğenmez. (Ahmed Fârûkî)
İki cihan seâdetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünyâ ve âhiretin efendisi olan Muhammed aleyhisselâma tâbi olmağa bağlıdır. O'na tâbi olmak için, îmân etmek ve dînimizin emir ve yasaklarını öğrenmek ve yapmak lâzımdır. (Ahmed Fârûkî)
Bir mezhebe tâbi olmayanlar ya zındık (kâfir) veya mezhepsiz olurlar. (Hamdullah Decvî)
Ehl-i sünnet, yâni Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olan kimsenin, ibâdetlerini dört hak mezhebden birine tâbi olarak yapması lâzımdır. Dört mezhebden birine tâbi olmayan kimse bid'at sâhibidir. (Tahtâvî, Ahmed Berîlevî)
TABÎB-İ MÜSLİM-İ HÂZIK:
Mütehassıs (uzman) ve açıkça günâh işlemeyen müslüman doktor.
Hasta, hastalığının artmasından veya iyi olmasının gecikmesinden yâhut şiddetli ağrı gelmesinden veya hasta bakıcı hastalanarak, onlara bakamayıp helâk olmalarından korkar ise, oruç tutmayıp sonra kazâ eder. Sağlam kimse, hasta olacağını çok zan eder se ve nehir temizlemek gibi iş yaparken veya devletin emri ile çalışırken, çok sıcak veya soğuk te'siri ile helâk olacağını ve kimsesiz olup hiçbir yerden yardım görmeyen kadın nafakasını kazanmak için çamaşır yıkamak ve yemek pişirmek ile helâk olac ağını çok zannederek anlarsa, oruç tutmaması ve niyetli, oruçlu kimsenin orucunu bozması câiz olur, başka zaman kazâ eder. Çok zannetmek, ölüm alâmetlerini görmekle veya kendi tecrübesi ile yâhut tabîb-i müslim-i hâzıkın haber vermesi ile anlaşılır. Kâfir ve fâsık, yâni büyük günâh işlediği bilinen tabîbe muâyene ve tedâvî câizdir, tedâvî olunabilir. Fakat bunların sözleri ile ibâdet bozulmaz. Orucunu bozarsa, keffâret lâzım olur. (İbn-i Âbidîn)
TABÎÎ İLİMLER:
Fen ilimleri, aklî ilimler.
Din ile tabiî ilimleri karşılaştıracak olursak, hiçbir yerinde bunların birbirinden aykırı bir bilgi vermediğini görürüz. Gerek din, gerek tabiî ilimler, bir muazzam yaratıcı olmadan bu dünyânın kurulamayacağını kabûl ederler. Tabiî ilimlerin bulduğu bütün yenilikler, bu muazzam yaratıcının varlığı ve büyüklüğü hakkında birer vesîkadır. Bâzılarının sandığı gibi, tabiî ilimlerin tuttuğu yol ayrı değildir. Tabiî ilimler, bilâkis dînî inanç ve düşünceleri takviye ederler. (Max Planck)
TÂBİÎN:
Hadîs-i şerîflerle medhedilen, Eshâb-ı kirâmdan sonra gelen şerefli nesil. Eshâb-ı kirâmı görüp, onların sohbetinde bulunanlar. (Bkz. Eshâb-ı Kirâm)
Eshâb-ı kirâm ile Tâbiînin îmânları hep aynı idi. İnanışları arasında hiç fark yoktu. Şimdi yeryüzünde bulunan müslümanların çoğu Ehl-i sünnet mezhebindedirler, yâni Resûlullah efendimiz ve Eshâbının yolundadırlar. Ehl-i sünnet îtikâdını ortaya koyan , Resûlullah efendimizdir. Îmân bilgilerini Eshâb-ı kirâm bu kaynaktan aldılar. Tâbiîn-i ızâm da, bu bilgileri Eshâb-ı kirâmdan öğrendiler. Daha sonra gelenler, bunlardan öğrendiler. Böylece, Ehl-i sünnet bilgileri bizlere İslâm âlimlerinin kitaplarından nakil yoluyla geldi. (İbn-i Halîfe Alîvî)
TABÎ'İYYECİLER (Tabî'iyyûn):
Canlılarda ve cansızlardaki, akıllara hayret veren intizâmı (düzeni) ve incelikleri görerek, bir yaratanın varlığını söylemekle berâber; öldükten sonra tekrar dirilmeği, âhireti, Cennet'i ve Cehennem'i inkâr edenler (red edip, kabûl etmeyen, inanmaya nlar).
Kendilerini akıllı, ilim adamı ve hiç yanılmaz sanan dinsizlerden biri de tabî'iyyecilerdir. (İmâm-ı Gazâlî)
İslâm âlimleri, kitaplarında, tabî'iyyecilerin ve maddîcilerin, Allahü teâlânın varlığına inanmayıp; "Âlem böyle kendiliğinden gelmiş ve böyle gidecektir" diyen dinsizlerin sözlerini ve müslüman olmayanların, İslâmiyet'e sokmak istedikleri uydurmalar ı, delîller ve tartışmalar ile reddederek hepsini susturmuşlar, din düşmanlarının hazırladıkları fitne ve fesâd ateşlerini söndürmüşlerdir. Îmân edilmesi lâzım gelen şeyleri birer birer ve açıkça yazmışlar, bir taraftan da, bütün dünyâda olmuş ve kıyâmete kadar olacak her hâdise ve hareketin şer'î (dînî) hükümlerini pek doğru olarak, insanlığın önüne koymuşlardır. (S.Abdülhakîm Arvâsî)
TÂBÛT-İ SEKÎNE:
İsrâiloğullarının, içinde mukaddes emânetleri sakladıkları ve Mûsâ aleyhisselâmdan beri nakledilerek gelen altın kaplamalı sandık.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Nebîleri (İşmoil aleyhisselâm) onlara; hükümdârlığının açık alâmeti size o tâbûtu (Tâbût-ı sekîneyi) getirmesidir ki, içinde Rabiniz tarafından size sekînet (gönül rahatlığı) ve Âl-i Mûsâ ve Hârûn'un (aleyhimesselâm) geriye bıraktıklarından bir bakiyye (Tevrât levhâları ve kıymetli eşyâlar) vardır. Melekler onu yükleyip getirecektir. Elbette bunda (Tâbût-i sekînenin size getirilmesinde) size kat'î bir alâmet (ve ibret, size söylediğimin doğruluğuna kat'î bir delîl) vardır. Eğer îmân etmiş kimselerseniz." dedi. (Bekara sûresi: 248)
İçerisinde Tevrât-ı şerîf, Tevrât'ın nâzil olduğu levhalar, Mûsâ aleyhisselâmın asâsı, elbisesi, Tih sahrasında İsrâiloğullarına gökten inen men'den (kudret helvası) bir miktâr, Hârûn aleyhisselâmın sarığı gibi mukaddes emânetlerin bulunduğu Tâbût-i sekîne İsrâiloğulları için birlik, berâberlik ve râhat yaşama vesîlesi idi. Hükümdârın muhâfazası altında bulunurdu. İsrâiloğulları Tâbût-i sekînenin ellerinden gitmesine çok üzülürlerdi. İşmoil aleyhisselâm İsrâiloğullarına peygamber gönderilmeden önce Amâlika kavmi onlara musallat olmuş, İsrâiloğullarını mağlûb etmiş, Tâbût-i sekîneyi almışlardı. İşmoil aleyhisselâm peygamber gönderildikten sonra, Allahü teâlâya İsrâiloğullarının üzerine bir hükümdâr göndermesi için duâ etti. Allahü teâlâ onun duâsını kabûl buyurup, İsrâiloğullarına hükümdar olarak Tâlût'un tâyin edildiğini vahiyle bildirdi. Tâlût zamânında Tâbût-u sekîne, Amâlikalılardan İsrâiloğullarının eline geçti. (İbn-ül-Esîr, Taberî)
TA'DÎL-İ ERKÂN:
Namazda rükûda, secdelerde, kavmede (rükûdan kalktıktan sonra ayakta durmada) ve celsede (iki secde arasında oturmada) her âzâ hareketsiz olduktan sonra bir miktar durmak. (Bkz. Tumânînet)
Ta'dîl-i erkân, İmâm-ı a'zam ile İmâm-ı Muhammed'e göre vâcibdir. Fakat İmâm-ı Ebû Yûsuf'a göre farz olduğundan buna riâyet edilmeyince, namaz fâsid olur. (İbn-i Âbidîn)
Bir kimse, terk edilmiş, unutulmuş bir sünneti meydana çıkarırsa, yüz şehîd sevâbı kazanır. Ya bir farzı veya vâcibi meydana çıkarmanın sevâbı ne kadar çok olur. O hâlde namazda tâdil-i erkâna dikkat etmelidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Vaktin kıymetini bil! Gece-gündüz ilim öğrenmeye çalış! Her zaman abdestli bulun! Beş vakit namazı, sünnetleri ile ta'dil-i erkân ile, huzûr ile şerîatin sâhibinin bildirdiği gibi kılmaya çalış! Bunları yapınca, dünyâ ve âhirette sayısız nîmetlere ka vuşursun. (Abdülkuddûs)
Ta'dîl-i erkânın terkinden meydana gelen zarardan bâzıları şunlardır:
1) Fakirliğe sebeb olur.
2) Namaz kıldığı yer, kıyâmet gününde aleyhine şehâdet eder.
3) O namazın tekrar kılınması vâcib olur.
4) Namazın hırsızı olur.
5) Şeytanı sevindirmiş olur.
6) Sağında ve solunda olan meleklere eziyyet etmiş olur.
7) Peygamber efendimizi üzmüş olur. (Kutbüddîn-i İznikî)
TAFDÎLİYYE:
Şîanın kollarından biri. Hazret-i Ali'yi sevdiklerini söyleyip, diğer Eshâb-ı kirâmı kötüleyen bozuk fırka.
Eshâb-ı kirâma iftirâ edenler, üç grupta toplanmaktadır. Birincisi, Tafdîliyye. İkincisi Seb'iyye olup; Eshâb-ı kirâmdan birkaçından başkası zâlim, kâfir oldular diyerek bunları sebbediyorlar. Yâni kötülüyorlar. Üçüncüsü Gulât, hazret-i Ali tanrıdır diyorlar. Bunlar ibâdet etmezler. (Abdülazîz Dehlevî)
Şiîlerin hîlelerinden biri de şudur: Eshâb-ı kirâmı kötüleyen kitapları, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitapları gibi göstererek, câhilleri aldattılar. Meselâ Keşşâf tefsîrinin sâhibi Zemahşerî, Tafdîliyye mezhebine mensuptur. Ahtab Hârezmî azgın bir Zeyd îdir. Nehcülbelâğa kitabını şerh eden İbn-i Ebü'l-Hadîd Mu'tezilîdir. (Mahmûd Âlûsî)
TAFSÎLÎ ÎMÂN:
Îmân edilecek hususlara genişçe, delîlerini bilerek ve ayrı ayrı inanmak. (Bkz. Îmân)
Tafsîlî îmânın dereceleri vardır.Rabbim Allahü teâlâdır, peygamberim Muhammed aleyhisselâmdır, dînim İslâm dînidir, kitâbım Kur'ân-ı kerîmdir, kıblem Kâbe-i şerîftir, îtikâdda mezhebim Ehl-i sünnet vel-cemâattir diyerek, her husûsa ayrı ayrı ve delîl lerini bilerek îmân etmek, dil ile söyleyip kalb ile tasdîk etmek tafsîlî îmândır. (Kutbüddîn-i İznikî)
TAĞRÎR:
Yalan söyleyerek aldatma.
