Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki:
"Kim sihir maksadıyla bir düğüm vurur sonra da ona üflerse sihir yapmış olur. Kim sihir yaparsa şirke düşer. Kim bir şey asarsa, o astığı şeye havale edilir."
(Nesâî, Tahrîm 19)

Sihir

Sihir; sözlükte, sebebi gizli ve ince olan şey demektir. Din örfünde ise, sebebi gizli olan ve gerçek olmadığı kabul edilen şeye denir ki, gözbağcılık ve hilekârlık şeklinde cereyan eder. Türkçemizde ‘büyü ve efsun’ manalarında kullanılan sihir, muskacılık ve cincilik başta olmak üzere kişilerin maddî-manevî araçları kötüye kullanarak bazı gayeleri gerçekleştirme çabasını da içine alır. Bunu sanat edinene de ‘sihirbaz’ adı verilir. Ezherî sihri; "Bir şeyi hakikatinden başka bir şeye çevirmektir.", Kurtubî de; "Hile ile bir şeyi örtmektir. Çünkü sihirbazlar hile ile bir takım şeyler yaparak sihir yapılan kimseye, bazı şeyleri olduğundan farklı gösterir.” diye tarif etmişlerdir.

Sihirde hakkı batıl, batılı hak; hakikati hayal, hayali hakikat göstermek vardır. Kur'ân-ı Kerîm’de, Hz. Musa (a.s.) ile yarışmaya kalkan Firavun'un sihirbazlarının yaptıkları sihirler bu aldatmaca çeşidine girer.

Bununla beraber sihir, ruhlar üzerinde hâsıl edilen müspet tesir için de kullanılır. Mesela; Rasûlullâh'ın; "Güzel ifadede sihir vardır." hadisinde ifade edilen sihir, dinleyenleri ikna edip tesiri altına alan hitabet ve güzel konuşma manasında kullanılmıştır.

Sihrin tarihi çok eskidir, ilkel topluluklara kadar dayanır. Keldânîler'de, Mısır'da, Uzak Doğu’da, Antik Yunan ve Roma'da, Yahudilikte ve cahiliye devrinde sihir vardı.

İslâm toplumlarında, İslâmî bilgisi ve inancı zayıf olan bazı kimseler de Yahudilerden, Suriyelilerden, İranlılardan, Keldânîlerden ve Yunanlılardan etkilenmişlerdir. Tütsü, tılsım, muska, cadılık, fala bakmak gibi inanışlar hep onlardan intikal etmiştir.

Batı Dünyası’nda, bütün milletlerin arşivleri tetkik olununca, sihirle ilgili türlü inançlara rastlanır. Keltler, Tötonlar, İskandinavlar, Finler, Doğu Milletleriyle bu konuda esaslı birçok benzerlikler göstermektedirler.

Sihrin pek çok çeşidi olmakla birlikte Fahrettin Râzî’nin tefsirinde sekiz çeşit sihirden bahsedilir. Bu sekiz çeşit sihrin de özü iki kısımdır. Birincisi; gerçekle ilgisi bulunmayan ve sırf gözbağcılıktan ibaret olan sihir, diğeri ise; az da olsa bir gerçeğin kötüye kullanılmasıyla ortaya konan ve insanlar üzerinde etkileri olan sihirdir.

Dinimiz sihri yasaklamış, sihirbazların kötü ruhlu insanlar olduklarını, dünyada ve âhirette perişan olduklarını ve olacaklarını bildirmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de; “Büyücü nereye varırsa varsın iflah olmaz.”(1) buyrulmuştur.

Rasûlullah (s.a.v.) hadîs-i şeriflerinde, sihrin büyük günahlardan ve helak edici yedi şeyden biri olduğunu belirterek, "Bir düğüme üfüren, sihir yapmış olur. Sihir yapan da şirke girer"(2), "Her kim falcıya, gaipten haber verene ve sihirbaza giderek onlardan bir şey sorar, söylediklerine inanır ve tasdik ederse kâfir olur."(3) buyurmuşlardır.

