Medine döneminde inmiştir. 120 âyettir. Sûre, adını 112. ve 114. âyetlerde yer alan “mâide” (sofra) kelimesinden almıştır. Sûrede başlıca; verilen sözlerin yerine getirilmesi, İsrailoğullarının sözlerinde durmamaları, Hıristiyanların yanlış inançları, dünyaya düşkünlükleri ve yolsuzlukları, müslümanlar için bazı talimat, uyarı ve dinî hükümler konu edilmektedir.
Nuzül
Mushaftaki sıralamada 5., iniş sırasına göre 112. sûredir. Fetih sûresinden sonra, Tevbe’den önce Medine’de nâzil olmuştur. Medine döneminde bir defada indiğine ve son inen sûrelerden olduğuna dair rivayetler bulunmakla birlikte (Tirmizî, “Tefsîr”, 6/20; Müsned, II, 176; VI, 455; Hâkim, Müstedrek, II, 311), bu rivayetlerin gerek sûrenin ihtiva ettiği konulara gerekse sûre içindeki âyetlerin iniş sebebiyle ilgili bilgilere uygun düşmediğini savunan Ateş’e göre sûre, Medine döneminde uzun bir zaman dilimi içerisinde peyderpey inmiş, ancak Hz. Peygamber’in hayatının sonlarında tertip edilmiş olması sebebiyle tamamının bir defada indiği sanılarak bu rivayetler ortaya çıkmıştır (II, 448). Gösterilen gerekçeler incelendiğinde bu görüşün daha isabetli olduğu anlaşılmaktadır.
Konusu
Muhteva bakımından Nisâ sûresinin devamı mahiyetindedir. Zira Nisâ sûresinin son bölümünde değinilen yahudi ve hıristiyanların bâtıl inançları, tutum ve davranışları bu sûrede de ağırlıklı olarak ele alınmış ve bunlarla ilgili önemli açıklamalar yapılmıştır. Bunun dışında akidlere bağlılık, yardımlaşmada ölçü, helâl ve haram olan yiyecekler, av ve avlanma hükümleri, hayvanlarla ilgili bazı Câhiliye âdetlerinin yersizliği, Ehl-i kitabın kestiklerini yemenin ve kadınlarıyla evlenmenin câiz olması; abdest, gusül, teyemmüm, temizlik ve hac farîzasıyla ilgili hükümler; hırsızlık, yol kesicilik ve ülkede fesat çıkarmanın cezası, cihadın lüzumu, insanların birbirlerine iyilikle muamele etmeleri, fiil ve niyette doğruluk ve adalet üzere bulunmaları, yemin kefâreti, vasiyet, dinden dönmenin kötülüğü, içtimaî ve ahlâkî münasebetler, içki ve kumar yasağı gibi dinî ve hukukî konular ele alınmaktadır. Bunlara ek olarak sûrede öğüt ve ibret alınacak kıssalar yer almıştır. Bunlar, Hz. Âdem’in iki oğlunun kıssası ile Hz. Mûsâ ve Hz. Îsâ’nın hayat hikâyelerinden kesitler şeklindedir. Ayrıca sûrede âhiret hallerinden de bahsedilmektedir.
Fazileti
Abdullah b. Amr b. Âs’ın şöyle dediği rivayet edilir: “Hz. Peygamber bineği üzerinde iken ona Mâide sûresi indi. (O sıradaki ruh halinden dolayı) binek onu taşıyamadı, bunun üzerine Hz. Peygamber bineğinden indi” (Müsned, II, 176).
Sûrenin bir defada indiği görüşünde olanları destekleyen bir rivayete göre Esmâ binti Yezîd şöyle demiştir: “Ben Hz. Peygamber’in devesi Adbâ’nın yularını tutuyordum, o anda Hz. Peygamber’e Mâide sûresinin tamamı nâzil oldu. Sûrenin ağırlığından neredeyse devenin bacakları kırılacaktı” (Müsned, VI, 455).