Tağrîr olunan kimse, bey'i (satışı) feshedebilir, bozabilir. Sarraflıkta piyasadaki fiyatların en yükseğinden, yüzde iki buçuk ve daha fazlası kadar yüksek fiyatla satın alarak aldanmağa "Gaben-i fâhiş" (çok aldanmak) denir. Bu miktâr urûz için, yâni hayvandan başka menkûl (taşınabilir) mallar için yüzde beş, hayvan için yüzde on, binâ için yüzde yirmidir. Bu miktârlardan az olan aldanmağa, "Gaben-i yesîr" (az aldanmak) denir. Meselâ bâyi', bu mala, şu kadar lira veren oldu deyip satsa, piyasadaki en yüksek değerinden fâhiş aldanma kadar fazla olduğu ve başkasının o kadar lira vermediği anlaşılsa, müşteri bey'i (alış-verişi) fesh edebilir, bozabilir. (Mecelle)
TÂĞÛT:
Allahü teâlânın emir ve yasaklarına karşı gelen ve ibâdetten alıkoyan şeytânî varlık ve güçler.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Îmân edenler Allah yolunda cihâd ederler, küfredenler ise tâğût yolunda savaşırlar. (Nisâ sûresi: 76)
Dinde zorlama yoktur. Hakîkat, îmân ile küfr apaçık meydana çıkmıştır. Artık kim tâğûtu tanımayıp da Allah'a îmân ederse o, muhakkak ki kopması (mümkün) olmayan en sağlam kulpa yapışmıştır. Allah hakkıyla işitici, (her şeyi) kemâliyle bilicidir. (Bekara sûresi: 256)
Allahü teâlânın indirdiği hükümlere mukâbil olmak ve onların yerine geçmek üzere hükümler koyan her varlık tâğûttur. (Muhammed ibni Cerîr)
TAHÂRET:
Necâset denilen yâni maddeten pis olan şeylerden ve hades denilen hükmî ve mânevî pisliklerden (abdestsizlik, cünüplük, kadınlar için hayz ve nifas hâllerinden) su ile abdest alarak, su yoksa, toprak ve toprak cinsinden şeylerle teyemmün ederek yapıl an temizlik (Bkz. Necâset, Hades). Temiz olana tâhir, temizleyiciye de mutahhir, tahûr denilir.
Tahâret îmânın yarısıdır. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Necâsetten tahâret, bedende, elbisede ve namaz kılacak yerde pislik bulunmamaktır. (Halebî)
Özür olmadıkça sağ el ile tahâretlenmemelidir. (Halebî)
Su olmadığı zaman, gıdâ maddesi ile, gübre ile, kemik ile, hayvan gıdâsı ile, kömür ile ve başkasının malı ile, saksı, kiremit parçası ile, kamış ile ve yaprak ile ve bez ile, kâğıt ile tahâretlenmek mekruhtur. (Halebî)
Taş ve benzeri şeyler ile tahâretlenmek su yerine geçer. (Halebî)
İki eli çolak olan tahâretlenemez. Kolları toprağa, yüzünü duvara sürerek teyemmüm eder (Namazı terk etmez). (Halebî)
Tahâret-i Kâmile:
Tam temizlik. Abdest veya boy abdesti alınarak yapılan temizlik.
Özür sâhibi, özre sebeb olan şeyi durduğu zaman, abdest alıp, o şey tekrar başlamadan önce, mestlerini giyse tahâret-i kâmile ile giymiş olup, yirmi dört saat mesh eder. (Şeyhülislâm Yahyâ Efendi)
TÂHİR:
Temiz.
Mü'min tayyib (güzel, hoş) ve tâhirdir. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
TAHKÎR ETMEK:
Hor görmek, kötülemek, aşağılamak, birine veya bir şeye söz ve hareketle hakâret etmek, saygı ve hürmet gösterilmesi, üstün tutulması lâzım olan şeyleri aşağı tutmak, saygısızlık etmek.
İnsanın îmânının gitmesine, dinden çıkmasına sebeb olan şeylerden biri de dînen tâzim edilmesi (hürmet gösterilmesi) lâzım olan şeyleri tahkîr etmek ve tahkîr edilmesi lâzım olan şeyleri tâzim etmektir. (İbn-i Âbidîn)
Allahü teâlânın peygamberini, İslâm âlimlerini, evliyâyı, fıkıh kitablarını ve fetvâları (âlimlerin dînî süâllere verdikleri cevabları) tâzim edecek iken tahkîr etmek, dinden çıkmaya sebeb olur. Kâfirlerin dînî âyinlerini beğenmek, zarûret yok iken z ünnâr kuşanmak ve küfür alâmetlerini kullanmak da böyledir. (Kutbüddîn-i İznikî)
TAHLÎF:
Yemin vermek. Mahkemede iki hasımdan birine yemîn ettirmek. (Bkz. Half, Yemîn)
TAHLÎL ETMEK:
Abdest alırken el ve ayak parmakları arasına sol, sakalın sarkan kısmının içine ise sağ elin yaş parmaklarını tarak gibi sokarak karıştırmak. (Bkz. Hilâllemek)
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) abdest aldıklarında, bir avuç su ile çeneleri altından sakallarını tahlîl eder ve şöyle buyururlardı: "Rabbim bana böylece emretti" (Hazret-i Enes bin Mâlik)
TAHLİYE:
1. Süslemek.
Tasavvuf ehlinin yolu, ilim ve amel ile tamam olur. İlimlerinin özü nefsin ortaya koyduğu mânileri yenmek, kötü huylardan uzaklaşmak, böylece, kalbden mâsivâyı (Allahü teâlâdan başka her şeyi) çıkararak onu Allahü teâlânın zikri ile tahliye etmektir. (İmâm-ı Gazâlî)
2. Boşaltmak.
TAHMÎD:
"Elhamdülillah" demek. "Hamd, şükür Allahü teâlâya mahsûstur" mânâsına "Elhamdülillah" sözü ve benzerleri.
Farz namazdan sonra otuz üç tesbîh (sübhânallah) otuz üç tahmîd, otuz üç tekbîr (Allahü ekber) ve bir de tehlîl (Lâ ilâhe illallahü vahdehü lâ şerîke leh, lehül mülkü ve lehül-hamdü yuhyî ve yümît ve hüve alâ külli şey'in kadîr) söyleyiniz. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî, Sahîh-i Müslim)
Onlar ki, Allahü teâlânın celâlini (büyüklüğünü) zikr eder, O'nu tesbîh, tekbîr ve tahmîd eder. (Yâni sübhânallah, Elhamdülillah ve Allahü ekber derler). Bunların tesbîh ve tahmîdleri, Arş-ı a'zamın etrâfını dolaşır, arı vızıltısı gibi ses çıkararak sâhiblerini ararlar. Allah katında dâimâ zikredilmeyi ve zikre vesîle olan şeyin kaybolmamasını sevmez misiniz? (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Namazların sonunda, tesbih, tahmîd ve tekbirleri okumak, sonra duâ etmek ve duâ ederken iki eli kaldırmak müstehâbdır. Peygamber efendimiz, farzı kılınca! "Allahümme entesselâm ve minkesselâm tebârekte yâ zel celâli velikrâm" diyecek kadar oturup, fa zla oturmaz, hemen sünnet kılardı. Âyet-el-kürsî ile tesbîhâtı yâni tesbîh, tahmîd ve tekbîri, farz ile sünnet arasında okumazdı. Bunları, sünnetten sonra okumak, farzdan sonra okumak sevâbını hâsıl eder. (Şernblâlî, Tahtâvî)
Tesbîh, tahmîd, tekbîr, Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîf ve Allahü teâlânın emir ve yasaklarını, dînî hükümlerini bildiren fıkıh kitablarını okumak çok sevâbdır. (Abdullah-i Mûsulî)
TAHRÎC:
Çıkarma, meydana koyma; hadîs-i şerîflerin kaynağını, nasıl geldiklerini, kimlerin naklettiklerini, sahih ve zayıflık gibi derecelerini bulup gösterme, bildirme işi.
Hadîs âlimlerinden Irâkî, İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin İhyâu ulûmiddîn isimli kıymetli eserindeki hadîslerin tahrîcini yapmıştır. (Kâtib Çelebi)
TAHRÎF:
Bozma, değiştirme.
Kur'ân-ı kerîmi güzel sesle ve tecvîd kâidelerine uyarak okumalıdır. Harfleri kelimeleri tahrîf ederek, tegannî etmek (mûsikî perdelerine uydurmak) harâmdır. Harfler bozulmazsa mekrûh olur. (İbrâhim Halebî)
Şu anda dünyâda semâvî kitâbı olan üç din vardır. Mûsevîlik, hıristiyanlık ve İslâmiyet. Mûsâ aleyhisselâma Tevrât, Îsâ aleyhisselâma İncîl indirilmiş idi. Mûsevîler Mûsâ aleyhisselâmın, hıristiyanlar da Îsâ aleyhisselâmın getirdikleri dinlere tâbi o lduklarını söylerler. Fakat mûsevîler Tevrât'ı, hıristiyanlar ise İncîl'i tahrif etmişler, kendi görüş ve düşüncelerine göre değiştirmişlerdir. Halbuki İslâm dîni tahrîf edilmemiş, kıyâmete kadar da tahrîf edilemeyecektir. (Harputlu İshâk Efendi)
İslâm dîni bütün peygamberleri aleyhimüsselâm tanır ve hepsine îmân etmeyi emr eder. Esâsen eski din kitablarında ve hakîkî İncîl'de son peygamber olan Muhammed aleyhisselâmın geleceği bildirilmişti. Fakat yahûdîler ve hıristiyanlar kitablarını tahrî f ederek, Muhammed aleyhisselâmın geleceğini bildiren haberleri değiştirmişlerdir. (Rahmetullah Efendi)
TAHRÎM SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin altmış altıncı sûresi.
