Kent Sosyolojisi Nedir?

Sosyologlar, genellikle kent denilen sosyal grubu köy topluluğunun karşıtı olarak görmüşler bu anlamda tanımlamışlardır.

Sosyoloji ve kent sosyoloji batı orijinli olduğuna göre doğal olarak kent tanımlamalarının kaynağı da orası olacaktır. İlk sosyolojik şehir tanımını Rene Maunier isimli sosyolog yapmıştır. Ona göre kentin tek bir özelliğine göre yapılmış bu tanımları üç grupta toplamak mümkündür.

1. Morfolojik tanımlar:

Bu tanımda kentin köyden kütlesi yani gerek toprağın gerekse nüfusun çokluğu bakımından ayrıldığı surlar ve kalelerle çevrilmiş bir yerleşme grubu olduğu doğumların azlığı ya da evlenme oranını yüksekliği vurgulanır.

2. Fonksiyonel özelliklere göre tanımlar:

Zanaat fonksiyonu olan; endüstri ve ticaret merkezi; değişim, tüketim ve endüstri merkezi; kendine has hukuki fonksiyonu olan, belediye meclisi ve belediye hukuku olan sosyal grup.

3. Her iki özelliği ifade eden karma tanımlar:

İnsanlar, fonksiyonlar ve yerler olmak üzere üç unsurdan oluşan; kaleler ve surlar; kiliseler ve ticaret merkezleri; hem dini merkez hem de savaş zamanlarında sığınılacak bir yer, aynı zamanda ticaret fonksiyonu.

Türk Sosyologlarının Kent Tanımlamaları

Mübeccel Kıray’a göre tarımsal olmayan üretimin yapıldığı ve daha önemlisi hem tarımsal hem de tarım dışı üretiminin dağıtımının kontrol fonksiyonlarının toplandığı belirli teknolojik seviyelere göre büyüklük, heterojenlik ve bütünleşme düzeylerine varmış yerleşme biçimleri.

Diğer bir sosyolog olan Yakut Sencer ise; Çoğunlukla tarım dışı kesimlerde yoğunlaşmış on binin üstünde bir nüfusu bulunan, farklılaşmış ve örgütlü bir fiziksel, toplumsal ve yönetimsel bütünlüğe sahip olan yerleşimlerdir. Ayrıca Yakut Sencer kent tanımlamalarında genellikle dört ölçüt kullanıldığına işaret eder.

1. Demografik ölçüt

Kent içi en az büyüklükteki nüfusun 10.000 olması yaygın olarak kabul görmektedir.

2. İşlevsel ya da ekonomik ölçüt

Nüfusun niteliği ve bileşimi dikkate alınmaktadır. Kent ile köy arasındaki temel ayırım sayısal farklılıktan önce nüfusun işlevidir. Köy nüfusu ağırlıklı olarak geçimini tarımdan sağlamasına karşılık kent nüfusu tarım dışı faaliyetlere yani sanayi, ticaret ve hizmet alanlarına kaymıştır.

3. Toplumsal ölçüt

Toplumsal bakımdan ayrı cinsten bireylerden oluşmuş, oldukça geniş, yoğun nüfuslu ve sürekli bir yerleşimdir.

1. Resim Veriler Ve Sayım Sonuçlarının Düzenlenmesinde Kullanılan Yönetimsel Ölçüt

Bu anlayışa göre nüfusu ne olursa olsun il ve ilçe merkezi konumunda olan yerleşmelerdir. 1930 sayılı Belediye Yasası, nüfusu 2.000’nin üzerinde olan yerleşimlerde belediye teşkilatı kurulacağını belirterek buraları kent saymıştır.

