Hatırası eksik olmasın bozkırın tezenesi, büyük usta Neşet Ertaş Gönül Dağı türküsünde şöyle der: “Dost elinden gel olmazsa varılmaz/ Rızasız bahçenin gülü derilmez.” Rızalık eskilerde daha çok kullanılan bir tabirdi; olur verme, kabul etme, razı olma anlamlarına gelir. Yine Alevi külliyatında rızalığın ayrı bir yeri vardır. Kişi önce kendisiyle hesaplaşır, özünü dara çeker sonra toplum onun yola girmesine razı olur ve elbet can, itikadını sahiplendiği yola özgürce dahil olur. Onun için rızalık inancın temel taşlarından biridir.
İnsanın yaşarken kendini baskı altında hissetmesi, özgürlüğünün kısıtlandığını bilmesi ve dahası rızası dışında karar süreçlerine dahil edilmesi kabul edilecek türden bir olay değildir. Dahası baskı ve zor aygıtı bir defa kullanılınca, bir defa bu yol kanıksanınca, hududa bir sınır çizmekte mümkün olmayacaktır. Peki, bu “zorbalığı” kamu adına hareket edenler yapar üstüne üstlük, insanları iradesi dışında bir dinin/inancın finansmanı haline getirirlerse ne olur? O inanç anlayışı töhmet altında kalmaz mı? “İnsanların rızalarını hiçe sayan bir inanç, kime hangi değerden bahsedebilir” denmez mi? Denecektir elbet ve nitekim bu durum en çokta o inanç yorumuna zarar vereceği için ilk başta buna inananlar/dindarlar karşı çıkmalıdır.
BU HAKSIZ PRATİĞİN ANLAMI NE!
Malumunuz Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesi itibariyle en çok harcama yapan “kamu kurumlarından “ bir tanesi. Buna göre Diyanet’e 2017 yılında 6,8 milyar lira ödenek ayrıldı. Bu rakam bile birçok bakanlığın bütçesinden fazla iken, Diyanet yıl içerisinde ek ödenek istedi ve 2017 yılı itibariyle Diyanet İşleri Başkanlığı tam 7,2 milyar lira harcadı. Bu harcamanın %78’inin personel gideri olduğu belirtilmekte. Yine Diyanet bu bütçeden kar amacı gütmeyen kuruluşlara 113,3 milyon lira dağıtmış. Bunun dışında Diyanet Personeline yapılan geziler itibariyle 73,4 milyon lira ödenmiş. Nihai olarak kurum temsil ve tanıtım giderlerine de 2,7 milyon lira harcamış.
Peki, İslam dinini kamusal alanda temsil ettiğini iddia eden Diyanet İşleri Başkanlığı’nın harcamalarını neden aynı inanca mensup olmayanlar ya da inançsız kimseler karşılar ki? Ya da şöyle soralım kim inanmadığı bir dinin/öğretinin yoluna girer ve dahi onun için para verir? Elbette kimse! O halde burada zora dayalı, bütün etik değerleri de yerle yeksan eden bir durum var: İnsanlar rızalığı alınmadan bir inancın paydaşı kılınmış. Diğer bir ifadeyle insanlar hem de zorla “misyonerleştirilmiş”. Peki, bu durum İslam dini açısından sorun teşkil etmiyor mu ve tabi Diyanet İşleri Başkanlığı açısından da? Her şey bir yana “kul hakkı” istediğimiz zaman raftan indireceğimiz, aksi durumlarda yerin yedi kat altına gömebileceğimiz itikadi bir sav mıdır?
MAK Danışmanlığın 2017 yılında yaptığı bir araştırmaya göre %76 oranında bir kesim “Kur'an-ı Kerim ve diğer kitapların vahiyle geldiğine inanıyor musunuz?” sorusuna “hayır” diye cevap vermiş. Bu durumun açık anlamı şu. Türkiye’de insanların yaklaşık dörtte biri Müslüman değil! Fakat Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesinde onların da payı var? Hangi hakla, hangi izahatla yapılabilir bu! Nitekim kimi Avrupa ülkelerinde kilise vergisi diye bir vergi türü var? Eğer birisi din hizmeti almak istiyorsa vergisini öder ve elbet bu hizmeti almak istemeyenden o vergi alınmaz. Türkiye bunu yapamayacak bir ülke değil. O halde yaşanan bu haksız pratiğin anlamı ne!



DİYANET NEDEN HARCAMALARI İLE YÜZLEŞMEZ Kİ?
Resmi rakamlara göre nüfusun beşte birinin yoksul olduğu, milyonlarca insanın asgari ücretle geçindiği yaklaşık 2 milyon çocuğun “işçi” olarak ömür sürdürdüğü bir yerde, din adına harcanan paraların meşruiyeti hangi ilahi, insani ve vicdani sebebe dayandırılabilir ki zaten. Tanrı, insanlar yoklukla boğuşsun, sefalet alıp başını gitsin, ne yaşanacak bir hayat, ne şükredilecek bir dünya kalsın ama yeter ki din adına para mı harcansın diyor? Değil Tanrı vicdanın en küçük merhalesi bile bu düşünceden ar edineceğine göre, Diyanet neden gerek bütçesi gerekse de harcamaları ve dahi harcamalarına giden paraların kaynağı ile yüzleşmez ki? Olacak şey midir bu! Hem sonra “israf” haram değil miydi? Ya da israf, tıpkı “kul hakkı” gibi istendiğinde bulunmayacak, gerek duyulduğunda baş tacı edilecek dini bir kabullenme miydi?
Bu yazı Diyanet İşleri Başkanlığa bağlı Diyanet Vakfı’nın, kendi televizyonunu kurma haberi üzerine kaleme alındı. Haberi bilerek sona bıraktım. Zira o televizyonu kuracak paranın kaynağında rızası alınmayan insanlar, zor şartlar altında yaşamını sürdürmek isteyen emekçiler, işsizler yoksullar vardı. Onun için önce rızalığı hatırlatalım, gönül diyelim, can diyelim dedik. Akabinde canın dünyasını, yaşadıklarını, hayatını görmek istedik. Din ve Diyanet bu noktada nerede mi durur ya da durmalıdır? Bu soruya da cevabı Karl Marks versin: “Din içinde çekilen ızdırap, aynı zamanda, gerçekte çekilen ızdırabın bir ifadesi ve gerçek ızdıraba karşı bir protestodur. Din, baskı altında ezilen yaratığın iç çekişidir; kalpsiz bir dünyanın kalbi ve ruhsuz koşulların ruhudur. Halkın afyonudur.”
Aydın Tonga