Tahrîm sûresi on iki âyet-i kerîmedir. Medîne-i münevverede nâzil oldu (indi). Bu sûrede; bütün mü'minlerin, emri altında olanları Cehennem'e götürecek davranışlardan korumaları, âhirette kâfirlerin özür bahâne ileri sürmelerinin fayda sağlamayacağı, mü'minlerin tövbe-i nasûh (bir daha günâha dönmemek üzere kesin tövbe) etmeleri gibi konular bildirilmektedir. (Ayntablı Muhammed Efendi, Senâullah Dehlevî, Râzî)
Tahrîm sûresinde meâlen buyruldu ki:
Ey îmân edenler! Kendinizi ve âilenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. (Âyet: 6)
Ey kâfirler! Bugün özür bahâne ileri sürmeyin. Siz ancak işlediklerinizin cezâsını çekeceksiniz denilir. (Âyet: 7)
Kim Tahrîm sûresini okursa, Allahü teâlâ ona Tevbe-i nasûh ihsân eder. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî)
TAHRÎME TEKBÎRİ:
Namaza Allahü ekber diyerek başlama; iftitâh tekbîri. (Bkz. İftitâh Tekbîri)
Tahrime tekbîri farzdır. Namazın şartlarındandır. Başka kelime söylemekle olmaz. (İbn-i Âbidîn)
Tahrime tekbîri üç şeyle tamam olur: 1-Erkekler ellerini kulağına kaldırmakla (kadınlar, iki ellerini omuz hizâsına kaldırır, sağ el sol el üstünde olarak göğse kor). 2-Tekbîri ta'zim (hürmet) üzere almakla. 3-Kalben uyanık ve hâzır olmakla. (Kutbüddîn-i İznikî)
Tahrime tekbîri, AAAllahü ekbaar gibi uzun söylenirse, namaz sahîh (mûteber, geçerli) olmaz. İmâmdan önce, ekber denirse, namaza başlanmış olmaz. (Molla Hüsrev)
TAHRÎMEN MEKRÛH:
Kur'ân-ı kerîmdeki ve hadîs-i şerîfteki delîlinden zan ile anlaşılan yasak. Harama yakın olan fiil, iş. (Bkz. Mekrûh)
Dinde vâcib ve sünnet-i müekkede olan emirleri kasden, bilerek ve özürsüz terk etmek tahrîmen mekruhtur. Günâhı, harama yakındır. Tahrîmen mekrûhu bilerek işleyen âsî ve günahkâr olur. Tövbe etmezse, Cehennem'e gitmesine sebeb olur. Tahrîmen mekrûh i şlenerek kılınan namazın iâdesi vâcibdir, mutlaka lâzımdır. Eğer unutarak işlerse, sehv (unutma) secdesi yapar. (İbn-i Âbidîn)
Tahrîmen mekrûhu işlemek, küçük günâh olur. (Tahtâvî)
Abdest bozarken kıbleye önünü ve arkasını dönmek mekruhtur. (Halebî)
TAHSÎL-İ İRFAN:
1.Tasavvuf bilgilerini elde etme, öğrenme. Edeler dâimâ tahsîl-i irfân Olalar her biri, bir kâmil insan.
(Muallim Receb Efendi)
2. İlim ve tecrübe netîcesinde bilgi edinme.
TÂİB:
Tövbe eden, günahlarına pişmân olan.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ tâibleri ve (fevâhişten yâni pislik ve günâhlardan) temizlenenleri sever. (Bekara sûresi: 222)
Cenâb-ı Hakk'a, tâib gençten daha sevgilisi yoktur." (Hadîs-i şerîf-Miftâh-un-Necât)
Günahtan tâib, sanki hiç günâh işlememiş gibidir. (Hadîs-i şerîf-Keşf-ül-Hafâ)
Tâiblerin makâmı, bütün makamların en fazîletlisi ve üstünüdür. Hakîki tâib, cenâb-ı Hak katında (indinde) bütün halkın en azîzi, en kıymetlisi ve en sevgilisidir. (Ahmed-i Nâmıkî Câmî)
Şeytan, nâfile ibâdetleri teşvîk ederken, tâibe farzları yapmayı unutturur. Ey insanlar kendi hâllerinizi gözetiniz. Şeytan birçok kimseyi yoldan çıkarmaya çalışmaktadır. Tâib, her vakit için yeni abdest almalıdır ki, şeytan ondan kaçsın ve onun ibâd ete meyli artsın. (Ahmed-i Nâmıkî Câmî)
Tâibin, hiçbir nefesini zâyi etmemesi gerekir. Kendi gönül kıblesini, kötü işlerine bakmaya yöneltip, "Ne yaptım?Niye söyledim?" gibi düşüncelerle ve insaf gözüyle hareket etmelidir. (Ahmed-i Nâmıkî Câmî)
TAKDÎM VE TE'HÎR:
İkindi namazını öğle namazı ile veya öğleyi ikindi ile ve yatsı namazını akşam namazı ile veya akşamı yatsı ile birleştirerek kılmak.
Takdîm ve te'hir, Hanefî mezhebinde hac sırasında Arafât'ta ve Müzdelife'de; Mâlikî'de ve Şâfiî mezhebinde seferde (yolculukta); Hanbelî mezhebinde ise, özür sebebiyle yapılabilir. (Abdurrahmân Cezîrî)
Hanefî mezhebinde olan bir kimse yolculuk esnâsında, diğer üç mezhebi taklid ederek (vâsıta durduğu zaman) takdim ve te'hir ile namazlarını kılabilir. (İbn-i Âbidîn, Şernblâlî)
TAKDÎR:
Ölçme, değer biçme, değer verme, tâyin etme. Allahü teâlânın, olacak hâdiseleri ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilmi) ile bilip tâyin etmesi. (Bkz. Kazâ ve Kader)
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
O, gece karanlığından sabahı yarıp çıkarandır. Geceyi de istirâhat için, güneşi ve ayı da vakitler için bir hesâb olarak yarattı. İşte bütün bunlar mutlak gâlib olan (her şeyi) kemâliyle bilen Allahü teâlânın takdîridir. (En'âm sûresi: 96)
O Allah ki, göklerin ve yerin tasarrufu hep O'nundur. Hiçbir çocuk edinmemiştir. Mülkünde de O'nun hiçbir ortağı yoktur. Her şeyi yarattı ona bir nizâm verdi. Onun mukadderâtını takdîr buyurdu. (Furkân sûresi: 2)
Dünyâda olacak herşey, dünyâ yaratılmadan önce ezelde Levh-i mahfûza yazılmış, takdîr edilmiştir. Bunu size bildiriyoruz ki, hayatta kaçırdığınız fırsatlar için üzülmeyesiniz ve kavuştuğunuz kazançlardan, Allah'ın gönderdiği nîmetlerden mağrur olmayasınız, Allahü teâlâ kibirli olanları ve bencilleri sevmez. (Hadîd sûresi: 22)
İbâdet yapınız. Herkese ezelde takdîr edilmiş olan şeyi yapmak kolay olur. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Allahü teâlâ ezelde her varlığın kaderini takdir buyurmuştur. Fakat bir kimseye kendisi için ezelde takdîr edilmiş olan şeyi yapmak kolay olur. Meselâ açlıktan, hastalıktan ölmesi ezelde takdîr edilmiş olana gıdâ ve ilâc almak nasîb olmaz. Zengin olm ası ezelde takdîr edilmiş olana kazanç yolları açılır. Doğuda ölmesi takdîr edilmiş olana batıya giden yollar kapanır. (Şerefüddîn Ahmed bin Yahyâ Münîrî)
İnsan tedbir alır, sebeblere yapışır, takdîri bilmez. Allah'ın takdîri, kulun tedbîri ile değişmez. (İmâm-ı Rabbânî)
Takdîr-i İlâhî:
Allahü teâlânın, olacak hâdiseleri ezelde ilm-i ezelîsi ile bilip tâyin etmesi. (Bkz. Takdîr)
TAKIYYE:
İdâre, korunmak, sakınmak; iki yüzlülük; sevmediği kimse ile dost geçinmek. Bir kimsenin hakîkatte sâhib olduğu görüş ve inancını saklaması. Bozuk fırkaların, özellikle şiîlerin bozuk inanışlarını gizleyerek, kendilerinin Ehl-i sünnet (Peygamber efen dimizin ve Eshâbının) yolunda olduklarını söylemeleri.
Şevkânî'nin birkaç kitabı meselâ İrşâd-ül-fuhûl kitabı uzun incelenirse, onun takıyye yaptığı görülür. Yâni şîanın kollarından olan Zeydî fırkasından olduğunu saklamakta, kendisini Ehl-i sünnet olarak tanıtmaktadır. Çünkü şiîlerin, Ehl-i sünnet arası nda bulununca, takıyye yapmaları farz imiş. (M. Sıddîk Gümüş)
Ehl-i sünnet îtikâdından ayrılmış olan bozuk fırkalar, korkudan saklanmış veya takıyye yapmışlardır. Bu halleri de onların bid'at sâhibi olduklarını göstermektedir. (Şah Veliyyullah-i Dehlevî)
Şiîler, Peygamber efendimizin vefâtından sonra hazret-i Ali'nin Fedek bahçesini almamasının takıyye için olduğunu söylediler. Şiîlerin takıyye yapması lâzımdır dediler. Şiîlerin bu sözleri bozuktur. Çünkü şiîlere göre imâm meydana çıkıp harb etmeye b aşlayınca, takıyye yapması haram olurmuş. Bunun içindir ki, hazret-i Hüseyin takıyye yapmadı. Hazret-i Ali halîfe iken takıyye yaptı demeleri, haram işledi demek sûretiyle iftirâ etmek olur. (Abdülazîz Dehlevî)
Şîanın isnâ aşeriyye (on ikiciler) veya imâmiyye adlarıyla bilinen kolunun îmân esaslarından birisi de takıyye yapmaktır. Müslümanlara karşı takıyye yapmak gerektiğine inanmak, Ehl-i sünnet îtikâdına uymamaktadır. (Şehristânî)
TAKLÎD:
1. İnanılacak şeylerde düşünmeden, anlamadan, yalnız başkasından işiterek, görerek inanma, îmân etme.
Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğuna göre taklîd ile inananın îmânı sahîhtir, doğrudur. Yâni o kimse, mü'mindir, müslümandır. Ancak istidlâlî yâni düşünerek, anlayarak inanmayı terk ettiği için günâhkârdır.