Kenti genel anlamda tanımlayacak olursak; Kent sanayi, ticaret gibi ekonomik etkinliği olan, tarımsal ürünlerde dahil olmak üzere her türlü ürünün dağıtıldığı, sınırları belirlenmiş bir alanda yoğunlaşmış nüfusun sosyal bakımdan tabakalaştığı, mesleksel rollerin artarak farklılaştığı dikey ve yatay hareketliliğin yaygın olduğu, çeşitli sosyal grupları barındıran, sivil toplum örgütlerinin etkinliğinin gittikçe arttığı, merkezi ve yerel yönetimi temsil eden yönetsel kurumların bulunduğu, yerel, bölgesel ya da uluslar arası ilişki ağlarına sahip heterojen bir toplumdur.

Kentin Genel Özellikleri

1. Şehir heterojen sosyal bir gruptur.

2. Büyük nüfusa rağmen yerleşim alanının sınırlılığı sonucu nüfus yoğunluğu vardır.

3. İnsanlar mekan bakımından yakın olmalarına rağmen sosyal mesafe bakımından birbirlerinden uzaktırlar.

4. Şehir şahsiyetinin, ferdiyetin ve hürlüğün gelişmiş olduğu bir çevredir.

5. Şehirde insan arasındaki ilişkiler geleneklerin hakim olduğu informel yollarla değil, formel ve rasyonel kanunlarla düzenlenir. (Aile, akraba ve hemşehri gibi gruplarda informel ilişkiler varlığını sürdürür.) Ancak genelde belirleyici olan hukuksal resmi (formel) düzenlemelerdir.

6. Uzmanlaşmaya dayalı farklılaşmış formel iş organizasyonları yaygınlaşmıştır.

7. Yol ve ulaşım imkanları ile sosyal unsurların mekansal hareketliliği ve sınıflar arasında sosyal hareketlilik ileri düzeydedir.

8. Şehir kültürü dinamik bir yapıya sahiptir. Şehirler sosyal ilişkilere açık sosyal – kültürel değişimin yoğun yaşandığı yerlerdir.

9. Şehir ekonomik imkanlar sağlık, eğitim, bilim, sanat vb. bakımdan gelişmiştir.

10. Diğer taraftan kazalar, suç işleme, alkol, uyuşturucu bağımlılığı, sefalet, anomi (kuralsızlık) yabancılaşma vb. sorunları da üretmektedir.

Kent Türleri

Kentler büyüklüklerine ve işlevlerine göre farklı isimlendirilirler. Burada metropolis, metropolitan alan megalopolis ve çevre kent kavramlarını inceleyeceğiz.

Metropolis (Büyük Kent): Belirli bir coğrafi, ekonomik, toplumsal, kültürel, yönetsel, siyasal organizasyon ve kontrol sisteminin mekanda odaklaşma noktasıdır. Metropolis, karar mekanizmaları aracılığıyla, çevrenin çeşitli alanlardaki gelişmesini denetleme fonksiyonunu yerine getirir.

Büyük kent ülkenin dış dünya ile ilişkilerini kendi süzgecinden geçirerek çevresine yayma fonksiyonuna sahiptir.

Metropoliten (Büyük Şehir Alanı): En genel anlamıyla nüfusun yoğun olduğu ve ekonomik, sosyal ve yönetim açısından o bölgenin merkezi durumunda bulunan “Merkezi Şehir ve şehirlerin” çevre kentleriyle oluşturdukları birimdir. Metropolitan alan idari yönden çok ekonomik ve sosyal bakımdan merkezi bir konuma sahiptir.

Metropoliten alan ve “Megalopolis” yalnızca barındırdıkları nüfusun, yoğunluğu dolayısıyla değil, aynı zamanda kamu ve özel sektör iş kollarının buralarda faaliyet göstermesi, eğitim ve sanat yönünden birer merkez olmaları yönünden dünyanın simgesi konumundadır. Megalopolis birden çok metropolutan alanı kapsar.

Çevre Kent: Şehrin beldiye sınırları dışında oluşan özellikle şehirde bir işte çalışanların yaşadıkları ve ihtiyaçlarını önemli bir kısmını şehrin alış – veriş merkezinden sağlayanların kaldıkları bölge Çevre Kentte yaşayanların çoğu kendi konutlarında oturur, burada genellikle yeni binalar vardır, burada yaşamak daha masraflıdır.

