Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır.Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Yani dâimâ ilâhî müşâhedenin, -diğer bir ifâdeyle- ilâhî kameraların gözetimi altında bulunduğumuzun farkında olarak, bu şuur ve idrâk ile yaşamaktır.
Tasavvuf; bir arınma disiplinidir. Allahʼtan uzaklaştıran her şeyden sakınarak “takvâ”ya erebilme yoludur. Nefsânî ihtirasları dizginleyip rûhânî istîdatları inkişâf ettiren bir mânevî terbiyedir.Tasavvuf; Peygamber Efendimiz’e vâris olmuş gerçek mürebbîlerin elinde; nefsin tezkiye, kalbin tasfiye edildiği mânevî bir mekteptir.Tasavvuf; nefse karşı sulhü olmayan bir cenktir.
TASAVVUF, TAKDİR-İ İLÂHİ’YE RIZA GÖSTERMEKTİR
Tasavvuf; ilâhî takdîre her hâlükârda rızâ göstererek Allah ile dâimâ dost kalabilme mârifetidir. Hayatın med-cezirleri ve acı-tatlı sürprizleri karşısında, gönül dengesini korumaktır. Varlıkta şımarmayıp yoklukta daralmamaktır. Başa gelen cefâları, ilâhî bir imtihan bilip, bunları kendisine bir tezkiye (mânevî arınma) vesîlesi kılabilme olgunluğudur. Şikâyet ve sızlanmayı unutarak dâimâ hamd ile şükreden “güzel bir kul” olabilme mahâretidir.
MUHABBET, ŞEFKAT VE MERHAMET İNSANI OLABİLMEK
Tasavvuf; maddî-mânevî bakımdan kendini ikmâl etmiş mü’*minlerin, diğergâm bir gönülle mahlûkâta yönelerek, onların mahrû*miyet ve ihtiyaçlarını telâfî mes’ûliyetidir. Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat, merhamet, muhabbet ve hizmetin, tabiat-i asliye hâline gelmesidir.
TASAVVUF KUR’ÂN VE SÜNNET’E UYMAKTIR!
Tasavvuf; Kitap ve Sünnet’le hemhâl olabilmek, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip hayatın her safhasında yaşamaya çalışmaktır.Hâsılı tasavvuf; Allah Rasûlüʼnü aşk ile yakından tanıyabilme, Oʼnun yüce karakter, şahsiyet ve ahlâkından nasîb alarak, dîni, özüne ve rûhuna uygun bir tarzda, vecd içinde yaşayabilme gayretidir.Bu nevî düsturlarla tezat teşkil eden ve ölçüsünü Kur’ân ve Sünnet’*ten almayan ne varsa -her ne kadar tasavvufa izâfe edilirse edilsin- bâtıldır.
O HÂLDE TASAVVUF NE DEĞİLDİR?
Dînin derûnî ve ruhânî ciheti, mârifet ve takvâ derinliği olan tasavvufî yönü ihmâl edildiğinde, geriye kuru bir kâideler manzûmesi kalır. Bununla birlikte, bilhassa günümüzde tasavvufî neşveye sahiplik iddiasıyla arz-ı endâm eden bâzı çevreler gibi, her şeyi bâtınî hükümlerden ibâret görüp dînin zâhirî hükümleri diyebileceğimiz şerîati hafife almak da, tasavvufun hakîkatinden uzaklığın açık bir göstergesidir.
KALP TEMİZLİĞİ YETER Mİ?
Bu gibi kimselerin; “Kalbin temiz olsun da, amelin az olsa da olur(!)” şeklinde, nefsânî tâvizlere kapı açan anlayışıyla, şerîatin hâdimi olan gerçek tasavvufun uzaktan yakından bir alâkası yoktur.
TAKVÂ ASLÂ GERİ PLANA ATILMAMALI!
