Kuşlar gibi uçmayı, balıklar gibi yüzmeyi öğrendik, fakat bu arada çok basit bir sanatı unuttuk. İnsan gibi yaşamak… Martin Luther

Ve insan aniden ortaya çıktı… Çok uzun olmayan bir süre önce bir gün bu garip hayvan, türdeşlerinin arasından sivriliverdi. Kendisini doğanın dışına çekip kontrolü altına alarak ona üstün geldi ve doğanın biçimini değiştirdi. İkili yaşamı, aileyi, toplumu keşfetti. Ve de iktidarı, aşkı, savaşları… Neden? Keşfetme ruhu ve ele geçirme açlığı nereden çıktı? Evet, neden insan? Biz nasıl bugünkü biz olduk?

Günümüzün ünlü bilim insanlarından biri olan Carl Sagan, insanın kendini canlılar arasında üstün bir tür olarak görme eğilimde olanlara karşı, alçakgönüllü bir yaklaşımla şu ifadeyi vurgular:
“Dinlerin birçoğu, tanrılarının heykellerini çok kocaman yapmaya teşebbüs etmişlerdir ve bu teşebbüsün ardındaki fikir, sanırım, biz insanlara, kendimizi küçük hissettirmektir. Eğer hedefleri buysa, değersiz ikonolar onların olsun. Kendimizi küçük hissetmek için, başımızı kaldırıp gökyüzüne bakmaktan başka bir şeye gerek yok.”

Diderot, Ansiklopedi’nin “insan” başlıklı maddesinde, bir tanım yapma girişiminde bulunur: “İnsan: hisseden, düşünen, dünya üzerinde özgürce dolaşan, hükmettiği bütün diğer hayvanların başında görünen, toplum içinde yaşayan, sanatı ve bilimi icat eden, kendine özgü iyilik ve kötülüğü olan, kendine efendiler oluşturan ve kanunlar yapan, vs. bir varlık.”

İnsanoğlu fiziki yapı olarak, doğa karşısında bazı canlı türlerine oranla dünyaya daha zayıf ve güçsüz olarak gelir. Bu yetersizlikten kaynaklandığı için her insanın varoluşunda bir eksiklik duygusu mevcuttur. İnsanoğlu çocukken güçlü insanlar arasında yaşayan güçsüz bir varlıktır. Sonraki yaşamı boyunca ise, daha önce kendisine egemen olan insanlar ve doğal güçler önünde, üstünlük kurmak ve gücünü kanıtlamak isteğinden doğan bu evrensel ve şaşmaz insan özelliği, tutarlı ve gelişmiş bir kişilikle olumlu yönde değiştirilebilir ve düzenlenebilir.

Bu yönüyle konuya yaklaştığımızda, kişilik, bireye özgü bir yapıdır. Olgun yaşa ulaşmış bir kimsenin bir başka kimseye benzemesi, onun ile aynı olması için uğraşıp didinmesi, kendi kişiliğini özünden tümüyle değiştirmesi yönünde çaba sarf etmesi boşunadır. Çünkü hiç kimse bir başkası olamaz. Taklitçi bir kişi, olsa olsa bir başkasının kötü bir kopyası olabilir. Örneğin; taklit, maymunlar için fazilet kabul edilirken, insanlar için olumsuz ve arzu edilmeyen bir davranıştır. (Ama gününüzde çoğumuz bu arayış içinde değil miyiz?)

Elisabeth Kubler-Ross da, ölürken en çok bağıran kişilerin, hiç yaşamamış kişiler olduğunu söyler. Durumu en iyi anlatan cümle Nietzsche’nindir: “Hayatı kaybetmenin kıyısına yaklaşanlar, onu daha iyi tanırlar”.

İnsan, büyük bir coşku içinde değişmeye ve gelişmeye koyuldu. Yirmi milyon yıl önce, en yakın atalarımız büyük bir olasılıkla hâlâ ağaçlarda yaşıyorlardı. Bir dönem geldi ki, kaçınılmaz olarak ağaçlardan indiler, çünkü büyük bir buzul çağında ormanlar yok olmuş ve yerlerini çalılıklar almıştı. Ormanların kayıplara karışmasıyla ağaçlar üzerinde yaşamlarını sürdüren primatların çoğu da sahneden silinip gitmişlerdi. Aralarından yalnızca bazıları yere inerek oradaki tehlikeli ve zorlu hayatı göze almış ve yaşamlarını sürdürmüştür. İşte insanoğlunun varoluş çaba ve serüveni…

İnsanı belirten üç önemli nitelik, doğuştan sonraki ilk yaşam kesitinde kazanılır:
1. Dik yürüme,
2. Dil,
3. Düşünme.
Üçü de ilk yılın yarısında, özellikle sonuna doğru, üçü de sosyal çevrenin yoğun birlikte etkisi altında oluşur, bu sosyal çevrenin yardımı ve uyarıcılığı olmadan tam insan olmaya doğru gelişme başarılamaz.