Çevre kent orta ve üst düzeyde geliri olanların yaşadıkları alanları ifade etmekte olup gecekondu alanlardan farklı konumdadır.

Metropoliten kent kavramının yanında bugün “Megakent” kavramı gündemdedir. 2000’li yıllarda dünya nüfusunun yarıdan fazlasının kentlerde yaşayacağı artık kesinleşmiş durumdadır.

Bu kentlerden en az 23 tanesi nüfusu on milyonu aşan mega-kent konumdadır. İstanbul’da Mega – kent olarak kabul edilmektedir. Diğerleri Kuzey Amerika: New York, Los Angeles, Mexio City, Güney Amerika, Rio De Jenerio, Sao Paolo, Buerios Aires, Avrupa: Londra, Asya: Moskova, Pekin, Tiencin, Songhay, Seul, Tokyo, Delhi, Kalküta, Dakka, Manila, Bangkok, Afrika: Kahire, Lagos

Kentlerin Tarihi

İlk çalışma Ergon Ernest Bergel “kentlerin Doğuşu” adlı makalesidir. Kentin doğuşuyla ilgili olarak bir “hipotez denemesi” yapar. Ona göre ilk kentler metal çağında ortaya çıkmıştır. Metalurjinin gelişmesi sonucu metal silah kullanan insanların taş silah kullananlara karşı asgari üstünlük sağlamalarına yol açtı.

Neolitik çağın çiftçileri metal silahlara sahip olanlar karşısında boyun eğdiler ve onların adına üretim yapar hale geldiler. Böylece köleler ve efendiler şeklinde bir farklılaşma oldu. Efendiler egemenliklerini güvence altına almak için adalarda veya tepelerde yerleşmeye başladılar.

Böylece tüm bölgeye hakim bir mevziden hem saldırı hem de savunma kolaymış oldu. Bu asgari kaygılarla oluşan bu yerleşmeler kentlerin kuruluşunun ilk örnekleridir.

Bergel bu hipotezin dışında bazı uzmanların ilk kentlerin ilkel birer köy olduğu ve yavaş yavaş kentsel merkeze dönüştükleri iddialarına sahip olduklarını belirtir.

Ona göre sırf nüfus artışıyla kente dönüşmüş neolitik bir köy olduğuna dair kanıt yoktur. Oysa o dönemde bazı kentlerin kırsal yerleşimlerinden daha büyük olmadığı hatta askeri lider, rahip, onların aileleri ve maiyetleri, elit muhafızları ancak barındıklarına dair kanıtlar vardır.

Bergel’e göre, Antik çağda çok sayıda kent kurulmuştu. Mezopotamya’da, Mısır’da, Anadolu’da, Yunanistan’da, Roma döneminde vb. kentler vardır. İlk kentler beylerin boyun eğdikleri köyleri denetim altında tuttukları mÜstahkem yerlerdi. Antik kentler çoğunlukla beyin kendinden güçlü bir efendiye bağlılık gösterdiği hükümran birer siyasi varlık durumundaydı. Başlangıçta kent ile kent devleti terimleri hemen hemen özdeşti.

Kentlerin kırsal hintarlandı vardı ve orada yaşayanlar tebaa durumundaydılar. Kentte yaşayanların ayrıcalıklı bir hukuki konumu söz konusuydu. Roma’da yönetici, sınıflar, tebaalarından o katı bir şekilde ayrı tutulmaktaydı ki bir Roma yurttaşının evlenmesinde geçerli olan prosedür yurttaş olmayanlardan farklı haklara sahipti.

Bergel’e göre Antik kentlerde siyasal hakimiyet kesin bir biçimde kurulduktan sonra işlevsel değişiklikler oldu. Ordu karargahları saraylara dönüşürken, kendilerini zafere ulaştıran tanrılar için büyük tapınaklar inşa edildi. Yeni doğan ihtiyaçları karşılamak üzere zanaatkarlar çoğaldı.