Meselâ günümüzde, Mesnevî-i Şerîfʼin rûhundan uzak bâzı kimseler tarafından, Mevlevîliğin vecd vetakvâ tarafı ihmâl edilerek, aslı zikir olan semâ, âdeta şov maksatlı bir folklor gösterisi ve orkestra eşliğinde icrâ edilen bir mûsikî meclisi hâline getirilmektedir.Hâlbuki Hazret-i Mevlânâ, Mesnevîʼnin ilk 18 beyti içinde yer alan şu ifâdeleriyle; kendisini dinlediği hâlde maksat ve gâyesini idrâk edemeyen gâfillerden şöyle yakınmaktadır:“Ben her cemiyette, her mecliste inledim durdum. Kötü huylu olanlarla da, iyi huylu olanlarla da düşüp kalktım.Herkes kendi anlayışına göre bana dost oldu. Lâkin içimdeki esrârı idrâk etmedi.Benim sırrım, feryâdımdan uzak değildir. Lâkin her gözde onu görecek nur, her kulakta onu işitecek kudret yoktur.Ham ruhlar, olgun ve yetişkin zevâtın hâlinden anlamazlar. O hâlde sözü kısa kesmek gerektir vesselâm.”
BÜTÜN ALLAH DOSTLARININ FEYİZ KAYNAĞI KUR’ÂN VE SÜNNETTİR
Ayrıca, bütün Hak dostları gibi Mevlânâ Hazretleri’nin feyiz kaynağı da şüphesiz ki Kur’ân ve Sünnet’tir. O, bu hakîkati bir rubâîsinde bütün cihâna şöyle îlân eder:“Canım var oldukça ben Kur’ân’ın kölesiyim. Ben Hazret-i Muhammed -sallâllahu aleyhi ve sellem-’in yolunun toprağıyım. Eğer bir kimse, benim sözümden bundan başka (bu istikâmetin dışında) en ufak bir şey bile nakledecek olursa, o kimseden de, onun sözünden de incinirim, tiksinirim.”Bu beyânıyla Mevlânâ Hazretleri kendisini açıkça; “Kur’ân’ın kulu, kölesi; Hazret-i Peygamber’in nurlu yolunun toprağı” olarak takdîm etmektedir. Yani pergelin sabit ayağının dâimâ şerîate bağlı bulunduğunu, hayatını Kur’ân ve Sünnetʼin tâlimatlarına göre tanzim etmeye gayret gösterdiğini açıkça beyân etmektedir.O hâlde şerʼî hükümlerle amel etmeden Hazret-i Mevlânâʼnın yoluna mensûbiyet iddiâsında bulunmak, evvelâ Hazretʼin aziz rûhunu incitecektir.
TARÎKATLERDE TİCARÎ FAALİYETLERE GİRİLMEMELİ
Diğer taraftan, bâzı tarîkatlerde de, başlangıçta sûret-i haktan görünen güzel niyetlerle birtakım ticârî faaliyetlere girilmektedir. Fakat işin sonunda, ekseriyetle takvâ hassâsiyetlerinden uzaklaşılarak maddî menfaatlere râm olmuş bir yapıya dönüşülmektedir. Bu ise, bâriz bir şekilde dînin dünyaya âlet edilmesidir. Hiçlik ve yokluk kapısı olan tarîkatin, varlık ve çokluk kaygısıyla hareket eden bir menfaat çarkına dönüşmesidir.
BAZI TARÎKATLERDE TAVİZ VERİLEN ŞER’Î ÖLÇÜLER
Bâzı tarîkatlerde ise, helâl-haram hassasiyetleri geri plâna atılarak, yine; “benim kalbim temiz(!)”gibi, içi doldurulmamış ifâdelerle, kadın-erkek ihtilâtının önünün açıldığı, tesettürde zaaf gösterildiği ve daha nice şerʼî ölçülerden tâviz verildiği görülmektedir. Sanki kalp te*miz olduğunda helâl-haram sınırlarına riâyet etmek gerekmezmiş gibi, tamamen nefsâniyete prim veren, bâtıl bir görüşe meyledilmektedir.
