Evrensel gazetesi yazarı sanatçı Ferhat Tunç, Gezi direnişi sırasında polis vurduğu ve geçtiğimiz günlerde yaşamını yitiren Berkin Elvan'ın dayısıyla arkadaş olduğunu, Elvan'ın dayısının da 12 Eylül'ün ardından bir çatışmada öldürüldüğünü yazdı.
İşte Tunç'un bugünkü Evrensel'de anlattığı Berkin Elvan'ın dayısı:
Hayat ne garip. Ne tuhaf. Yıllar önce uğurladığım dostumun, Mehmet Yoldaşımın ardından şimdi onun yeğenini, Berkin’i toprağa vermek ve onun yanına yolcu etmek üzere, hem de kendi bedeninden daha ağır olan tabutunu omuzlarımda taşırken, onun bacısını teselli etmek ve tüm bu duygu ve öfke taşmalarına rağmen yine de ağlamamak için direnmek ne zor. Ne zor, o gün orada gencecik, hayatının baharında bıyıkları henüz terlemekte olan bir çocuğu son yolculuğuna uğurlarken onun için ağıt yakmak, bilemezsiniz. Bilmeyin de. Dilemem ben böyle derin ve dipsiz bir acıyı hiç kimselere.
MAHALLE KOMİTESİ SORUMLUSU
1978 yılında 15 yaşında bir ortaokul öğrencisiydim. Dersim’de devrimci mücadelemizin hareketli yıllarıydı. Hemen hemen tüm öğrencilerin mensubu olduğu bir örgütü vardı. Bu örgütsel ilişki ağı içinde yakınlık kurduğumuz bir yoldaşımız vardı; kısa boyu, iri ve kara gözleriyle dikkat çekiyordu. Özel yakınlığımızın bir nedeni de; aynı kişinin, mahalle komitemizin sorumlusu olmasıydı.
Adı Mehmet’ti. Ovacıklı olduğunu çok sonradan öğrenmiştim. Örgütsel faaliyet yürütenlerin kimlikleri hakkında fazla soru sorulmaz ve genelde nereli oldukları da merak edilmezdi. Ancak Mehmet’le örgütsel bağımızın ötesinde bir dostluk ilişkimiz de vardı.
Dersim’de Kanoğlu Mahallesinde bulunan evimizde toplanıyorduk. Toplantılar teorik eğitim kapsamındaydı. Mehmet, ciddi bir Sosyalist Klasikler okuması yapan biri olarak, bu toplantılarda bize ders veriyordu. Bana önerdiği kitapları okurken mutlaka özetlerini de isterdi. Beni önemsediğini fark ediyor ve büyük bir heyecanla isteğini yerine getirirdim.
YOKSUL BİR AİLENİN ÇOCUĞU
Mehmet yoksuldu. Yoksul bir ailenin çocuğu olarak şartlarının zorluğunu biliyordum. Ailemin Almanya’da olmasından ötürü pek parasal sıkıntı çekmezdim. Cebimdeki paranın da tamamını Mehmet ve diğer yoldaşlarımla paylaşırdım. Mehmet’in yoksulluğunu bildiğimden onun ihtiyaçlarını karşılamak beni bilhassa mutlu ederdi. Eskimiş yırtık ayakkabılarını anımsıyorum; yağmur çamur demeden örgütsel çalışmalar için gittiğimiz köylerde o ayakkabılarıyla idare etmeye çalışırdı. Oysa benim ayağımda babamın Elazığ’da aldığı Potin vardı. Bunu içime sindirememiş, kendisine danışmadan ona Mekap almıştım. Çok kızmıştı ve dahası götürüp iade etmemi istemişti. Zira ayakkabılarının hâlâ kullanılabilir olduğunu, paraya ihtiyacı olan başka yoksul yoldaşlarımız olduğunu söylemişti. Epey tartıştıktan sonra ikna etmiştim, ayakkabıyı giymişti.
1979’un Eylül ayında, Almanya’ya gitmek üzere Dersim’den şehirler arası bir otobüse binecektim. Ayrılma vakti gelmişti. Hareket saatime son anda yetişmiş ve el sallayarak beni uğurluyordu. Otobüsün yüksek sesle çaldığı klaksonla, öğrencilik yıllarımın unutulmayacak anılarıyla dolu Palavra Meydanı’nda, aklım Mehmet ve diğer yoldaşlarımda kalmıştı. O gün, Dersim’den yıllar sürecek bir ayrılığın, özlemin ilk günüydü ve Mehmet son kez gördüğüm yoldaşımdı.
1980 Darbesi ve gün be gün gelen çatışma, ölüm haberleriyle sarsılıyorduk. Dersim’ de deyim yerindeyse bir “insan avı” başlatmıştı. Çatışmalarda birçok arkadaşım katledildi. Çaresizce, gidenlerin arkasından ağıtlar yakıyorduk. Mazgirt’te çıkan bir çatışmada yaşamını yitirenlerden birinin Mehmet Düzen olduğunu duyduğumda yıkılmıştım. Mütemadiyen gülümserken gözümde canlanan Mehmet, iri gözlü yoldaşım yaşamıyordu.