Ehl-i sünnet âlimleri, sihrin varlığının ve tesirinin bulunduğunu belirterek sihri öğretmenin, öğrenmenin ve bir sorunun çözümü için sihirbaza gitmenin haram olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. İmam Nevevî; "Sihir yapmak haramdır, kebâirden (büyük günahlardan) olduğu hususunda icmâ vardır.” demiştir.

Bununla beraber şunu da belirtmek gerekir ki; sihir, küfrü gerektiren söz ve fiillerle yapılırsa büyük günah olmaktan çıkar, sahibini küfre götürür.
Bazı âlimler, küfür olan sihirle, küfür olmayan sihri ayırmışlar; kendisine sihir yapılmış olan bir kimseden sihri kaldırmak ve onu tedavi etmek amacıyla sihir öğrenmeye cevaz vermişlerdir.

Âlim, takva sahibi ve güvenilir bir kimse sihir mağdurlarına yardımcı oluyorsa ondan yararlanmak da mümkün görülmüştür.

Kehanet ve Falcılık

Gelecekte olacak bir olayı önceden haber vermeye kehanet ve bunu yaptığını söyleyen kimseye de kâhin; bazı alet ve vasıtalarla veya bazı yöntemlerle insanların kişilikleri ve gelecekleri hakkında haber verme işine de falcılık denir.

Kur’ân-ı Kerîm’de; “De ki: Göktekiler ve yerdekiler gaybı bilmezler, ancak Allah bilir…”(4), “…ve fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı.”(5), “
Ey iman edenler! (Aklı örten) içki (ve benzeri şeyler), kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak, şeytan işi birer pisliktir. Onlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz.”(6) buyrulmuştur. Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de; “Büyücüye, müneccime, gaipten haber veren kimseye inanan kişi Kur'ân’ı inkar etmiştir.", "Kim, çalıntı veya yitik bir malın yerini haber veren kimseye (arrâfa) gidip ondan bir şey sorar, söylediğini de tasdik ederse, o kişinin kırk gün hiçbir namazı kabul olunmaz."(7), "Kuşları ürkütüp isimlerinden, seslerinden ve hareketlerinden manalar çıkarmak, uğursuzluğa inanmak, kum üzerine çizgiler çizerek geleceğe yönelik hükümler çıkarmak bir çeşit sihir ve kehânettir."(8), "Yıldızlardan bir bilgi edinen, bir parça sihir elde etmiş olur. Bilgisi arttıkça günahı da artar."(9) buyurarak kehanet ve falcılığın İslâm’da olmadığını, bunu yapanların yalanla meşgul olduklarını ve haram işlediklerini ortaya koymuştur. Böylelikle kâhinlik ve yıldız, kahve, bakla, iskambil kâğıdı vb. araçlarla yapılan falcılık günah olduğu gibi bunlara inanmak da büyük günahtır.

Okuyarak Tedavi

Hastalıkların maddî olduğu kadar manevî sebepleri de vardır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.); “Göz değmesi (nazar) gerçektir.”(10) buyurarak, hastalıkların manevî sebeplerinden birisi hatta en önemlisi sayılabilecek nazarın gerçek olduğunu ifade etmiştir. Günümüzde, zihnî ve ruhî hastalıkların maddî sebepleri yanında manevî sebepleri de araştırılıp, hastalar her iki yönüyle tedavi edilmeye çalışılmaktadır.

Okuma suretiyle tedavi Hz. Peygamber (s.a.v.) ve sahabe efendilerimiz tarafından icra edilmiş ve etkili olduğu görülmüştür. Hadis kitaplarımızda bu çeşit tedavilerde Fâtihâ, İhlâs, Felak ve Nâs sûreleriyle özel bazı duaların okunduğu rivayet edilmektedir. Bu sûre ve duaların, nazar değmesi gibi manevî sebeplere dayalı hastalıklara ve bazı durumlarda yılan ve akrep sokması gibi maddî sebepli hastalıklara da okunduğu ve netice alındığı bildirilmektedir.