HELÂL VE HARAMA RİÂYET EDİLMELİ
Böylece her hususta en büyük rehberimiz olan Peygamber Efendimiz -sallâllahu aleyhi ve sellem-ʼin, en temiz kalpli insan olduğu hâlde; ibadette, muâmelâtta, ahlâkta ve bilhassa günümüzün en büyük problemi olan “helâl ve harama riâyet”te, ümmetine emsalsiz bir örnek teşkil etmiş olduğu hususu, görmezden gelinmektedir.Hâlbuki Ehl-i Sünnet veʼl-Cemaat muhtevâsı içindeki gerçek tasavvuf, Peygamber Efendimizʼin hayat düsturlarıyla, zâhiren ve bâ*tınen bütünleşebilme gayretidir. Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, mânevî ke*mâlâtın zirvesinde bulunmasına rağmen, nasıl ki zâhirî kulluk vazifelerini de son nefesine kadar büyük bir titizlikle îfâ etmişse, Oʼnu örnek alması gereken her müʼmin de, hangi mânevî makam, mevkî, meşrep ve tarîkatte olursa olsun, şerʼî vazifelerini yerine getirmekle mükelleftir.
HARAMLAR ASLÂ HELÂL OLMAZ!
Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleriʼnden nakledilen şu hâdise, bu hususu ne güzel îzah etmektedir:“Bir gün gözümün önünde bir nur peydâ olmuş ve bütün ufku kaplamıştı. «Bu nedir?» diye bakarken, nurdan bir ses geldi:«–Ey Abdülkâdir, ben senin Rabbinim! Bugüne kadar yaptığın sâlih amellerden öyle memnunum ki, artık sana haramları helâl eyledim.» dedi.Ancak hitap biter-bitmez, ben bu sesin sahibinin şeytan -aleyhillâne- olduğunu anladım ve:«–Çekil git ey mel’un! Gösterdiğin nur, benim için ebedî bir zulmettir/karanlıktır.» dedim.Şeytan:«–Rabbinin sana ihsân ettiği hikmet ve firâsetle yine elimden kurtuldun! Hâlbuki ben, yüzlerce kimseyi bu usûl ile yoldan çıkarmıştım.» diyerek uzaklaştı.Ellerimi yüce dergâha açtım; bunun, Rabbimin bir lûtfu olduğu şuur ve idrâki içinde, Cenâb-ı Hakk’a şükürler eyledim.”Cemaatten biri:“–Onun şeytan olduğunu nereden anladınız?” diye sorunca da;“–«Sana, haramları helâl kıldım.» demesinden!” cevabını verdi.
KUR’ÂN VE SÜNNETE UYMAYAN KİŞİ TASAVVUF EHLİ OLAMAZ
Hakîkaten bir kul, güzel hâli, sâlih amelleri ve mânevî derecesi sebebiyle helâl-haram hudutlarından muaf tutulacak olsaydı, evvelâ insanlığın Hakk’a kulluktaki zirvesi olan Peygamber Efendimiz -sallâllahu aleyhi ve sellem- böyle bir muâfiyete sahip olurdu. O’na bile böyle bir imtiyaz tanınmadığına göre, hiç kimseye de tanınacak değildir.İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bu hususta şöyle buyurmuştur:“Bâtına ehemmiyet vermek, zâhire de ehemmiyet vermeyi îcâb ettirir. (Yani zâhir ve bâtının bir âhenk içinde olması zarurîdir.) Bâtınla meşgul olurken zâhiri ihmâl eden kimse zındıktır. Onun elde ettiği bâtınî hâllerin hepsi istidraçtır.[1] Bâtınî hâllerimizin sıhhatini gösteren en iyi ölçü, zâhirimizin şer’î ölçülere göre tanzim edilmesidir. İstikâmet yolu işte budur.”[2]Bu itibarla, hayatını Kurʼân ve Sünnet ölçülerine göre düzenlemeyen, dînin zâhirî mükellefiyetlerini ihmâl eden bir kimsenin dilinden, ne kadar tasavvufî ifâdeler dökülürse dökülsün, o kimse, gerçek mânâda tasavvuf ehli olamaz.
İLÂHİ EMİRLERE UYMAYAN MÜ’MİN SEYR U SÜLUK YOLUNDA MESAFE KAT EDEMEZ
Meselâ mîras meselesini, dünyevî menfaatine uymadığı için, ilâhî emirlere göre tanzim etmekten kaçınan bir müʼminin, seyr u sülûk yolunda bir mesafe katetmesi düşünülemez.Aynı şekilde, âile hayatında İslâmî ölçülere riâyet etmeyen birinin tasavvufî hayatından söz edilemez. Çocuklarının sırf fânî istikbâlini düşünerek onları Kurʼân eğitiminden mahrum bırakan, böylece yavrularının ebedî istikbâlini tehlikeye atan bir anne-babada mânevî inkişâf olmaz. Böyle bir anne-babanın tasavvuf ehli olduğunu zannetmesi, ancak gafletinin bir göstergesidir.
