Seçimler yaklaştıkça ekonomide yükselen ve bir krizin sinyallerini veren tansiyon, para otoritesinin epeyce bir gecikme ile verdiği faiz arttırma kararıyla düştü. Ortalık yatıştı gibi görünse de, kurdaki çalkalanmanın devamından da belli ki, yapılan sadece kanamanın durdurulması. Bünyedeki zafiyet ve yıllarca süren ihmalin üstüne bir de yanlış teşhislerle ağırlaşan hastalık, acil tedavi bekliyor. Her ne kadar siyasi kadroların seçim bildirgelerinde bu konuda farkındalık ve tedavi programına dair işaretler görünmese de seçimler sonrasında Türkiye’nin bir yandan maliyet yönlü baskılarla tırmanacak enflasyon, diğer yandan reel kesim ve tüketici güven endekslerinde ve yatırım hevesinde düşüş nedeniyle durgunluk eğilimleriyle baş etmek zorunda kalacağı, borçlanarak büyüme şablonunun da işlerliğini yitireceği açık. Günlük siyaseti bir futbol takımı taraftarlığı tarzıyla önemseyen, ancak sistemi ve politikaları irdeleyip sorgulamayan geniş kitleler zamanında uyarı yapacak kadar organize olmadıkları için toplumun da politikacıların da perspektifinin kısa vadeyi aşamayışının bu durumun oluşmasında etkisi var. Yıllarımız, bu nedenle kur-faiz ayakları arasında denge bozulana kadar tahterevalli oynamakla geçiyor; denge bozulunca da hem yeni dengeyi bulana kadar zaman, hem de kazanımlarımızı yitiriyoruz.
Zorlu bir patikaya giriyoruz
Bazılarının aksine ben, rating şirketlerinin değerlendirmelerini çok önemsiyorum. Zaman zaman konjonktür dalgalanmaları ya da metod sorunları nedeniyle isabetini sorgulasak ya da tartışmalı bulsak da, özellikle kısa vadeyi aşan perspektiflere ilişkin uyarıları tümüyle gerçeği yansıtıyor. Küresel yatırımcıların riski hesaplarken bu kuruluşların raporlarına özel önem verdikleri de malum. Son olarak Moody’s’in Türkiye’yi izlemeye aldığını açıklaması (ki bir bakıma görünümün negatife dönmesi demek) ve önümüzdeki belirsizliklere dikkat çekmesi bu açıdan iyi haber değil. Çünkü daha birkaç ay önce düşürülmüş kredi notunun bir kademe daha indirilmesi gündeme gelebilir ki bu da finansman koşulları ve maliyeti yönünden bizi üçüncü lig ülkeleri düzeyine çekebilir. Zaten ondan bir gün önce de Fitch, MB bağımsızlığı üzerindeki tereddütlerin ve TL’ndaki değer kaybının kredi notu riski oluşturduğunu belirtti; ayrıca Türk bankalarını da fonlama, kârlılık, varlık değerleri ve kredi/ mevduat/teminat rasyoları yönünden negatif izlemeye aldı. Bu da reel kesim risklerinin sonunda bankacılık bilançolarına yansıyacağı yolundaki öngörümüzü doğruluyor.
Geçen yıla göre dış ticaret açığının ilk dört ay sonunda 17.5 milyar’dan 27 milyara yükselmesi, %7.8 artan ihracata karşılık %15.6 artan ithalatın 82.4 milyara ulaşarak 55 milyar olan ihracatın 1.5 katına çıkması, böylece ihracatın ithalatı karşılama oranının geçen yıl %72’den %65’e gerilemesi, kronik sorunumuz olan cari açığın da yükselmeye devam edeceğinin göstergesi. Biriken risklerin büyüme potansiyelini zorunlu olarak törpüleyeceğinin ilk işareti de yine Moody’s’den geldi: Daha önce Türkiye ekonomisinin 2018’de %4, 2019’da %3.5 büyüyeceğini öngören kuruluş, bu beklentilerini sırasıyla %2.5 ve %2 olarak aşağı yönlü güncelledi. Yılbaşından beri %24’e varan kur artışı ve şimdiden %13’ü bulan, seçim sonrasında muhtemel zamlarla %15’e çıkabilecek enflasyonun üstüne artan petrol fiyatları eklenince çok zorlu bir patikaya girdiğimiz ortada. Üstelik hem içeride hem dışarıda finans kaynakları pahalılaşır ve kıtlaşırken...
Önce güven, sonra yeni program
Faizdeki artışın gecikerek ve isteksizce yapılması, son andaki sadeleştirmeye ve ekonomi yönetiminin Londra’daki çabalarına rağmen, yitirilen güveni oluşturmaya yetecek gibi durmuyor. Maliye Bakanı’nın da maliye politikasında sıkılaştırma söylemi, bayram ikramiyelerinin kalıcı olması, kurumlar vergisi oranının düşürülmesi, teşviklerin arttırılması ve devreden KDV’nin iade edilmesi vaadi ile çelişkili. İşyeri KDV ve akaryakıt ÖTV indirimleri de aynı şekilde. Kalıcı bütçe dengesi için yapıldığı söylenen çalışmalar ile ilgili bir ipucu da yok. Reel kesim ve bankacılık üzerindeki riskler de en güçlü bilinen şirketlerin yapılandırma isteğiyle yüzeye çıkıyor.
Aslında temel sorun geçen yazıda da değindiğimiz seçmen algısı ile piyasa algısı arasındaki farkın yönetilememesinde. Henüz bir alternatifi bulunmayan batı merkezli piyasa sisteminin,bu sistemin temel aldığı ilke ve kurumlara karşıt tutum ve politikaları güvenilir bulmayacağı açık.
Kısa vadeyi kurtarmak ve gereksiz hasarı önlemek için bu konuda gerçekçi olmalıyız. Ama tedavi için bu yetmez; artık tıkandığı belli olan büyüme ve üretim modelinin yerine yeni bir çerçeve önerilmesi şart. OECD’nin İstanbul’da bir merkez açması, umarız ilgili her kesime bir ilham verir!..