Mâide Suresi 1. Ayet Tefsiri
Ayet
- يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَوْفُوا بِالْعُقُودِۜ اُحِلَّتْ لَكُمْ بَه۪يمَةُ الْاَنْعَامِ اِلَّا مَا يُتْلٰى عَلَيْكُمْ غَيْرَ مُحِلِّي الصَّيْدِ وَاَنْتُمْ حُرُمٌۜ اِنَّ اللّٰهَ يَحْكُمُ مَا يُر۪يدُ ﴿١﴾
Meal (Kur'an Yolu)
﴾1﴿
Ey iman edenler! Sözleşmeleri yerine getirin. İhramda bulunduğunuz sırada avlanmayı helâl saymamanız şartıyla, size bildirilecek olanlar dışındaki "en‘âm" denen hayvanlar sizin için helâl kılınmıştır. Şüphesiz Allah dilediği gibi hükmeder.
Tefsir (Kur'an Yolu)
“Sözleşmeler” diye tercüme edilen ukûd, akd (akid) kelimesinin çoğuludur. Akid sözlükte “ipin iki ucunu birbirine bağlamak, bir şeyin kenarlarını toparlamak, sağlam bağ ve düğüm” gibi anlamlara gelir. İslâm hukuk terimi olarak akid, günümüz hukuk terminolojisinde olduğu gibi “hukukî bir sonucu meydana getirmek üzere karşılıklı iki iradenin birbirine uygun olarak açıklanması”nı ifade etmenin yanı sıra, yer yer (vasiyet gibi) tek taraflı hukukî işlemleri belirtmek için de kullanılır ki, bu geniş anlamıyla akid, “hukukî işlem”le eş anlamlıdır. Klasik İslâm hukuku literatüründe akid kelimesi gerek sözlük anlamının gerekse Kur’ân-ı Kerîm’deki bazı kullanımların etkisiyle ilk devirlerden itibaren oldukça geniş bir muhteva ile ele alınmıştır. İlk devir İslâm bilginleri, Kur’an’da sadece tefsir etmekte olduğumuz âyette geçen bu kelimeyi, aynı kökten türemiş kelimelerin ve özellikle yakın anlamda olan ahid kelimesinin Kur’an’daki kullanımının da etkisiyle hem bazı hukukî ilişkileri hem de ibadet yönü ağır basan adak ve yemin gibi şer‘î tasarrufları ve hukukî işlemlerle ilgili şartları içine alan oldukça geniş bir muhtevada yorumlamışlardır. Daha sonraları akid, kanun tekniğine uygun bir anlatımla Mecelle’de şöyle tanımlanmıştır: “Akid, tarafların bir hususu iltizam ve taahhüt etmeleridir ki, icap ve kabulün irtibatından ibarettir” (Yunus Apaydın, “Akid”, İFAV Ans., I, 98-99).
Mülkiyetin sebepleri arasında önemli bir yer işgal eden akid, insanlığın tanıdığı en eski hukukî müesseselerden birini teşkil eder. Akid Câhiliye Arapları tarafından da bilindiği için gerek Kur’an’da gerekse hadiste tarif edilmemiş, bilinen bu hukukî tasarrufla ilgili hükümler konulmuştur. İslâm hukukunun ana kaynaklarından biri olan sünnet, “isimli akidler”e ait zengin açıklama ve hükümler getirmiş olmakla birlikte hadislerde akid terimi genellikle, fert ile fert veya fert ile toplum arasındaki himaye ve dayanışma antlaşması için kullanılmıştır (bk. Ebû Dâvûd, “İmâret”, 18, 38; Buhârî, “Kefâlet”, 4; Müsned, IV, 325; Hayreddin Karaman, “Akid”, DİA, II, 251).