2. Amelde yâni yapılacak işlerde delîlini araştırmadan bir müctehidin ictihâdlarına (mezhebine) uyma, bağlanma.
Kur'ân-ı kerîmde; "Bilenlerden sorun" buyruldu. Bunun için müctehide sormak, bir mezhebi taklîd etmek, bağlanmak vâcib oldu. Bir mezhebi taklîd etmek, o mezhebde olduğunu söylemekle olur. Söylemeksizin kalb ile niyyet ederek de olur. Mezhebe uymak, m ezheb imâmının sözlerini okuyup öğrenip, yapmak demektir. Öğrenmeden, bilmeden ben Hanefîyim, Şâfiîyim demekle o mezhebe girilmiş olmaz. Böyle olanlar, hocalara sorarak, ilmihâl kitablarından öğrenerek ibâdet yapmalıdır. (İbn-i Âbidîn)
Müctehîd olmayanların dört mezhebden birini taklîd etmeleri lâzımdır. Dört mezhebden birine uymayan iş bâtıldır. Dört mezhebden başkasını taklîd etmek câiz değildir. Bugün Muhammed aleyhisselâmın dînine uymak bu dört mezhebden birini taklîd etmekle o lur. Mes'elelerin, delîllerini bilmek lâzım değildir. Delîlini anlamak müctehidin vazîfesidir. Bir mezhebi taklîd eden, bağlanan için delîl, mezheb imâmının sözleridir. (Abdülganî Nablüsî)
Herkes dört hak mezhebden kendine kolay gelen mezhebi seçer. Onun kitablarını okur, öğrenir. Her işini bu mezhebe uygun yapar. O mezhebi taklîd etmiş olur. O mezhebden olur. Herkese anasından, babasından işittiğini, gördüğünü öğrenmek kolay geleceği için, müslümanlar, analarının-babalarının mezhebinde olmaktadır. Bir mezhebden çıkıp diğerine girmek câiz ise de, yenisini öğrenmek için senelerce çalışmak lâzım olur ve önceki mezhebini öğrenmek için yaptığı çalışmaları boşuna gitmiş olur. Hem de es kileri ile yeni bilgileri karıştırarak şaşırabilir. Bunun için fıkıh âlimleri, câhillerin (fıkıh bilgisi olmayanların) başka mezhebi taklîd etmelerini men etmişler, harâc, meşakkat olmadıkça mezheb taklid etmelerine izin vermemişlerdir. Bir mezhebi beğenmiyerek ondan çıkmak hiç câiz olmaz. Çünkü Selef-i sâlihîni techîl etmek (câhil bilmek), beğenmemek küfr olur. (Muhammed Hasen Fârûkî, Abdurrahmân Silhetî)
3. Kendi mezhebine göre yapmasında harâc (meşakkat) veya zarûret bulunan bir şeyi yapabilmek için bu işi başka mezhebin şartlarına uyarak yapmak.
Kendi mezhebinde yapamadığı bir işi başka mezhebi taklîd ederek yaptığında o mezhebde bu iş için olan farzları, vâcibleri de yapması, müfsidlerinden (o şeyi bozan şeylerden), haramlarından sakınması lâzımdır. Bunun için o mezhebdeki lâzım olan şeyler i de öğrenmesi gerekir. (Abdülganî Nablüsî, Abdurrahmân Silhetî)
Taklîdî Îmân:
İnanılacak şeylerde düşünmeden anlamadan, yalnız başkasından işiterek inanma, îmân etme. (Bkz. Îmân)
TAKRÎR:
Anlatma, anlatım, bir âlimin kitâbdan okuyarak îzâh ve açıklamalarda bulunması.
Pâdişâhın huzûrunda yapılan huzur dersleri; Ramazan ayının ilk gününden başlamak ve sekiz derste sona ermek üzere, "mukarrir" adı verilen zamânın tanınmış âlimleri tarafından takrîr olunurdu. (Abdurrahmân Şeref)
TAKRÎRÎ SÜNNET:
Peygamber efendimizin, görüp de mâni olmadığı şeyler. (Bkz. Sünnet)
TAKSÎRÂT:
Günâhlar, kabahatlar, kusûrlar.
Bâzı kimseler Allahü teâlânın emrettiği ibâdetleri îfâ ediyorsa (yerine getiriyorsa) da, diğer taraftan nehy (yasak) ettiği şeylerden kendilerini alamayarak, günâh işlemekten vazgeçmezler. Bu gibilerin, tâatleri îfâ ettikleri için, kulluk yapmakta ta ksirâtları yok ise de, günâh bataklığına atıldıklarından dolayı da Allahü teâlânın emirlerine karşı gelmekle cezâlandırılmaktan kurtulamazlar. (İmâm-ı Mâverdî)
TAKSİT:
Bir borcun belli zamanlarda ödenmesi.
Taksitle satışın câiz olması için, taksit ödeme târihlerinin ve her taksitte ödenecek miktarların belli olmaları lâzımdır. Eline geçtikçe verirsin, ne zaman verirsen ver şekliyle taksitle satış sahîh (mûteber, geçerli) olmaz. (Ali Haydar Efendi)
Paranın bir miktârını peşin ve geri kalanını müsâvî (eşit) miktârlarda taksitle ödemek için yâhut peşinsiz hepsini belli zamanlarda müsâvî taksitlerle ödemek için sözleşerek bir şeyi satın almak câizdir. (İbn-i Âbidîn)
Mevcûd parası olan kimsenin taksitle mal almasında mahzûr yoktur. Borcunu taksit zamanlarında ödemesi lâzımdır. Ödünç alınan borcu ise, parası olunca hepsini derhâl ödemesi lâzımdır. (Fetâvây-ı Hindiyye)
TAKTÎR:
Nafakada (yeme-içme, giyme ve meskende) ihtiyaçlarından kısıp, çok mal ve para biriktirmek.
Nafakada yâni yeme-içme, giyinme ve barınacak yerde, zarûret (ölmemek, bir uzvu telef olmamak için lâzım olan şey) miktârına râzı olup, daha çok istememek kanâattir. Güzel huydur. Yoksa mal ve para biriktirmek için bir şey almamak demek değildir. Fak at taktîr ise, kötü bir huy olup, aklın ve İslâmiyet'in beğenmediği bir şeydir. (Muhammed Hâdimî)
TAKVÂ:
Allahü teâlâdan korkarak, haramlardan (yasaklardan, günâhlardan) sakınmak. Harama düşmemek için, şüphelilerden (haram veya helâl olduğu belli olmayan şeylerden) sakınmaya ise verâ denir. Bu bakımdan, haramlardan daha çok sakınma derecesi olan verâ da takvânın mânâsı altına girer. (Bkz. Verâ)
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ o takvâ sâhiplerini sever. (Âl-i İmrân sûresi: 76)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Yâ Rabbî! Bana ilim, hilm, takvâ ve âfiyet ihsân eyle" duâsını çok söylerdi. Duâda geçen ilimden maksad fâideli ilim, yâni îmân, ibâdet, amel ve ahlâk bilgileridir. Hilm ise, yumuşaklık demektir. Âfiy etten murâd; dînin ve îtikâdın, bozuk inançlardan, işlerden, nefsin isteklerinden, kalbin vesvese ve şüphelerinden, bedenin hastalıklarından kurtulmasıdır. (Berîka-Muhammed Hâdimî)
Bütün iyiliklerin temeli takvâdır. (Hâdimî)
Dünyâda felâketlerden, âhirette Cehennem'den, ateşte yanmaktan kurtulmak için iki şey lâzımdır: Emirlere sarılmak, yasaklardan sakınmak! Bu ikisinden en büyüğü, daha lüzumlusu, yasaklardan sakınmak yâni verâ ve takvâdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Verâ ve takvâyı tam yapabilmek için, mübahları lâzım olduğu kadar kullanmalı, zarûret miktârını aşmamalıdır. Bu kadarını kullanırken de, kulluk vazîfelerini yapabilmek için kullanmaya niyyet etmelidir. Bir insan, mübah, yâni dînin izin verdiği şeyler den, her istediğini yapar, mübahları aşırı derecede işlerse, şüpheli şeyleri yapmağa başlar. Şüpheliler ise, haram olanlara yakındır. İnsan, bir gün harama düşebilir. (İmâm-ı Rabbânî)
Takvâ Ehli:
Takvâ sâhibi. Allahü teâlâdan korkarak haramlardan sakınanlar.
Hâli ile sana fayda vermeyen kimseyle arkadaş olma. Takvâ ehlinin, haramlardan kaçanın kölesi, hizmetçisi ol. Onu sev. Belki Allahü teâlâ bu vesîle ile seni onların arasına katar. (Alvân Hamevî)
TAKVÎM:
Zamânı; sene, ay, hafta, gün ve saat gibi sâbit bölümlere ayıran, dînî-millî gün ve bayramları gösteren cetveller.
Ramazân-ı şerîfin birinci gününü anlamakta takvimlere güvenilmemelidir. Çünkü oruç, gökte yeni ayı görmekle olur. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Hilâli görünce oruca başlayınız!" buyurdu. Hâlbuki hilâlin doğması, görmekle değil, hesablad ır ve hesap sahîh (doğru) olup, hilâl hesâbın bildirdiği gece doğar. Fakat, o gece görülmeyip, bir gece sonra görülebilir ve oruca, hilâlin doğduğu gece değil, görüldüğü gece başlamak lâzımdır. Çünkü dînimiz böyle emir buyurmuştur. (İbn-i Âbidîn)
Gökte, Ramazân-ı şerîf hilâlini aramak, bir ibâdettir. Ramazân-ı şerîfin başlangıcını önceden haber vermek, İslâmiyet'i bilmemek alâmetidir. Kurban bayramının birinci günü de, Zilhicce ayının hilâlini görmekle anlaşılır. Zilhicce ayının dokuzuncu Are fe günü, hesâbla, takvîmle anlaşılan gün veya bundan bir gün sonra olur. Bundan bir gün önce olamaz. (M. Sıddîk Gümüş)
Namazın sahîh olması için, vakti girdikten sonra kılınması ve vaktinde kılındığını bilmek şarttır. Vaktin girdiğinde şüpheli olarak kılıp, sonra vaktinde kılmış olduğunu anlarsa, bu namazı sahîh olmaz. Vaktin bilinmesi vakitleri bilen âdil bir müslüm anın okuduğu ezânı işitmekle olur. Ezânı okuyan âdil değil ise (veya âdil müslümanın hazırladığı takvîm yoksa) kendisi vaktin girdiğini araştırıp, kuvvetli zan edince kılmalıdır. (İbn-i Âbidîn)
TALÂK:
Nikâh bağını çözmek; nikâh akdini (sözleşmesini), belli sözlerle derhal veya geleceğe bağlı olarak sona erdirmek. Şer'î (dînî) nikâhta, boşama hakkı olanın, nikâhlı olduğu kişiyi boşaması.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Ey Peygamber (ve O'na ümmet olanlar)! Kadınlara talâk vermek istediğinizde, onlara (âdet hâllerinden) temizlendiklerinde talâk verin ve iddeti (üç hayzdan temizlenme müddetini) sayın. Rabbiniz olan Allah'tan korkun. (Talâk sûresi: 1)
Eğer size itâat ediyorlarsa, artık talâk için yol aramayın. (Nisâ sûresi: 34)
Allahü teâlânın izin verip de yapılmasından hoşnûd olmadığı, beğenmediği şey talâktır. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)
Evleniniz, dînî bir özür bulunmadıkça, talâk vermeyiniz. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Allahü teâlâ talâk kelimesini söylemeğe izin verdiği hâlde söylenmesini hiç beğenmez. Sonu pişmanlık olan bu sözü şaka ile söylemek, keskin kılıç ile oynamaya benzer. Evlilik seâdetini yıkan bu zararlı sözü insanların dillerine almamaları için Allah ü teâlâ bâzı cezâlar koymuştur. (Saideddîn-i Fergânî)
Talâk olması için önce, dînen geçerli olan nikâhın bulunması lâzımdır. İslâm nikâhı bulunmayan iki eş arasında talâk olmaz. Talâk veren erkeğin akıllı, bâliğ (ergenlik çağına, evlenme yaşına ulaşmış) ve uyanık olması lâzımdır. Delinin, çocuğun, bunağ ın, baygının, uyuyanın ve medhûşun yâni hastalık veya kızgınlık sebebi ile aklı yerinde bulunmayanın söylemesi ile talâk vâki olmaz. (Alâüddîn Haskefî)
Erkeğin zevcesine (hanımına) karşı vazîfelerinden biri de zevcesini boşamamaktır. Allahü teâlâ, mubahlar yâni izin verdiği şeyler içinde yalnız talâk vermeği sevmez. Zarûret olmadıkça, birini incitmek câiz değildir. (İmâm-ı Gazâlî)
Talâk-ı Bâin:
Boşanmada kullanılan sözleri söyler söylemez evliliği sona erdiren boşama. Zevceye yaklaşmadan önce veya yaklaştıktan sonra beynûneti yâni ayrılığı ifâde eden kinâyî yâni açık olmayan bir söz ile yapılan veya sarîh yâni açık bir söz ile yapılıp da aç ıkça veyâ işâretle üç adedine bağlı bulunan veya zevcenin (hanımın) ödeyeceği bir bedel karşılığında (kadının isteğiyle bir bedel üzerinde anlaşarak) veya üç talâk ile veya "benden bâinsin" gibi çokluk ve şiddet bildiren kelime ile veyâ ric'î talâk ile boşadığı zevcesine iddet (üç âdet müddeti) içinde yeniden dönmediği takdirde meydana gelen boşama.
