İnsanın “gücü isteyen varlık” olduğu düşüncesi sesini Nietzsche ile duyurmuş olsa da ondan yaklaşık iki yüzyıl önce bunu dile getiren birisi vardı: Thomas Hobbes. Nietzsche gibi Hobbes da insanı ve dünyayı anlama çabasında materyalist bir tutum benimsemiş, felsefesini bu materyalist temeller üzerine kurmuştur. Ancak Hobbes’un düşüncesi ölümden kaçınma ve güvenlik sağlama isteğinin sonucu olan bir güç istemine işaret ederken, Nietzsche’nin güç istemi düşüncesi varlığını koruma ve sürdürme arzusunun (Conatus) ötesindedir.
İnsanı acıdan kaçınan ve hazza koşan bir varlık olarak düşünen Hobbes, Leviathan’da bir doğal durum tasavvuru öne sürer. Buna göre doğal (bir topluluk öncesi) durumunda insan, arzuladığı her şey üzerinde bir hakka sahiptir. Bu durum eninde sonunda insanların birbiriyle çatışmasına yol açacaktır. Çünkü insanlar doğuştan eşittir ve bu durum amaçlarına erişme umudu bakımından da eşitliği doğurur. Bu yüzden aynı şeye erişme umudu taşıyan iki kişi, ya birbirini ortadan kaldırmak ya da tahakkümü altına almak isteyecektir. Çünkü varlığını korumak istemektedir. Taraflardan birinin varlığını korumaya yetecek olandan daha fazla güç arzulaması ihtimaline karşı, diğer taraf da sadece korunma isteğini karşılamakla yetinemez. Böylece sürekli bir güç istemi söz konusudur. Homo homini lupus, insan insanın kurdudur. Böyle bir durumda karşılaşılacak şey güvenlikten yoksunluk, yani bir savaş ve çatışma hâlidir (Leviathan, XIII).
Hobbes, insanların bu savaş hâlinden barışa yönelmesine neden olan üç duygudan söz eder: Ölüm korkusu, rahat bir yaşam için gerekli şeyleri elde etmek arzusu ve çalışarak onları elde etme umudu. Böylece insanlar barışı tesis etmeye yönelirler. İyi-kötü, doğru- yanlış gibi kavramların nesnelerde değil insanların yargılarında bulunduğunu öne süren Hobbes hakikati uzlaşımsal kılmaktadır. Neyin tercih edilir olduğuna dair bir anlaşmazlığın söz konusu olduğu durumda, hakem kabul edilecek bir üçüncü kişinin kararına uymak gerektiğini söyler. Bu hakem, monarktır. İnsanların her biri kendi hakkından diğeriyle aynı ölçüde vazgeçerek monarka devretmelidir ki savaş ve çatışma son bulsun, güvenlik mümkün olsun.
İnsanlar böylece devlette birleşirler. Böylece herkesin doğal durumda sahip olduğu güç tek bir kişide toplanır. Güçler çatışması son bulur. İnsanlar rahat bir nefes alır ve doğal durumdaki çatışmanın yerini stabillik ve güvenlik alır. Çünkü insanın güç isteğine sebep olan şey, ölüm korkusu ve güvenlik arzusudur. Bunların teminat altına alınması durumunda bireylerin gücü istemesi için bir sebep kalmayacaktır.
Hobbes’unki gibi bir doğal durumda çatışan güçlerin politik bir beden olarak devlette son bulması, Nietzsche’nin Ahlakın Soykütüğü’nün ilk bölümünde sürdürdüğü bir tartışmayı akla getirir: Ahlakta köle başkaldırısı. Nietzsche insanlar arasında Hobbes’un varsaydığı gibi bir eşitlik olduğu düşüncesine karşıdır. Ona göre kişi ya köle ya da efendidir. İyi ve kötü kavramlarının etimolojisine giderek iyi’yi soylu, asil ruhlu, üstün ruhlu, seçkin ruhlu olarak; kötü’yü ise bayağı, avam, aşağı, fena olarak açıklar (Ahlakın Soykütüğü, I, 4). Politik üstünlük ile ruh üstünlüğünün ayrışmamış olarak bulunduğu Antik zamanlara referans ederek, soylu insanın eyleminin iyi’ye işaret ettiğini söyler. Bu durumda köle, soylunun tahakkümüne maruz kalır. Fakat eylem tepkisinden yoksun olduğu için öç alamaz ve hınç duymaya başlar. Bu hınç içinde yaşadığımız kültürün de kökeninde bulunur. Hristiyanlığı, ruhban ahlakını dayatan köle, soylunun değerlerini kötü ilan ederek bir eşitlik tesis etme yoluna gider. Çünkü soylunun şiddeti, gücü, egemenliği, tahakkümü karşısında direnecek gücü yoktur. Kölenin gücü kurnazlığıdır, aklıdır. Bir öte-dünya ideali yaratır ve soylunun değerlerini sindirir. Bu dünyada güçsüz olmayı öte dünyada güçlü olmak ideali ile değersiz hâle getirir. Çarmıha gerilmiş, acılar içerisinde yaşayan, sefil, pasif bir İsâ yaratır ve “İsâ gibi olmak değerlidir” der. Kurumlar yaratır ve bu kurumların ölçüsünü zayıf olanı korumak olarak belirler. Kendini koruma ve başkasını tahakküm altına alma gücünden yoksun oluşunu aklının ve kurnazlığının gücü ile telafi eder.
Nietzsche, efendi ve köle arasındaki bu savaşımın üstinsana doğru evrileceği kehanetinde bulunur. Kölenin değerlerinin soylu insanı hasta ettiğini, ehlîleştirdiğini, bu yabanî hayvanı evcil bir hayvana dönüştürdüğünü söyler. Fakat güçlerin devinimi son bulmamıştır. Nietzsche dilin kullanımının yol açtığı bir yanılsama yüzünden eylem ile eyleyeni ayırma yanılgısına düştüğümüzü söyler. Yani bir güç, karar vererek deviniyor değildir. Eğer bir güç varsa zorunlu olarak devinecektir. Nietzsche’nin belki hoşlanmayacağı bir ifadeyle söylersek; yaşamın özü güç istemidir. Nietzsche “bir şeyin özü şu şeydir” türünden ifadeleri aşkıncı, idealci, dolayısıyla kölece bulur. Fakat güç isteminin yaşamın özü olması ifadesi, her edimde yeniden kurulacak bir yaşama işaret ederek bizi yeniden Nietzsche’ye yaklaştırır. İnsan güç ister. Fakat bunu ne varlığını korumak için ne güvenlik için ne stabil bir hâle ulaşmak için ister. İnsan gücü zorunlu olarak ister, çünkü yaşam çatışmalarla, yenilgiler ve zaferlerle yeniden ve yeniden kurulur.
Böylece diyebiliriz ki, Nietzsche’ye göre gücü isteme ve bunun sonucu olarak çatışma bir durağanlık hâline evrilmeyi amaçlamaz. Oysa Hobbes’ta çatışmayı son bulduracağını umduğumuz bir politik düzene evriliriz. Nietzsche için güç her zaman daha fazlasına yönelir ve yaşamı sürekli dinamize eder. Hobbes için ise insanların korku duymalarına ve güçlerini devrederek bir anlamda bu dinamizmden geri çekilmelerine neden olur. Hobbes’un acıdan kaçan ve hazza yönelen insanına karşılık Nietzsche’nin insanı acıdan da hazdan da beslenerek daha başka bir çatışmaya doğru yol alır. Bu yol, üstinsana giden köprüdür.