DAYISINA BENZİYORDU
Gezi direnişi sırasında Okmeydanı’ndaki evinden ekmek almak için çıktığı sırada polisin attığı gaz kapsülü ile başından vurulduğunda Berkin 14 yaşındaydı. Berkin 15. yaşına ne acıdır ki, ölümle pençeleştiği hastane odasında girdi.
Ailesinin geri döneceğine dönük inancı milyonlarca insanın da ortak inancı olmuştu. Hastane önünde kurulan çadır, Berkin’in durumunu merak edenlerle dolup taşıyordu. Annesi ve babasıyla o çadırda tanışmış, sohbet etmiştik. Sohbet sırasında Berkin’in annesi, Mehmet’in kardeşi olduğunu söylediğinde duygulanmıştım. Hem yitirdiğimiz Mehmet’i, hem de yitirmek üzere olduğumuz Berkin’i konuşmaya başladık. Dayısına benzediğini söylemiştim. Annesi, huylarının da benzediğini anlatmıştı.
Berkin 269 gün sürdürdüğü yaşam mücadelesini 16 kilo olarak 11 Mart sabahı, saat 07.00’de kaybetmişti. Okmeydanı Cemevine vardığımda saat 10.00’du. Annesiyle göz göze geldiğimde, “Aldılar Berkin’imi benden bıra, tıpkı Mehmet kardeşim gibi. Onu da Berkin gibi haince vurmuşlardı” diyerek ağıtlar yakmaya başladı.
DAYISININ YANINA GİTTİ
Berkin’in minik bedeni otopsi yapıldıktan sonra cemevine getirildiğinde, anne ve kardeşlerin çığlıkları sanki en zararsız, en etkili kurşun gibi gökyüzüne yükseliyordu. Çığlıklar sokaklarda gözyaşı oluyor, yağmurla karışıp tertemiz olduğunu ispat ediyordu.
Cemevindeki nöbetimizi tamamladığımızda, saat 22.00’ydi. İkinci gün cenaze töreni için yeniden cemevine yöneldiğimizde izdiham vardı. Girişlerde kurulan barikatlar araçların Okmeydanı’na girmesini engelliyordu. Günün ilk saatlerinde akın akın gelen insanların yüzlerinde, birbirini besleyen iki duygu hakimdi; hüzün, öfke... Evladını yitiren çok kadın gördüm. Yolda karşılaştığım kadınlar da tıpkı kendi çocuklarını yitirmiş gibi ağlıyordu. Son otuz yılda gördüğüm galiba en ciddi kalabalıktı.
Cemevindeki dini merasimin ardından ilk durağımız vurulduğu sokaktı. Berkin’im cansız bedeninin sığdığı o tabutu omuzlarken, ne çok tabut omuzladığımızı fark ettim... Berkin’in 1981 yılında katledilen dayısı da aklımdan çıkmıyordu.
Devletin annesinden, kardeşlerinden, arkadaşlarından, sokaktan, oyundan alıkoyduğu ilk kişi değildi, Berkin Elvan. Uğur Kaymaz, Fatma Erkan, Ceylan ve Roboski’de parçalanmış bedenleriyle saymaya korktuğumuz çocuklar... Okmeydanı’nı dolduran on binler hepsinin hesabını soruyor, çocuk öldüren devlete isyan ediyordu.
Okmeydanı’ndan Şişli’ye ve oradan Feriköy’e uzanan hatta insan seli vardı. Son zamanlarda sıkça atıfta bulunduğumuz “Gezi’nin direniş ruhu” yeniden aramızdaydı. Hrant Dink’ten sonra bu kez Berkin faşizme karşı birliğe davet eder gibiydi.
İstanbul, evladını Ali İsmail Korkmaz, Ethem Sarısülük, Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş, Ahmet Atakan, Medeni Yıldırım’ın yanına gönderiyordu.
Saatler süren yürüyüşün ardından Feriköy Mezarlığına varmıştık. O mahşeri kalabalığı yarmak ve mezarlığa ulaşmak hiç de kolay olmadı. Anne, Berkin’in tabutuna sarıldı ve esmer çocuk, gözyaşları içinde ebedî yerine konuluyordu. Anne ve kız kardeşlerinin çığlıkları dinmek bilmedi. Grup Yorum’un söylediği, “Büyü” isimli şarkının ardından mikrofon bana verildi. Böyle anlarda insan için galiba en ‘zoru’ da, en kolayı da ağlamak...
Berkin’in bir tarafı Dersim’di ve aklıma ilk gelen Dersimli Analarımızın evlatlarını uğurlarken söylediği ağıtlardan biriydi. Bu ağıtla daha önce Ahmet Kaya ve Mehmet Uzun’u uğurlamıştım. Metin Göktepe’den sonra Berkin’i bu ağıt eşliğinde üzerimde fazlasıyla emeği olan, dayısı Mehmet’in yanına uğurluyordum, ne acı....
Daye Daye Bekesamı Daye
Felek Qemıs biyor
Şiyor Harde şaye
(Anne Anne Kimsesizim Anne
Felek Acımadı
Giriyorum Kara Toprağa)