Her teori, açıkça ifade etsin ya da etmesin, temelde belli bir insan tasavvurundan yola çıkar. Bu ön kabuller üzerinde özellikle durmak gerekmektedir. Çünkü bu husus, sosyolojinin ‘teorisi’nin değil ‘teorileri’nin olmasının önemli bir nedenini oluşturmaktadır. G. Bajoit, sosyoloji teorilerinin temelini oluşturan insan tasavvurlarını dört ana grupta toplamıştır:
İnsan, tabiatı icabı muhtaç bir varlıktır. Bu yüzden benzerleriyle dayanışma içinde yaşayarak kendini güvenlikte hissetmeye çalışır.
İnsan fırsatçı, hesapçı, egoist, menfaatlerini azamiye çıkarmaya ça-lışan bir yapıdadır.
İnsan sömürülebilen, yabancılaşabilen, yanlış bir bilinçle körleşen bir yapıdadır.
İnsan dayanışmacı, direten, diğergâm, tahakkümün boyunduru-ğundan kurtulmaya çalışan, “kutsal ağırlıklar”ın altında ezilse bile, birlikte davranarak toplum üzerinde etkili olmaya ve onu yeniden üretme yeteneğinde olan bir varlıktır.


Dikkat edilirse yukarıdaki ilk tasavvurdan uzlaşma teorilerinin, ikincisinden metodolojik bireyselciliğin, üçüncüsünden Marksist ve Neo-Marksist teorilerin ve dördüncüsünden aksiyonalist teorinin doğduğu görülecektir.

Diğer sosyoloji teorileri için de benzeri şeyler söylenebilir. Örneğin strüktüralist teori, insanın ‘doğal’ bir varlık olduğu, bu nedenle kültürel aidiyeti ne olursa olsun, aynı zihinsel şemalarla hareket ettiği ön kabulünden yola çıkar. Sosyobiyoloji, insanın ‘doğal’lığını bir adım daha ileri götürerek ‘sosyal’in tamamının genler tarafından belirlendiği ön kabulüne dayanır.

Biz, teorilerin insanın doğasına dair bu ön kabullerinin sosyolojik bilginin temeline uzanan önemli ve kolay çözümlenemeyecek bir problematik olduğunu düşünüyoruz. Çünkü bu tartışma sosyolojinin dışına taşarak, antropoloji alanına uzanmakta, hatta -belki de bilimsel bilgimizin henüz yeterli olmaması nedeniyle-, ontolojik bir boyut içermektedir. Günümüz sosyal bilimcileri insan doğasının ne olduğu tartışması bir yana, “insan doğası” diye bir realitenin olup olmadığı hususunda bile fikir birliğine varabilmiş değiller.

Bir örnek vermek gerekirse M. Sherif, “insan doğası böyle olduğu için …” ifadesiyle başlayan yaklaşımları kabul etmez. Ona göre mesele, “insan doğasının bireyci, yarışmacı ve didinici olduğu” varsayımı genellenemez. Bu varsayım ancak Amerika Birleşik Devletleri’nin toplumsal evrim sürecinde şekillenen insan tipiyle sınırlandırılsa geçerlilik kazanır. İnsanın yargı, algı, bellek ve duygusallık gibi temel psikolojik doğal olu-şumlarla ilgili verileri, bilimsel açıdan yalnızca algı dayanağı çerçevesine ilişkin olarak tanımlanabilecek durumlardır.