İnsan bir organizma olarak evrim sürecinin bir ürünüdür kuşkusuz. Ama onu diğer canlılardan ayıran birtakım belirgin özelliklerini görmezlikten de gelemeyiz. Doğanın bir parçası olan insan, kültürel yaşamıyla doğayı aşmıştır.

Kültürel birikim kalıtsaldır; ancak bu biyolojidekinden farklı bir kalıtsallıktır. Biyolojide kalıtsal geçiş, döllenme sırasında gerçekleşir; ana-baba özellikleri üreme hücrelerindeki genler aracılığıyla yavruya geçer. Kültürel kalıtsallığa gelince, bunun aracı eğitimdir, toplumsal yaşama dayanan geniş anlamda bir eğitim.
İnsanı insan yapan değerler-İnsan olmanın öğeleri
“Olduğun yerde durmak, hızla değişen dünyada en hızlı geri gitme yoludur.” A. Boggs
İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özellikler olarak; güçlü zekâsı, üstün düşünme kabiliyeti, sınırsız öğrenme gücü, içgüdüsel davranışlarının azalmış olması ve konuşma yeteneğini, vurgulayabiliriz. Bunlar, aynı zamanda bir insanı diğer insanlardan da ayıran önemli faktörlerdir.

İnsan;
- Tıpta : Fizyolojik bir yapı,
- Sosyolojide :Toplumun bir üyesi,
- Psikolojide : Farklı bir benlik sistemi ve yaratıcılığın unsuru,
- Ekonomide : Sistem içinde bir birim,
- Teolojide : Tanrının yarattığı en mükemmel canlı,
- Antropolojide : Kültürün işlediği bir varlık, olarak belirlenmektedir.

İnsan-olma nasıl gerçekleşecek? Bütün insanları sözcüğün tam anlamında kişi olarak görmez bazı düşünürler. İnsan görünüşlü olmak başka, insan olmak başka şeydir… Kişi olabilmek için yalnızca insan görünüşlü olmanın, insan türünün herhangi bir bireyi, bir nüshası olmasına yetmeyeceğinden, insanda belli bir takım niteliklerin bulunması da gerekmektedir.

Bireysel Gelişim-İnsanın Kendini Tanıması ve Bilmesi
Her insan yaratılışı gereği mükemmel olmasına karşın ne yazıktır ki, çoğumuz bu mükemmelliğimizin ayırdında değilizdir. Bu nedenledir ki, insanın bu mükemmelliğini algılaması ve hayata geçirmesi için öncelikle “Kendisini Tanıması” ve “Tanıyabildiği Kendini Bilmesi” öğrenmesi ve gerçek “Kim”liği ile buluşması gerekmektedir.

“Kendine güven çöl ortasındaki ağaç gölgesi gibidir; herkes yanınızda olmak ister.” şeklindeki anlamlı cümle de “Kendini tanıma ve Bilme”nin bu yönüyle dışa yansımasıdır denilebilir.
İnsan, aslında yaşamının birçok evresinde hep “Kendini tanımak”, “Kim” olduğunu anlamak ve özellikle “Kendine erişme yolu”na girmek için büyük bir çaba içine girer. Eksiklikler, hatalar, yanlışlar hep düzeltilmek için vardırlar. Ancak, başkaları tarafından değil, bizzat kendimiz tarafından. İnanın ki, tüm bu eksiklikler, hatalar, yanlışlıklar bizlerden kaynaklanıyorsa ve bu durumu cesaretle kabulleniyorsak, tüm bunlar çok daha benimsenen ve düzeltilebilen sonuçlarını üretirler.

Çağımızın ünlü filozoflarından Sponville, “Kendini tanımak, hayran hayran kendini seyretmek demek değildir. İnsanın hem ne olduğunu, hem de ne olması gerektiğini araştırmasıdır. Nasıl düşüneceğini, nasıl yaşayacağını, nasıl mutlu olacağını kendine sormasıdır. ” derken, yaşamda kendini arama ve bulma yoluna girecek bir bireyin, yönünü nasıl doğru olarak bulması gerektiğinin de altını çizmektedir.
“Bizleri insan yapan şey, Tanrının bizi yaratırken mayamıza kattığı kusurlardır.” diyen William Shakespeare’in bu sözü, insanoğlunun kusursuz olamayacağını anlatmanın belki de en kısa ve en anlamlı yoludur. Gerek kendi hatalarımızı gerek başkalarının hatalarını da kabul etme yürekliliğini gösterelim. Bu arada kendimizi de affetmeyi öğrenelim. Eğer kendimizi acımasızca eleştirirsek, başkalarını da acımasızca eleştirebiliriz. Dolayısıyla insanları affetmeye ve hatalarıyla kabullenmeye kendimizden başlamanın bir yolunu bulmak durumundayız.
Arada bir olsa da, çoğunlukla yaptığınız hataların ağırlığı altında ezilmemeye çalışmalıyız. “Her hata, hata olduğu anlaşıldığı sürece düzeltilme şansına sahiptir.” Unutmamak gerekir ki; “Gerçeğe giden yol, çoğu zaman hata yapmaktan geçer.”