Vaty etmediği (cinsî münâsebette bulunmadığı) zevcesine "Seni boşadım" derse veya vatydan sonra "Sen bâin olarak boşsun" veya "Sen elbette boşsun" veya "Şiddetli talâk" gibi çokluk bildiren kelime ile boşarsa, bir talâk-ı bâin ile boşamış olur. Bunla rı söylerken iki veya üç kere "üç kere boşsun" deyince, üç kere bâin boşamış olur. Nikâh derhâl bozulur. (Ahmed Zühdü)
Talâk-ı bâinde verilen talâk bir veya iki ise, ayrılışa, beynûnet-i suğrâ denir. Derhâl veya ileride iki tarafın rızâsı ile iki şâhid ile tecdîd-i nikâh (nikâhın yenilenmesi) câiz olur. Bunda evlilik son bulmakla birlikte iki tarafın rızâsı ile iki ş âhid ile nikâh akdi yenilenir.) Bâin talâk, üç talâk hakkının kullanılmasıyla olmuş ise, buna beynûnet-i kübrâ (büyük ayrılık) denir. Bunda tarafların rızâsı olsa da nikâh yenilenemez. (M. Zihni Efendi)
Talâk-ı Ric'î:
Geri dönülebilen talâk. Zevceye yaklaştıktan sonra, sarîh (açık) veya işâretle, üç adedine veya bir ivaza (bedele, karşılığa) bağlı olmaksızın ve beynûnete yâni ayrılığa delâlet eden (gösteren) bir sıfatla sıfatlanmamış ve bir şeye teşbîh edilmemiş ( benzetilmemiş), gerek sarîh (açık), gerekse talâk-ı ric'îyi gerektiren kinâyî (açıkça boşamaya delâlet etmeyen) lafızlarla verilen talâk.
Talâk-ı ric'îde zevc (koca), kadının iddet (üç âdet müddeti) zamânı içinde, söz ile veya fiilen eski nikâhına rücû edebilir (dönebilir). Evliliği devâm eder. Şâhid lâzım olmaz ise de, iki âdil şâhide haber vermesi müstehâb (iyi) olur. (İbn-i Âbidîn)
Ric'î talâkta, eğer erkek hanımına dönmezse, nikâh; iddet (üç hayz yâni âdet) müddeti bitince bozulur. (Ahmed Zühdü)
Talâk-ı Selâse:
Bir sözü üç kere veya daha fazla sayı söyleyerek, erkeğin zevcesini (hanımını) boşaması. Bu durum bir anda olduğu gibi, ayrı ayrı zamanda da olabilir.
Talâk-ı selâse ile boşanan kadın, bir başkası ile evlenip boşanmadıkça, eski kocası bununla evlenemez. (İbn-i Âbidîn)
Talâk Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin altmış beşinci sûresi.
Talâk sûresi on iki âyet-i kerîme olup, Medîne-i münevverede nâzil oldu (indi). Boşanma konularından bahsettiği için bu adı aldı. Sûrenin başında İslâm âile hukûkunun boşanma konusundaki hükümleri, sonunda da, Allahü teâlânın bildirdiği hak yoldan ay rılan eski kavimlerin uğradıkları cezâlar ve Muhammed aleyhisselâma inanıp hayırlı işler yapanlara verilecek âhiret nîmetleri bildirilmektedir. (Fahreddîn-i Râzî, Kurtubî, İbn-i Abbâs)
Talâk sûresinde Allahü teâlâ meâlen buyurdu ki:
(Boşanan) o kadınları, gücünüzün yettiği kadar ikâmet ettiğiniz yerin bir kısmında oturtun. Onları sıkıştırıp gitmelerini sağlamak için zarar vermeye kalkışmayın. Eğer hâmile iseler, doğum yapıncaya kadar nafakalarını verin. Sizin için çocuğu emzirirlerse, onlara ücretlerini verin, bu hususta aranızda uygun bir şekilde müşâvere edin (anlaşın). Eğer güçlüğe uğrarsanız (ya baba ücretten korunmak, yâhut ana emzirmemek gibi sûretlerle) o hâlde (çocuğu) onun (babasının) hesâbına bir başka kadın emzirecektir. (Âyet: 6)
TALEB:
İstemek, aramak.
İlim Çin'de de olsa, taleb ediniz. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Her müslüman kadın ve erkeğe ilim taleb etmek (ilmihâlini öğrenmek) farzdır. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Taleb (aramak), kavuşmanın müjdecisidir. Yanıp yakılmak da, kavuşmanın başlangıcı demektir. Büyüklerden biri buyuruyor ki: "Vermek istemeseydi, taleb vermezdi." Taleb ni'metinin kıymetini bilip, elden kaçmasına sebeb olacak şeylerden sakınmalıdır. İs teğin gevşememesine ve ateşin soğumamasına dikkat etmelidir. Bu ni'metin elden çıkmamasına en çok yarayan şey buna şükr etmektir. (İmâm-ı Rabbânî) İlim meclislerinde aradım kıldım taleb, İlim geride kaldı, ille edeb, ille edeb
(Yûnus Emre)
TÂLİB:
Taleb eden, isteyen.
Yetişmiş ve yetiştirebilen bir rehberden ders alan talebe, öğrenci.
Tâlib sâdık olunca, zikr ve teveccüh olmasa dahi yalnız ihlâsı ve muhabbeti ile ilerler. (Muhammed Ma'sûm)
Tâlib, niyyeti ve işleri, ne kadar hâlis ve iyi olsa da, kendini kusurlu ve kabahatli bilmelidir. Tasavvuf yolunda ele geçen nîmetlere, hâllere, zevklere güvenmemeli, ne kadar doğru ve şerîate uygun olsalar da, bunlara özenmemelidir. (Muhammed Bâki-billâh)
Tâlib, kâmil ve mükemmil olan (yâni yetişmiş ve yetiştirebilen) bir rehberi ele geçirebilirse, bütün arzûları, istekleri, onun eline bırakmalı, ölü yıkayıcının elinde teneşirdeki meyyit (ölü) gibi olmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Tâlib, sâdık olmalıdır. Sözünün eri olan tâlibin sol omuzundaki melek, yirmi sene içinde yazacak bir şey bulamaz. (Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr)
Tâliblerin üç husûsa dikkat etmeleri lâzımdır: 1) Her ne kadar kendisinden evliyânın yanında makbul bir amel dahi meydana gelse yine kendisine enâniyyet (benlik) varlık gelmeyip, kendisini kusurlu görmeli, hizmet etmeye çalışmalı. 2) Her ne kadar ken dinden red olunacak bir amel meydana gelse, ümitsiz olmayıp gönlünü muhâfaza etmeli. 3) Her ne buyurulursa, hizmeti yerine getirmeye candan gayretle çalışmalı, maksada kavuşmaya bakmalıdır. (Mevlânâ Abdülazîz Buhârî)
TALLÂHİ:
Allahü teâlânın ism-i şerîfinin başına "te" harfi getirilerek yapılan yemin sözü. (Bkz. Yemîn)
Yemîn ya harf ile veya kelime ile olur. Allahü teâlânın isminin başında (be, te, ve) harflerinden biri söylenip, ismin sonu esre okunursa yâni billâhi, tallâhi, vallahi denirse yemin olur. Yemin, yalnız Allahü teâlânın isimleri ile olur. Başka şeyler le müslüman yemini olmaz. (Alâüddîn-i Haskefî, İbrâhim Halebî)
TALMÛD:
Yahûdîlerin Tevrât'tan sonra mukaddes kabûl ettikleri, sözlü emirlerin toplandığı Mişnâ ve Gamâra olmak üzere iki kısımdan meydana gelen kitap.