Okuma ile tedavinin caiz olması için; okunanın âyet, hadis veya manası anlaşılan bir dua olması, şifa verenin yalnız Allah olduğunun bilinmesi, gayr-i meşrû bir maksada hizmet edilmemesi, tıbbî tedavinin önünü kapatmaması gibi şartlar ileri sürülmüştür.

Tedavisi yapılamadığı için çaresizlik içinde çırpınan veya maddî sebeplerle tıbben tedavi imkânı bulamayan insanların bu sıkıntılı durumunu fırsat bilip onlara nazarlık ve muska yazan, tütsü ve sihir yapan ve böylece onların umutlarından maddi çıkar sağlayan kimseler, dinen haram olan bir iş yapmış olurlar.

Rasûlullah (s.a.v.), bir hastanın yanına girdiğinde şöyle derdi: "Gider o sıkıntıyı, ey insanların Rabbi! Ona şifa ver, Sen’sin şifa veren, Sen’in şifandan başka şifa yok, (Sen’in şifan öyle) bir şifa ki dert bırakmaz."

Rasûlullah (s.a.v.), Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin için; "İkinizi de Allah'ın tam kelimelerine sığındırırım, her şeytandan, kötü kazadan ve kötü gözden." der ve "Babam İbrâhim de oğulları İsmail ve İshak'ı böyle sığındırırdı." buyururdu.

Rivayet edildiğine göre sahâbeden Osman b. Ebi'l-Âs es-Sakafî; “Rasûlullah’a vardım, bende ağrı vardı ki beni az daha öldürecekti. Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Sağ elini ağrıyan yerin üzerine koy ve yedi kere şöyle de: ‘Allah'ın adıyla, ben bulduğum şeyin şerrinden Allah'ın izzet ve kudretine sığınırım.’ Ben de yaptım, Allah bana şifa verdi." demiştir. Bu rivayette görüldüğü üzere Rasûlullah (s.a.v.) ona okumayıp bizzat kendisine okutmuştur.

Rasûlullah’ın üflediği ve sıvazladığı da sabittir. Rasûlullah (s.a.v.) her gece İhlâs, Felâk ve Nâs sûrelerini okur, ellerine üfler, yüzüne ve vücuduna mesh ederdi.

Şifa veren ancak Allah Teâlâ olduğuna ve O’nun, sünnet-i seniyyeye muvafık olarak yapılan uygulamaları şifaya sebep kıldığına inanan kimselerin bu tür tedaviye yönelmelerinde bir sakınca yoktur. fakat üfleme ile tedavi halkın pek çoğunun zannettiği gibi dinin bizatihi emrettiği bir şey olmayıp, bir izindir.

Toplumda İslâmî konulardaki temel bilgi ve kültür eksikliğine paralel olarak büyücülük, muskacılık, falcılık, astroloji, kâhinlik ve medyumluk gibi İslâm’ın onaylamadığı birtakım hayalî ve karanlık yöntemlere talep artmaktadır.

Maalesef bu talep, önemli bir pazar oluşturmakta ve bu pazar, bu tür karanlık işlerden çıkar sağlayanların işini kolaylaştırmaktadır. Hâlbuki İslâm Dini; falcılık, kehanet, sihirbazlık, medyumluk ve benzeri faaliyetleri şiddetle yasaklamıştır. Zira faydalı şeylerin celbi ve zararlı şeylerin def'i ancak Allah'tan bilinir, O'ndan istenir. Ondan başkasından istenen her şey batıldır.

Allah Teâlâ bütün Müslümanlara maddî ve manevî yönden sıhhat, afiyet versin! Hasta olanlarımıza da “Şâfî” ismiyle şifalar ihsan etsin! Hiçbir işimizde zâtından başkasına yöneltmesin! Bizleri dinimizin koyduğu hudutları koruyanlardan eylesin! Ölünceye kadar itaat yolundan ayırmasın! Âmin!