İç, dış, özel ve kamu alanlarında yapılan sözleşmelerin bağlayıcılığı çağdaş hukukun ilkelerinden biridir. Asırlarca önce Kur’ân-ı Kerîm, tarafların dinî ve etnik aidiyetlerine bakmaksızın sözleşmelere riayet etmelerini müminlere emrederek bu ilkeyi teyit etmiştir. Bu âyet-i kerîmede de Allah’ın emir ve yasaklarına, O’na verilen sözlere, kulların kendi aralarında yaptıkları akidlere riayet etmek dinin ana kuralları arasında gösterilmiştir. Bu sebeple İslâm, gerek fertler arasında gerekse fert ile devlet veya devletler yahut toplumlar arasında yapılmış olan akidlerde tarafların kimliğine veya akidlerin türüne bakmaksızın meşrû ve sahih olan her türlü akdin mutlaka yerine getirilmesini ister. Nitekim Hz. Peygamber gayri müslimlerle yapmış olduğu akidlerin yerine getirilmesine son derece önem vermiştir (Müsned, IV, 325). İslâm tarihindeki uygulamalar incelendiğinde müslümanların akidlerini koruma hususunda âzami gayreti gösterdikleri gözlenmektedir.
Bu âyetten hareketle Ebû Hanîfe ve İmam Mâlik, anlaşma yapılır yapılmaz akdin kesinlik kazanacağı ve artık akdin tek taraflı irade ile bozulamayacağı sonucuna ulaşmışlardır. İmam Şâfiî ile İmam Ahmed ise “Satış akdi yapanlar birbirlerinden ayrılmadıkları müddetçe akdi bozmada serbesttirler” (Buhârî, “Büyû‘”, 19, 22; Müslim, “Büyû‘”, 43, 46, 47) meâlindeki hadise dayanarak, taraflar birbirinden ayrılmadıkça akdi bozmada serbest oldukları kanaatine varmışlardır (Râzî, XI, 124; akid hakkında geniş bilgi için bk. Karaman, “Akid”, DİA, II, 251 vd.).
“En‘âm denen hayvanlar” diye tercüme ettiğimiz “behîmetü’l-en‘âm” terkibindeki behîme (çoğulu behâim) kelimesi asıl itibariyle “herhangi bir hayvan” anlamına gelmekle birlikte daha sonra özellikle “karada veya denizde yaşayan dört ayaklı hayvan” anlamında kullanılmıştır (Âsım Efendi, Kamus Tercemesi, “bhm” md.). En‘âm ise neamın çoğulu olup deve, sığır, koyun ve keçi gibi evcil hayvanların yanında (bk. En‘âm 6/142-144; Taberî, VI, 52; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, II, 529-530; İbn Kesîr, VII, 148) ceylan, geyik ve benzeri yabani hayvanları da içine alır. Bu anlayışa göre pençeli ve yırtıcı hayvanlar ile at, eşek, katır gibi tek tırnaklı hay-vanlar bu gruba girmez (krş. Nahl 16/5-8; Mü’minûn 23/21; Zümer 39/6; Elmalılı, III, 1549). Gafir sûresinin 79. âyetine dayanarak at, eşek, katır gibi kendilerinden faydalanılan hayvanların en‘âm türüne girdiğini ileri sürenler olmuşsa da Ebû Hayyân bu görüşün zayıf olduğunu söylemektedir (el-Bahrü’l-muhît, Beyrut 1983, VII, 478). Buna göre âyet-i kerîme, bu sûrenin üçüncü âyetinde haram olduğu açıklananların dışında kalan ve “en‘âm” denilen hayvanların helâl kılındığını ifade eder (krş. Hac 22/28, 30, 34). Ancak hac veya umrede ihramlı iken kara hayvanlarını avlamak haram kılınmıştır. Bununla beraber ihramlı olmayanlar tarafından avlanmış hayvanın eti ihramlı için helâldir (bk. Mâide 5/96).
Bir görüşe göre “behîmetü’l-en‘âm” terkibi bütün hayvanları ifade eder. Buna göre, ihramda iken avlanmayı helâl saymamak şartıyla, 3. âyette haram oldukları bildirilen hayvanların dışındaki bütün hayvanlar helâl kılınmıştır (Taberî, VI, 58). Yüce Allah’ın hayvanların bir kısmını helâl bir kısmını haram kılması, avlanması helâl olan hayvanları ihramlı olanlara yasaklaması ve benzeri hükümler koyması, kulların menfaatlerinin ve ihtiyaçlarının bunu gerekli kılması hikmetine dayanmaktadır. Kullar bu emir ve yasakların hikmetini araştırmakta serbesttirler, ancak bunlara uymak zorundadırlar.