Yahûdîlerin Tevrât'tan sonra mukaddes kitabları Talmûd'dur. Yahûdîlere göre; Mûsâ aleyhisselâm Tûr-i Sînâ'da (Tûr dağında) Allahü teâlâdan işittiklerini Hârûn'a, Yûşa ve El-Ye'âzâr'a aleyhimüsselâm bildirmiş. Bunlar da sonra gelen peygamberlere ve ni hayet mukaddes Yehûda'ya bildirmişler, bu da mîlâdın ikinci asrında bunları kırk senede bir kitâb hâline getirmiş, bu kitâba Mişnâ denilmiştir.Mîlâdın üçüncü asrında Kudüs'te ve altıncı asrında Bâbil'de Mişnâ'ya birer şerh yazılmış, bu şerhlere Gamâr a denilmiştir. İki Gamâra'dan birini Mişnâ ile bir kitab hâline getirip bu kitaba Talmûd demişlerdir. Kudüs Gamâra'sından gelene Kudüs Talmûdu, Bâbil Gamâra'sından gelene Bâbil Talmûdu demişlerdir. (Necef Ali Tebrîzî)
İsrâiloğulları kendi yazdıkları din kitabına uydular. Mûsâ aleyhisselâmın Tevrât'ını terk ettiler" hadîs-i şerîfi, şimdi yahûdîlerin elinde bulunan Talmûd, Mişnâ ve Gamâra'nın Mûsâ aleyhisselâmın kitabı olmadığını haber vermektedir. (Taberânî ve Rahmetullah Efendi)
Bâbil Talmûdu, Kudüs Talmûdu'nun üç misli daha uzundur. Yahûdîler, Bâbil Talmûdu'nu Kudüs Talmûdu'ndan daha üstün tutarlar. Her yahûdî, din eğitiminin üçte birini Tevrât, üçte birini Mişnâ ve üçte birini de Talmûd'a ayırmak mecbûriyetindedir. Hahamla r, Talmûd'da, bir kimse kötü bir şeye niyet etse onu yapmasa bile günahkâr olacağını bildirmişlerdir. Onlara göre hahamların nehy (yasak) ettiği bir şeyi yapmaya niyet eden kişi necs, pis olur. Bu inançların kaynağı olan Talmûd'a müslümanlar Ebü'l-Encâs (Necâsetlerin babası) demiştir. Yahûdîler, Talmûd'a inanmayan ve onu kabûl etmeyeni yahûdî saymazlar. (M. Sıddîk Gümüş)
Talmûd, müneccimliğin (yıldızlara bakarak geleceğe âit hüküm vermenin) insan hayâtına hükmeden bir ilim olduğunu bildirmektedir. Talmûd, sihr ve kehânetlerle doludur. (Ali bin Hasen)
TÂLÛT:
İsrâiloğullarının hükümdârlarından.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Vakta ki Tâlût askeriyle (Kudüs-i şerîften cihâd için) ayrıldı. (Nebînin haber vermesiyle yâhut ilhâmla askerlerine) dedi ki: "Şübhesiz, Allah sizi bir ırmakla imtihân edicidir. Kim ki ondan (Kana kana) içerse, benden (teb'amdan) değildir. Kim ki ondan içmezse, o bendendir. Eliyle bir avuç içenler müstesnâ. (Bekara sûresi: 249)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem Bedr günü Eshâb-ı kirâmına; "Bugün siz Tâlût'un (söz dinleyen) eshâbı (arkadaşları) adedincesiniz. Onlar mü'min idiler" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
İşmoil aleyhisselâm, Allahü teâlânın emriyle Tâlût'u hükümdâr tâyin etmişti. Tâlût, Filistinliler ve Amâlika kavmi ile harb edip, gâlib geldi. Tâlût'un askeri arasında bulunan Dâvûd aleyhisselâm on sekiz yaşında idi. Filistin ordusundaki cesûr ve çok kuvvetli olan Câlût'u öldürdü. İşmoil aleyhisselâm, Tâlût'un yerine Dâvûd aleyhisselâmı hükümdâr yaptı. O sırada Tâlût harbde öldü. Kırk sene hükûmet sürdü. Yerine Dâvûd aleyhisselâm melik oldu. (Taberî-İbn-ül-Esir)
TAM FENÂ:
Allahü teâlâdan başka her şeyi unutma, mutlak fenâ. (Bkz. Fenâ)
Kul kendi nefsini düşünmekten büsbütün kesilmedikçe Rabbini düşünemez. Allahü teâlânın sevgisi onun kalbine yerleşemez. Bu büyük nîmet ancak tam fenâ hâsıl olduktan sonra elde edilebilir. (İmâm-ı Rabbânî)
TAM ŞEHÎD:
Allah yolunda canını fedâ eden; dînini, vatanını, bayrağını, nâmusunu müdâfaa ederken ölen, haksız yere öldürülen müslüman. (Bkz. Şehîd)
Tam şehîd, dünyâda yıkanmaz, kefene sarılmaz. Kefen miktârından fazla olan elbisesi soyulup, çamaşırı ile defnolunur. Cenâze namazı Hanefî mezhebinde kılınır. Şâfiî mezhebinde kılınmaz. Âhirette de şehîd sevâbına kavuşurlar. (İbn-i Âbidîn)
TAM TEMİZLİK:
Sıhhatli bir kadının âdet zamânından sonra başlayan, on beş gün veya daha fazla devâm eden temizlik. (Bkz. Sahih ve Hükmî Temizlik)
İki hayz (âdet) arasında tam temizlik bulunması lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
TAMA':
Aç gözlülük, dünyâ malına aşırı düşkünlük.
Tama'ın en kötüsü insanlardan beklemektir. Kibre, ucba (kendini beğenmeye) sebeb olan, nâfile ibâdetleri ve âhireti unutturan mubâhları (dinde izin verilen şeyleri) yapmak da tama' olur. Tama'ın zıddına, aksine tevfîz denir. Tevfîz ise, helâl ve fâid eli şeyleri kazanmaya çalışıp da, bunlara kavuşmağı Allahü teâlâdan beklemektir. (M. Hâdimî)
Şeytan, riyâyı ihlâs olarak ve tama'ı da tersi olarak göstererek insanı aldatmağa çalışır. Şeytan köpek gibidir. Köpek kovalayınca kaçar ise de, başka taraftan yine gelir. Nefs kaplan gibidir. Saldırması, ancak öldürmekle biter. (İmâm-ı Rabbânî)
TA'N ETMEK:
Kötülemek, dil uzatmak.
Mü'min ta'n etmez, kimseye dokunmaz, lânet etmez. Fâhiş söz söylemez ve kimseyi yermez. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Belli bir mü'minin ayıbını, ta'n etmek için arkasından söylemek gıybet olur. Gıybet harâmdır. Kapalı söylemek, işâret ile, hareket ile bildirmek, yazı ile bildirmek de hep söylemek gibi gıybettir. Gıybet olunan mü'min bunu işitirse üzülür. (Hâdimî, Yûsuf Sinânüddîn)
TANRI:
Ma'bûd, tapılan şey, ilâh.
Allahü teâlânın isimleri tevkîfîdir, yâni İslâmiyet'te bildirilen isimleri söylemek câiz olup, bunlardan başkasını söylemek câiz değildir.Meselâ Allahü teâlâya alîm denir. Fakat, âlim demek olan fakîh denmez. Çünkü, İslâmiyet, Allahü teâlâya fakîh de nileceğini bildirmemiştir. Bunun gibi, Allah adı yerine, tanrı demek câiz değildir. Çünkü tanrı; ilâh, ma'bûd demektir. Meselâ "Hindûların tanrıları öküzdür" denilmektedir. "Birdir Allah ondan artuk (başka) tanrı yok" denebilir. Başka dillerdeki Dieu, Gott ve God kelimeleri de, ilâh, ma'bûd mânâsına kullanılabilir. Allah adı yerine kullanılamaz. Kur'ân-ı kerîmde; "Benim ismim Allah'tır. Beni Allah diye çağırınız. Allah diye ibâdet ediniz. Allah diye yalvarınız" meâlinde birçok âyet-i kerîme vardır. O'na, kendi istediği ismi söylemeyip de, kâfirlerin, O'nun en sevmediği, mâbûdlarına koydukları tanrı ismi ile O'nu çağırmak, ne kadar yanlış ve ne büyük inâd olduğu meydandadır. (M. Sıddîk bin Saîd)
TARAFEYN:
İki taraf; İmâm-ı a'zam ile talebelerinden İmâm-ı Muhammed'in bir mes'elede reylerinin (ictihâdlarının) aynı olması sebebiyle ikisine birden verilen isim.
Bir vakıf, mescid harâb olup tâmir eden bulunmaz ise veya etrâfında ev, insan kalmayıp kullanılmaz ise de, Tarafeyne göre yine vakıf olarak kalır. İmâm-ı Ebû Yûsuf'a (r.aleyh) göre hâkimin izni ile satılıp, parası aynı cinsten olan başka bir vakfa sa rfedilir. (İbn-i Âbidîn)
Tarafeyne göre, nass (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf) olan yerde örf ve âdet mûteber değildir. (Abdülganî Nablüsî)
TÂRIK SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin seksen altıncı sûresi.
Târık sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). On yedi âyet-i kerîmedir. İsmini ilk âyet-i kerîmede geçen ve parlak bir yıldız mânâsına gelen Târık'tan alır. Sûrede; insanın yaratılışı, kıyâmet gününün zorluğu, Kur'ân-ı kerîmin hak ile bâtılı ayıran kelâm- ı ilâhî olduğu bildirilmektedir. (Râzî, Kurtubî)
Târık sûresinde meâlen buyruldu ki:
Gizlenen işlerin ortaya döküldüğü hesâb gününde insan için Allahü teâlâdan başka ne bir kuvvet vardır, ne de bir yardımcı. (Âyet: 10)
Kim Târık sûresini okursa, Allahü teâlâ ona gökteki yıldızların adedinin on katı sevâb verir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
TARÎKAT:
Tasavvuf yolu; insanları mânen olgunlaştırmak, terbiye etmek, yetiştirmek için, tasavvuf büyüklerinin tâkib ettikleri yol.
Hicrî beşinci asırdan îtibâren sistemleşmeye başlayan tarîkatların fert ve cemiyet hayâtında büyük te'sirleri olmuştur. İnsanlara; her şeyin Allah rızâsı için yapılması gerektiğini anlattılar.Riyâ ve gösterişten uzak, yüksek karakterli insanlar olma larına yardımcı oldular. Benlik dâvâsından ve kendini beğenmişlikten kurtardılar. Birlik ve berâberliğe kavuşmuş cemiyetler meydana getirdiler. İslâmiyet'in yayılmasında bilfiil hizmet gören tarîkat mensûbu zâtlar, dünyânın birçok yerlerine dağılıp, insanların İslâmiyet'le tanışmalarına sebeb oldular (İslâm Târihi Ansiklopedisi)
Tarîkatların çeşitli isimler alması, başka başka olmalarından değildir. Aynı mürşidin (yol gösteren, rehberlik eden âlimin) talebeleri, birbirlerini tanımak ve mürşidleriyle tanınmak için bulundukları yola mürşidlerinin (hocalarının) ismini vermişler dir. (Abdullah-ı Dehlevî)
Son zamanlarda tarîkat diyerek birçok şeyler uyduruldu. Hakîkî İslâm âlimlerinin ve Peygamber efendimizi görüp, O'nun sohbetinde yetişen Eshâb-ı kirâmın bildirdikleri doğru yol unutuldu. Dinde câhil olanlar, hattâ İslâmiyet'in emirlerine açıkça uymay anlar, şeyh ve tarîkatçı ünvânı alarak, zikir ve ibâdet adı altında, dînimizin yasak ettiği birçok günâhları işlediler. (Abdülhakîm Arvâsî)
TA'RÎZ:
Üstü kapalı ve dokunaklı söz; kapalı îtirâz etmek; bir tarafı gösterip diğer tarafı kasd etmek.
Gıybet, açıkça söylemek sûretiyle olduğu gibi fiille, ta'rîzle, yazıyla, hareketle ve işâretle de olur. Göz kırpmakla, elle işâret etmekle de olur. Hazret-i Âişe buyurdu ki: "Bizim yanımıza bir kadın geldi. Kadın çıkıp giderken ona elimle kısa boylud ur diye işâret ettim. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem: "Sen onun gıybetini yaptın" buyurdu. (Ebü'l-Leys Semerkandî)
Bir kimse, diğer bir şahsın sözü geçince, onu kastederek; "Bizi şu şu ayıplardan kurtaran Allahü teâlâya hamdolsun" derse, ta'rîz yoluyla onu gıybet etmiş olur. (İbn-i Âbidîn)
İhtiyaç ve zarûret yokken ta'rîz câiz olmaz. Çünkü ifâdede yalan bulunmasa da yalanı akla getirebilir. Böyle olunca da mekruh olur. (Seyyid Alizâde)
TÂRÛH:
İbrâhim aleyhisselâmın asıl, öz babası.
Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden anlaşıldığı ve binlerce İslâm âliminin kitâbında yazıldığı üzere Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem anaları ve babaları arasında bulunmakla şereflenen bahtiyârların hepsi; zamanlarının ve memleketle rinin en asîl, en şerefli, en cemîl, en temiz zâtları idi. Hepsi azîz, mükerrem ve muhterem idi. İbrâhim aleyhisselâmın babası Târûh da mü'min olup, fenâ ahlâktan ve âdî, çirkin sıfatlardan uzak idi. Kâfir olan Âzer, babası değil, amcası idi. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
En'âm sûresinin meâl-i şerîfi; "İbrâhim (aleyhisselâm) babası Âzere dediği zaman" olan yetmiş dördüncü âyet-i kerîmesine açık mânâ verilmez. Çünkü Âzer kelimesi baba kelimesinin atf-ı beyânıdır. Yâni açıklayıcı bir lafızdır. İbrâhim aleyhisselâm iki kimseye baba demektedir. Birisi kendi babası olan Târûh, diğeri baba dediği amcası veya üvey babası Âzer idi. (Beydâvî ve Seyyid Abdülhakîm)
Âzer'in amca olduğunu Ehl-i kitâb ve târihçiler söz birliği ile bildirmişlerdir. Âzer'in baba olmadığını, İbrâhim aleyhisselâmın babasının Târûh olduğunu İbn-i Abbâs da radıyallahü anhümâ bildirdi. (İmâm-ı Süyûtî)
Âzer, İbrâhim aleyhisselâmın üvey babasıdır. Kendisi çocuk iken ölen asıl babası Târûh'tur. Âzer put yapan bir san'atkâr idi. İbrâhim aleyhisselâm daha çocuk iken putlara ibâdet edilmeyeceğini anlamış, üvey babasının yaptığı putları parçalamış ve bul undukları memleketin yâni Bâbil'in hükümdârı olan Nemrûd'u îmâna dâvet etmiştir. (Senâullah Dehlevî, Süyûtî)
TASADDUK:
Sadaka vermek. Yâni Allahü teâlânın rızâsı için fakirlere ve ihtiyâcı olanlara para, mal vermek. (Bkz. Sadaka)
İnsanlar tasadduk ettiği şeyi, Allah rızâsı için verirse, Hak teâlâ hazretlerine verilmiş gibi sayılır ki, mukâbilinde (karşılığında) bin sevâb (pekçok sevab) alır. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)
Ödünç vermek, tasadduk etmekten on sekiz derece daha fazîletlidir. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)
Tasadduk etmek nâfile ibâdettir. Zekât vermek, borç ödemek ve birinin hakkını iâde etmek ise, farzdır. (Süleymân bin Cezâ)
TASARRUF:
1. İdâreli kullanma, sarfetme. Tutumlu olma; harcamada isrâftan ve cimrilikten sakınıp orta yolu seçme.
Sadaka vererek rızkınızı çoğaltınız.Zekât vererek mallarınızı koruyunuz. İktisâd eden, tasarrufa riâyet eden aldanmaz. Tedbirli düzenli yaşamak, geçimin yarısıdır. İnsanlarla iyi geçinmek, aklın yarısıdır. (Câfer-i Sâdık)
2. İdâre etme, hükmetme.
Allahü teâlâ mülkünde tasarruf ediyor.Mülkünde tasarruf etmesinde zulüm düşünülemez. Çünkü zulüm, izni olmadan başkasının mülkünde tasarruftur. (İmâm-ı Gazâlî)
3. Bir velînin Allahü teâlânın izniyle sevdiklerini mânen yetiştirmesi, düşmanlarını ise cezâlandırması.
Yaratılışı, kalb ve rûh mertebesine kadar olan kimseyi tasarrufu kuvvetli olan pîri, daha yüksek mertebelere ulaştırabilir. (İmâm-ı Rabbânî)
Sıddîkiyye yolunda ilerlemek üstâdın tasarrufu, kuvveti ile olur. O sevk ve idâre etmedikçe, hiç ilerleyemez. Çünkü nihâyetin (sonun) başlangıcında yerleştirilmesi, onun şerefli teveccühü, merhameti ile olur. Anlaşılmayan, bilinmeyen hâllere hep onun üstün, başarılı idâresi ile kavuşulur. (İmâm-ı Rabbânî)
Îtikâdı ve ameli doğrulttuktan, bu iki kanadı ele geçirdikten sonra, Allahü teâlâya yaklaştıran yolda ilerlemek sırası gelir. Zulmânî ve nûrânî konakları aşmaya başlanabilir. Ancak şunu iyi bilmelidir ki, böyle konakları aşarak yükselebilmek ancak yo lu bilen, yolu gören, yol gösteren, yetişmiş ve yetiştirebilen bir rehberin teveccühü ve tasarrufu ile olabilir. Bunun bakışları kalb hastalıklarına şifâ verir. Onun teveccühü yâni kalbini bir kimseye çevirmesi, kötü, çirkin huyları insandan siler süpürür. (İmâm-ı Rabbânî)
TASAVVUF:
Ahlâk ve kalb ilmi. Kalbi kötü huylardan temizleyip, iyi huylarla doldurmak. Kalbde îmânın vicdânileşmesi, yâni Ehl-i sünnet îtikâdının kalbde sağlamlaşması ve şüphe getirici te'sirlerle sarsılmaması, nefs-i emmâreden doğan tenbelliklerin ve sıkıntıl arın giderilip, ibâdetlerde kolaylık ve lezzet hâsıl olması. Allahü teâlâ ile olmak, iyi ahlâk edinmek ve dînin emirlerine uymak.
Tasavvuf büyüklerinin hepsi, Ehl-i sünnet îtikâdında idi. Bid'at sâhiplerinin hiçbiri, Allahü teâlânın ma'rifetine yaklaşamamıştır. Evliyâlık nûrları bunların kalblerine girmemiştir. (Abdullah-ı Dehlevî)
Tasavvuf ehlinin üç vasfı vardır. Toprak gibidir, iyiye de, kötü kimseye de verir. Bulut gibidir, her şeyi gölgeler. Yağmur gibidir, sevilen kimseyi de, sevilmeyen kimseyi de sular. (Harkûşî Abdülmelîk bin Muhammed)
Tasavvuf hâldir, söz değildir, söz ile ele geçmez. (Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî)
Tasavvuf, Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine uymak, fazla konuşmayı, fazla yemeği ve fazla uykuyu terk etmektir. (Alâüddevle Semnânî)
Tasavvuf, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeylerin hepsini terketmektir. (Ali bin Sehl)
İnsana lâzım olan önce Ehl-i sünnete uygun inanmak, sonra şerîate (dînin emir ve yasaklarına) uymak, daha sonra tasavvuf yolunda yükselmektir. (Muhammed Bâkî-billah)
Şimdiye kadar yedi yüz velî, tasavvufun târifinde türlü sözler söylemişlerdir. Bu sözlerin özü, şu noktada toplanabilir: Tasavvuf, vakti, en değerli olan şeye harcamaktır. (Ebû Saîd Ebü'l-Hayr)
TASDÎK:
Kabûl etmek, inanmak, doğrulamak.
Îmân; Peygamber efendimizin Allahü teâlâdan getirdiklerinin hepsini kalb ile tasdîk, dil ile ikrâr etmek, söylemektir. (İmâm-ı a'zam)
Haram işlememek ve bütün ahkâm-ı İslâmiyyeyi (İslâmiyet'in hükümlerini) yerine getirmek, çok kolaydır. Kalbi bozuk olana güç gelir. Evet, birçok işler vardır ki, sağlam insanlara kolaydır. Hastalara ise güçtür. Kalbin bozuk olması, şerîate (İslâmiyet 'e) tamam inanmaması demektir. Bu gibi insanlar inandım dese de, hakîkî tasdîk değildir. Laf ile tasdîktir. Kalbde hakîkî tasdîkin, doğru îmânın bulunmasına bir alâmet, İslâmiyet'e uymak, emirleri yaparken kolaylık duymaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Bu dünyâ nîmetleri geçici ve aldatıcıdır. Bugün senin ise, yarın başkasınındır. Âhirette ele girecekler ise sonsuzdur ve dünyâda iken kazanılır. Bu birkaç günlük hayat, eğer dünyâ ve âhiretin en kıymetli insanı olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi olara k geçirilirse, ebedî seâdet, kurtuluş umulur. Yoksa O'nu tasdîk edip, tâbi olmadıkça, her şey boşunadır. O'na uymadıkça her yapılan hayr, iyilik, burada kalır, âhirette ele birşey geçmez. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
TASFİYE:
Temizleme, parlatma. Kalbi iyi hasletlerle süsleme.
Nefs tezkiye edilince, yâni nefs kötü isteklerinden kurtarılınca kalb tasfiye bulur. (İsmâil Ferrûh)
Seyr ve sülûktan (yâni tasavvuf yolunda ilerlemekten) ve nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye etmekten maksad; mânevî âfetleri gidermek, kalbi hastalıklardan kurtarmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Kalbin tasfiyesi, dînimizin emir ve yasaklarına uymakla ve sünnetlere yapışmakla ve bid'atlerden (Peygamber efendimiz zamânında olmayıp, dinde sonradan ortaya çıkarılıp, ibâdet olarak yapılan şeylerden) kaçmakla ve nefse tatlı gelen şeylerden sakınma kla olur. (İmâm-ı Rabbânî)
TASHÎH:
Düzeltme.
Âkıl ve bâliğ (ergenlik, evlenecek yaşa gelen erkeğin ve kadının birinci vazîfesi, îtikâdını (îmânını) Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği şekilde tashîh etmesi ve bunlara uygun olarak yaşamasıdır. (Ahmed Fârûkî)
Hoca, talebesinin hatâlarını yerinde ve zamânında tashîh etmeli, onun yanlış şeyleri öğrenmesine fırsat vermemelidir. (İmâm-ı Gazâlî)
TASNİF:
1. Bir âlimin, te'lif etmeden, kendi usûlünce daha önce benzeri olmayan bir kitâb yazması.
Kalb ve rûh ilimlerinin mütehassısları ya kitab tasnif ederler veya te'lif ederler. Tasnif çok zamandan beri dünyâdan kalktı. Yalnız te'lif kaldı. Fakat İmâm-ı Rabbânî'nin yazıları doğrusu tasniftir. Te'lif değildir. (Muhammed Hâşim-i Keşmî)
İmâm-ı a'zam, İmâm-ı Gazâlî, İmâm-ı Rabbânî gibi büyük İslâm âlimlerinin eserleri tasniftir. (Abdullah-ı Dehlevî)
2. Hadîs ilminde tedvîn edilen yâni toplanıp bir araya getirilen hadîs-i şerîflerin konularına ayrılması, kitablara geçmesi.
Hadîs-i şerîflerin tedvîn ve tasnifi, Emevî halîfesi Ömer ibni Abdülazîz'in Medîne vâlisine yazdığı emirle başladı. (İbn-i Salâh, Hatîb-i Bağdâdî)
TASVÎR:
Kâğıda, kumaşa, duvara ve başka yerlere canlı ve cansız resimleri yapmak veya bu şekilde yapılan resimler.
