Zümre Sistemi Nedir, Ne Demektir?
Tabakalaşmanın bir türü olan zümre sisteminin en belirgin örnekleri Orta Çağ Avrupası’nda ve Osmanlı İmparatorluğu’nda görülebilir.
Orta Çağ Avrupa’sına bakıldığında, Avrupa’nın ve Roma İmparatorluğu’nun dağılışı ile birlikte, kuzeyden gelen saldırılara karşı küçük birimler hâlinde savunmaya çekilerek kendini koruma çabasına girdiği görülmektedir. Böylesi bir çaba sonucunda siyasi ve askerî kökenli bir savunma örgütlenmesi ortaya çıkmıştır.
Bu örgütlenmeye feodalizm (feodalite) denilir. Buna göre Avrupa’nın askerî savunmasını soylu asilzadeler, birliğini de kilise üstlenmiştir. Köylü halk, güvenlik nedeniyle malikâne sahibi soylu asilzadelere sığınmıştır. Bu durum üretim ilişkilerinde de köylüleri, asilzadelere (senyör) bağımlı kılmış ve asilzadelerin toprağına bağlı serf durumuna düşürmüştür.
Bütün bu gelişmeler sonucunda farklı zümreler arasında karşılıklı hak ve sorumluluklara dayanan bir hiyerarşik yapı ortaya çıkmıştır. Bu haklar ve sorumluluklar krallık tarafından saptanan yazılı kurallarla yasallaştırılmıştır. Bu dönemde kral, kilise, soylular, askerler, tüccarlar, zanaatkârlar ve köylülerden oluşan bir toplumsal hiyerarşiden bahsetmek mümkündür.
Burada en önemli olan şey, yukarıda belirtildiği gibi farklı zümreler arasındaki ilişkilerin kurallar ve sözleşmelerle belli bir çerçeve içerisinde yürütülmesidir. Bu sistemin kast ve kölelik sistemine benzer özelliği; kişinin statüsünün, mensup olduğu aile tarafından belirlenmiş olması, farklı özelliği ise; kralın soyluluk unvanı vermesi ya da toprak bağışlaması gibi sınırlı da olsa tabakalar arası geçişin mümkün olmasıdır.
Osmanlı toplumunda ise Avrupa’da olduğu gibi sınırları hukuki olarak keskin bir şekilde belirlenmiş zümreler sisteminin olmadığını görüyoruz. Osmanlı Devleti’nde sultan (padişah)ın dışında iki tabakadan söz edebiliriz: Yöneticiler (askeriler) ve yönetilenler (reaya). Yöneticiler; seyfiye (ordu mensupları), ilmiye, kalemiye (kâtipler) ve saray hizmetlilerinden oluşmaktaydı.
Yönetici tabakanın dışında kalanlar ise en geniş anlamda reaya olarak kabul edilmekteydiler. Yani yalnızca kırsal kesimde yaşayıp tarımsal üretim yapan halk reaya değildir. Reaya, heterojen bir kitle olup yönetim alanında kamu görevi bulunmayan bütün köylü, şehirli, esnaf ve zanaatkârları içermektedir.
Burada mutlaka vurgulanması gereken nokta; her ne kadar yönetici tabakanın sahip olduğu birtakım ayrıcalıkları olsa da yönetici–reaya ayrımının Batı’da görüldüğü gibi hukuki olarak sınırları belirlenmiş bir tabaka niteliğinde olmamasıdır. Yönetici tabaka temelde doğrudan sultana bağlı memurlardan oluşur.
Kral senyör ilişkisinde olduğu gibi aralarında hukuki bir sözleşme yoktur. Ayrıca iki grup arasında kast sisteminde olduğu gibi kesin ve geçilmez sınırlar ve donmuş yapılar bulunmamaktadır. Örneğin reaya, asgari sınırın altına inmeden üretim yaptığı ve zorunlu vergilerini ödediği sürece, istediği ürünü istediği miktarda yetiştirebileceği gibi başka işlerle de uğraşabilir, devlet arazisinde toprak hariç bütün üretim ve iş araçlarının mülkiyetine sahip olabilirdi.
Esasen reayanın mülkiyet ve miras hakkı herhangi bir hukuki kısıtlamaya tabi değildi. İnsanlar belli bir grubun mensubu olarak kişilik özelliklerine ve yeteneklerine göre diğer gruba geçebilirlerdi.