KİŞİ MANEVİYATINI NASIL SAKATLAR?
Yine ticârî hayatta kul hakkı yemek, dünyevî bir menfaati için Allâhʼın men ettiği şekilde hareket etmek, “canım bu seferlik olsun da bundan sonra yapmam” gibi ifâdelerle tâvizlere meyletmek; kişinin kendine yaptığı en büyük zulümdür, mâneviyâtını sakatlamasıdır.Kıskançlık ve hasetleri sebebiyle, Hazret-i Yûsufʼu öldürmeye teşebbüs eden kardeşlerinin Kurʼân-ı Kerîmʼde beyân edilen şu ifâdeleri de, kulu haramlara düşürmek için nefsin kurduğu tuzakların tipik bir misâlidir:“(Yûsufʼun kardeşleri aralarında dediler ki:) Yûsufʼu öldürün veya onu (uzak) bir yere atın ki babanızın teveccühü yalnız size kalsın! Ondan sonra da (tevbe ederek) sâlih kimseler olursunuz!” (Yûsuf, 9)“
NASIL OLSA TEVBE EDERİM” DİYEREK HARAMLARA DALMAK
Dolayısıyla, gelip gelmeyeceği meçhul olan yarınlarda tevbe edip hâlini ıslâh etme düşüncesiyle bugün haramlara dalmak, hem tevbeyi hafife almaktır hem de kendini nefsânî arzuların kölesi hâline getirmektir. Bu hâl ise mânevî hayatına zehir serpmekten farksızdır.Bu hususta Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-ʼın verdiği şu ölçüleri hiçbir zaman hatırdan çıkarmamak îcâb eder:“Bir kimsenin kıldığı namaza, tuttuğu oruca bakmayınız;
- Konuştuğunda doğru söylüyor mu?
- Kendisine bir şey emânet edildiğinde, emânete riâyet ediyor mu?
- Dünya ile meşgul olurken helâl-haram hassâsiyetini gözetiyor mu? İşte bunlara bakınız.”[3]
TASAVVUF, HAYATIN HER SAFHASINDA ŞERİATE RİAYETİ GEREKTİRİR
Velhâsıl, kişinin ibadetlerinde, muâmelâtında, ahlâkında ve hayat nizâmında şerʼî ölçülere riâyet hassâsiyeti yoksa, o kişinin tasavvufî bir terakkî beklemesi mânâsızdır.Unutmayalım ki, İslâmʼın zâhirî hükümleri diyebileceğimiz şerîat, âdeta bir vücûdu ayakta tutan iskelet gibidir. İskeleti olmayan, omurgasız bir beden ayakta kalamaz. Fakat sırf iskeletten ibâret bir dînî hayat da -kimilerinin kasten göstermek istedikleri gibi- ürkütücü, soğuk, itici ve ruhsuz bir İslâm anlayışı ortaya koyar.
TASAVVUF, İSLÂM’I BÜYÜK BİR AŞK VE ŞEVKLE YAŞAMA GAYRETİDİR
Bu bakımdan gerçek tasavvuf; İslâmʼı, Allah Rasûlü -sallâllahu aleyhi ve sellem-, sahâbe-i kirâm, selef-i sâlihîn ve takvâ ehli müʼminlerdeki feyz ve rûhâniyet dolu muhtevâsıyla idrâk edip, tıpkı onlar gibi, büyük bir aşk, vecd ve şevkle yaşama gayretinden ibârettir.Dipnotlar: [1] İstidraç: Kerâmetin zıddı olarak, kâfir, fâsık ve müteşeyyih, yani velî olmadığı hâlde velîlik taslayan bâzı şahıslardan zuhûr eden hârikulâde hâller. Bu hâller birer ilâhî imtihan olup onları yavaş yavaş helâke sürükler. [2] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, III, 87-88, no: 87. [3] Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VI, 288; Şuab, IV, 230, 326.Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Müslümanın Kendisiyle İmtihanında Tasavvuf, Erkam Yayınları.