Hazret-i Âişe rivâyet ediyor (naklediyor): Odama, üzerinde tasvirler bulunan ince bir perde takmıştım. Resûlullah sallallahü aleyhi ve selem, seferden dönünce, perdeyi gördü ve birden rengi değişti. Daha sonra eliyle çekip çıkardı ve; "Kıyâmet günü en çok azâb görenler, Allahü teâlânın yarattığına benzeterek tasvîr yapanlardır" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî, Sahîh-i Müslim)
Tasvîre tapınmak, onların fâide ve zarar yapacaklarına inanmak, şirk (Allahü teâlâya ortak, eş koşmak) çeşitlerinden biri olur. (Tahtâvî)
TATLÎK:
Boşama, talak verme. (Bkz. Talak)
TÂÛN:
Vebâ.
Tâûn olan yere girmeyiniz ve Tâûn olan bir yerden başka bir yere gitmeyiniz, oradan kaçmayınız. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Tâûn hastalığı bulunan yerden kaçmak, muhârebede kâfir karşısından kaçmak gibi büyük günâhtır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Tâûn eski ümmetlere azâb olarak gönderildi. Bu ümmet için şehîd olmaya sebebdir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Tâûn bulunan yerden dışarı çıkmanın yasak edilmesine sebeb, sağlam olanlar çıkınca, hastalara bakacak kimse kalmaz, helâk olurlar. Tâûn olan yerde kirli hava (mikroplu hava, tâûn basilleri) herkesin içine yerleşince kaçanlar hastalıktan kurtulmaz ve hastalığı başka yerlere götürmüş, bulaştırmış olurlar. (İmâm-ı Gazâlî)
Daha önce, İsrâiloğulları zinâ etmeye başladı. Cenâb-ı Hak tâûn hastalığını musallat eyledi. Tâûndan yirmi dört bin kişi öldü. (Harputlu İshâk Efendi)
Tâûn gelince kızmamalı, üzülmemelidir. Allahü teâlâya sığınmalı, âfiyet vermesi, kurtarması için duâ etmeli, O'na yalvarmalıdır. Allahü teâlâ duâ edenleri, sıhhat ve selâmet isteyenleri sever. (Ahmed Fârûkî)
TAVÂF:
Kâbe-i muazzamanın etrâfında Hacer-i esvedin bulunduğu köşeden başlamak sûretiyle Kâbe sola alınarak yedi defâ dolaşmak. Tavâf edene tâif; Kâbe etrâfında tavâfa mahsûs mahalle (yere) metâf denir.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Şüphe yok ki Safâ ile Merve Allahü teâlânın şeâirinden (Allahü teâlâya ibâdet etmeye vesîle olan nişâneler, alâmetler) dir. İşte kim o Beyti (Kâbe'yi) hac veya umre niyetiyle ziyâret ederse, bunları güzelce tavâf etmesinde üzerine bir beis yoktur. (Bekara sûresi: 58)
Tavâfta telbiye edilmeyip (Lebbeyk okunmayıp) tekbîr ve tehlîl edilir ve salevât-ı şerîfe okunur. Tavâfın belli bir vakti yoktur. (M. Zihni Efendi)
Haccın farzlarından üçüncüsü; dördü farz, üçü vâcib olmak üzere yedi kere tavâf etmektir. Tavâfa niyet etmek de farzdır. (İbn-i Âbidîn)
Kâbe'den başka bir câmi etrâfında ibâdet için tavâf edenin kâfir (îmânsız) olmasından korkulur. (Tahtâvî)
Her tavâftan sonra Mescid-i Harâm içinde (Kâbe avlusunda) iki rek'at namaz kılmak haccın vâciblerindendir. (İbn-i Âbidîn)
Erkeksiz kadın hacca gidemez. Giderse, haccı kabûl olur ise de, harâmdır. Erkeği ile gidince de, otelde, tavâfta, sa'y'da ve taş atarken erkeklerin arasına karışması harâmdır ve haccın sevâbını giderdiği gibi, büyük günâha girer. (Hâdimî)
Tavâf yaparken abdestsiz ve cünüb olmamak, elbise temiz olmak, Hatîm denilen yerin dışından dolaşmak, Kâbe-i muazzama hep sol tarafta kalmak haccın vâciblerindendir. (İbn-i Âbidîn)
Tavâf yedi nevidir. Birincisi ziyâret tavâfı; ikincisi ömre tavâfı (bu ikisi farzdır); üçüncüsü sünnet olan tavâf-ı kudümdür. Dördüncüsü vedâ tavâfı; beşincisi vâcib olan nezr (adak) tavâfıdır. Altıncısı tavâf-ı nâfile; yedincisi müstehab olan tatavv û' tavâfıdır. (Kudbüddîn İznikî)
Tavâf-ı İfâda:
Hacıların Arafât'tan indikten sonra yaptıkları farz tavâf. Tavâf-ı Ziyâret.
Tavâf-ı Kudûm:
Mekke-i mükerremeye varınca, yapılan ilk tavâf. Buna tahiyye, likâ (kavuşma) tavâfı da denir.
Tavâf-ı Kudûm, Âfâkîler için yâni dışardan gelenler için sünnettir. (M. Zihni Efendi)
Tavâf-ı Nâfile:
Mekke-i mükerremede bulunanların fırsat buldukça yaptıkları tavâf.
Tavâf-ı Sadr (Sader):
Hac esnâsında cemrelerin taşlanması bittikten sonra Mina'dan Mekke'ye inildiğinde yapılan tavâf. Buna Tavâf-ı vedâ da denilir. Hac vazîfeleri bununla sona erer.
Âfâkî olan yâni Mîkât denilen yerden daha uzak memleketlerin hacılarının Mekke'den ayrılacağı gün, Tavâf-ı sadr yapmaları haccın vâciblerindendir. Âdet gören kadına bu tavâf vâcib değildir. (İbn-i Âbidîn, M. Zihni Efendi)
Tavâf-ı sadrdan sonra Zemzem suyu içilir. Kâbe'nin kapı eşiği öpülür. Göğüs ve sağ yanak Mültezem denilen yere sürülür. Sonra Kâbe perdesine yapışıp bildiklerini okur ve duâ eder. Ağlayarak mescid kapısından dışarı çıkar. (İbn-i Âbidîn)
Tavâf-ı Umre:
Umreye niyet edenin yedi defâ yaptığı tavâf.
Umre tavâfının dört şavtı (dolaşımı) umrenin rüknündendir.
Tavâf-ı Ziyâret:
Hacıların Arafât'tan indikten sonra, Kurban bayramı günlerinde yapılan tavâf. Buna ifâda tavâfı da denir.
Her hac edene, Tavâf-ı ziyâreti Arafât'tan sonra yapmak farzdır. Onun için diğer bir ismi de Tavâf-ı rükündür. Haccın farzlarındandır. (M. Zihni Efendi)
TAVASSUT:
Araya girme, aracılık etme; bir peygamberi veya bir evliyâyı vâsıta kılarak, araya koyarak, bir isteğin yerine gelmesi için Allahü teâlâya yalvarma. (Bkz. Tevessül, Vesîle)
TA'VÎZ:
Kur'ân-ı kerîmde bildirilen ve Peygamberimizden naklen gelen duâları okumak veya bunları yazıp üzerinde taşımak.
Ta'vîz câizdir. İnanan, güvenen kimseye fayda verir. Ta'vîz, yazılı muska olarak taşınır. (İbn-i Âbidîn ve Mevlânâ Osman Sâhib)
TAYERE:
Uğursuzluğa inanmak.
İnsan üç şeyden kurtulamaz: Sû'-i zan, tayere, hased. Sû'-i zan edince, buna uygun harekette bulunmayınız. Uğursuz zan ettiğiniz şeyi, Allah'a tevekkül ederek yapınız. Hased ettiğiniz kimseyi hiç incitmeyiniz! (Hadîs-i şerîf-Berîka)
TAYFÛRİYYE:
Evliyânın büyüklerinden Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerinin tasavvuftaki yolu. Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerinin ismi Tayfur olduğu için yolu bu adla anılmıştır.
Tarîkatlerin çeşitli isimler alması, başka başka olduklarını göstermez. Aynı mürşidin (hocanın) talebeleri, birbirlerini tanımak için bulundukları yola hocalarının ismini vermişlerdir.Tarîkatler başlıca ikidir: Zikr-i cehrî yâni yüksek sesle zikr yap an tarîkatler ve zikr-i hafî, yâni sessiz zikr yapan tarîkatler. Zikr-i hafî hazret-i Ebû Bekr'den gelmiş olup, mürşidlerinin adına göre; Tayfûriyye, Yeseviyye, Medâriyye, (hakîkî olan) Bektâşiyye, Ahrâriyye, Ahmediyye-i müceddidiyyedir. (Seyyid Abdülhakîm)
Tayfûriyye yolunun kurucusu olan Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri; "Dilini Allahü teâlânın ismini anmaktan başka işlerle uğraşmaktan ve başka şeyler konuşmaktan koru. Nefsini hesâba çek. İlme yapış ve edebi muhâfaza et. Hak ve hukûka riâyet et. İbâdetten ayrılma. Güzel ahlâklı, merhâmet sâhibi ve yumuşak ol, Allahü teâlâyı unutturacak her şeyden uzak dur ve onlara kapılma!" buyurmuştur. (Ferîdüddîn Attâr)
TA'YÎN (Tâyin):
1.Bir malın cinsini, miktârını, yerini belli etmek.
Alış-verişte bir mal ta'yin edilirse, teayyün eder yâni ta'yin edilen malın kendisini vermek, teslim etmek lâzımdır. Benzerini, hattâ iyisini alması için müşteri zorlanamaz. (Ali Haydar Efendi)
2. Me'mur etmek, vazîfelendirmek.
Hazret-i Ömer halîfeliği zamânında devleti idârî bakımdan bölgelere ayırdı.Bu bölgelerin herbirinin başına bir vâli tâyin etti. Tâyin ettiği vâlilere; "Sizi insanlara tahakküm etmek, saltanat sürmek, zorbalık yapmak için tâyin etmedim. Siz hidâyet, d oğru yola götüren rehber olacaksınız. Müslümanlar size uyacaktır.Bunun için müslümanların hukûkunu gözetiniz. Müslümanları dövmeyiniz ki, zillete dücâr olmasınlar. Onları haksız yere medhetmeyiniz ki şımarmasınlar, kapılarınızı yüzlerine kapatmayınız ki, kuvvetliler zayıfları ezmesinler. Kendinizi müslümanlardan üstün görmeyiniz ki, zulme uğramasınlar" diye nasîhat ederdi. (İbn-i Sa'd-İbn-i Cevzî)
TAYY-İ MEKÂN:
Mekânı, mesâfeyi katetme, geçme, mesâfelerin dürülmesi. Allahü teâlânın izniyle az zamanda çok uzak yerlere gitme.
Şeytanın bir anda şarktan garba ulaşması gibi Allahü teâlânın velî kulları da tayy-i mekân ile uzak mesâfeleri bir anda geçip yer değiştirebilirler. (Muhammed Üftâde)
TAYY-İ ZEMÂN:
Zamânın dürülmesi. Allahü teâlânın izniyle uzun zamanda yapılacak bir işi çok az zamanda yapma.
Tayy-i zemân, evliyâda görülen hârikulâde (olağanüstü) hâllerdendir. (Abdülazîz ed-Debba')