Unutmayalım ki, bu dünyaya gelirken, “Ulu Yaradan”, hiçbir kuluna “Seni her türlü dertten, acıdan, ıstıraptan ve çileden uzak tutacağım” diye bir söz vermemiştir. Hatta Peygamberleri bile bu uygulamanın dışında tutmamıştır.

Başkan Theodore Roosevelt’in de ünlü bir sözünde belirttiği gibi, “Bir insanı ahlaken eğitmeden sadece zihnen eğitmek, topluma bir bela kazandırmaktır.” Buradan çıkan netice şudur: Doğru ve iyi olanı bilmek ile doğru ve iyi olanı yapmak arasındaki en önemli bağlantı, doğru ve iyi olanı yapacak bir karaktere sahip olmaktır.

Biliyoruz ki, neyi almak istiyorsak, önce biz onu başkalarına vermeliyiz.
- Sevmek isteyen, sevgiyi vermeyi öğrenmeli.
- Takdir edilmek isteyen önce başkalarını takdir etmeli.
- Mutlu yaşamak isteyen, önce başkalarının mutlu olmasına katkıda bulunmalıdır.

İnsanın makamı ve mevkii ne olursa olsun, O’ndan öncelikle insan olmanın gereklerini yerine getirmesi beklenir. Mevlânâ’nın, “Nice insanlar gördüm üzerinde elbise yok, nice elbiseler gördüm içinde insan yok” özdeyişini göz önüne aldığımızda, elbiselerine ve makamlarına baktığınızda toplumun yönetici kesiminde istihdam edilen ve insan zannettiğiz bireylerin bir bölümünden, bazen öylesine davranış ve eylemlerle karşılaşıyoruz ki, insan olduğumuzdan utanmak durumunda kalabiliyoruz…

Evreni ve yaşamın anlamını değerlendirebilme yetisine sahip tek varlık insandır. Ona bu yetiyi sağlayan özü ve cevheri oluşturan ana kaynak ise, insanın benliğinde yorumlanabilen kendi Mikrokosmos’u, yani kendi içinde var olan bireysel boyuttaki evrenidir.

Wiesel “Coşkun Ruhlar” adlı kitabında bu konuya çok anlamlı bir vurgu yapmakta:
“Ölüp Tanrı katına çıktığımız ve Yaratıcımızla karşılaştığımız zaman, Yaratıcımız bize neden bir Mesih olmadın diye sormayacaktır. Filan şeyin çaresini neden bulmadın diye sormayacaktır. O kutsal anda, bize sorulacak tek soru, neden kendin olmadın, olacaktır.”

Aydın bir insan (Gerçek aydın-yoksa günümüzde ve ülkemizde sıkça rastlanan ‘Tatlısu Aydını’, ‘Aydınlanmamış Aydın’ vb. değil!) ve de bilge olabilmek, devamlı ulaşılmaya çalışılan birer amaç ve hedef olup, bu ideale ne kadar yaklaşılırsa, hem “Kâmil İnsan” olmaya hem de “İnsan gibi İnsan” olmaya o denli yaklaşılmış olacaktır. Bir başka deyişle, bireyi iyi birer insan olmaya götüren yolla, kişiyi önce insanlığa sonra da bilgeliğe taşıyan yol, birbirlerine benzer ve çok paraleldir.

Tarihsel araştırmalar, hakikate ilişkin bilginin, insanlığın kolektif hafızasından silinmediğini göstermektedir. Zaman zaman, toplumda eksikliği hissedilen tek şey de, bu bilgiyi kullanma cesaretidir. Unutmamamız gerekir ki, aydın bir insanın mücadele etmesi gereken en büyük düşmanı, taassup ve boş inançlardır. Yani; “bilgisizlik ve karanlıktan doğan yanılgılar” ile “saplantı halindeki düşünceler”dir.

Bu mücadelemizde de zamana karşı çabalarımız ön plana çıkmaktadır. Öyle ki, Türkiye’de ortalama yaşam beklentisi 75 yıldır. Bu da 39.446.157 dakika yapmaktadır. Muhtemelen okumadan geçtiğimiz bu rakam kadar telefon kontörümüz olsaydı, o kontörleri ne için ve nasıl harcardık? “Ömür” denilen hayat kontörlerimiz de, telefon kontörleri gibi, an be an düşüyor. Bunu durduramayız ama doğru kullanabiliriz.

Düşünelim, 75 yaşımıza geldiğimizde (Tanrı bu kadar yaşamamıza izin verirse eğer…), sallanan bir koltukta oturup hayatımızı düşünürken, yaşadığımız hayatın hesabını kendimize verebilecek miyiz? Elinizde bir hayat var ve hayatın baştan alma mekanizması yok. Ancak, dolu, yoğun, anlamlı ve derin yaşayarak onun hakkını verebiliriz… Yaşamın hakkını vermede çok mu geç kalındı acaba? Bu kararı verebilmek halen bizlerin elinde değil mi?