Bunlar saraya ve tapınağa lazım olandan fazlasını üretmeye başlayınca kent pazara kentsel ürünlerin verildiği karşılığında kırsal ürünlerin alındığı bir merkeze sahip oldu. O dönemde de yerel, bölgesel ve “uluslar arası” düzeyde pazarlar oluşmuştu. Gemi taşımacılığının gelişmesi özellikle son Pazar türünün gelişmesini sağlamıştı.

Mesleki uzlaşma arttıkça kent nüfusunun katmanlaşmasıyla bir aristokrasi ile ona bağlı kadrolar, tüccar sınıfı, zanaatkarlar sınıfı ve düzenli bir geçimi olmayan yoksullar sınıfı ortaya çıktı. Bunların yanında kıt kanaat geçiren çiftçiler ve bütün katmanların altında ise köleler bulunuyordu.

Kentlerin iç egemenliklerini kurduktan sonra birbirleriyle savaşmalarına değinen Bergel, bu sürecin kent devletleri içinde güçlü olanların bölgesel devlet konumuna yükselmesini sağladığını belirtir. Bu olgu Yunanistan’ın aksine, Afrika – Asya’da çok erken dönemde ortaya çıktı. Bir kent devletinden imparatorluğa ulaşan Roma adını koyarak kent devleti üstünlüğünü ifade etmiştir.

Bergel’e göre Roma’nın ikiye bölünmesinden sonra Doğu Roma/Bizans imparatorluğunda kentler ileri düzeyde merkezileşmiş bir otokrasiye bağlı birer idari merkez durumuna geldiler, yurttaşlar tebaaya indirgenirken kentler derin bir uykuya daldı.

Batı Roma’nın parçalanması feodalizmin doğuşuna yol açmıştır. Kentlerin önemi azalırken kırsal alanında köylülerin kontrolü ve köylülerin çalıştırılmasını sağlamak için şatolar kurulmuştu. Bir zamanlar bir milyona yakın nüfusu olan Roma’nın nüfusu Karolenj döneminde 20 binin altına düşmüştü.

Orta çağın sonuna doğru zanaat ve ticaret sayesinde kentler yeniden canlanmaya başladı. Krallar ve onlara bağlı feodaller arasındaki çekişmelere rağmen kentler gelişiyordu. İtalya’da kent devletleri – Antik Yunandaki gibi – yeniden ortaya çıktı. Bunlardan ticarette ileri olan Venedik bir dünya gücü haline geldi.

Ortaçağ kentlerinde yurttaşlar özgürdü, ne serf ne de köleydiler; Ancak özgürlükler, hatta hareket serbestliği bile hala sınırlıydı. Siyasi haklar kısıtlıydı ve bir çok ülkede kent nüfusları, her an ellerinden gidebilecek bir otoriteyle yetinmek durumundaydı. Ticaretin önemi giderek daha iyi kavrandı.

Kentlerdeki sosyal katmanlar içinde birinci sırayı arazi sahibi kent aristokrasisi oluşturuyordu. İkinci sırada – ya da soyluların olmadığı yerde birinci sırada – tüccarlar bulunuyordu. Üçüncüsü lonca üyesi zanaatkarlar, dördüncü sırada statüsü daha düşük zanaat ustaları geliyordu. Sabit işi olmayan hizmetkarlar, gezici esnaf ve dilenciler ise sınıf sisteminin en altında yer alıyordu. En üstteki üç grup arasında sürekli iktidar mücadelesi olurken, son iki grubun hiçbir zaman siyasi hakları olmadı.

Berge’nin modern çağdaki değişmelerle ilgili açıklamalarını şöyle özetleyebiliriz. Feodalizminden sanayi devrimine geçilirken kasabalar ve kentler büyümeye devam etti.

Meslekler, zanaatlar daha çok ayrıştı. İşsizler, vasıfsız, sefil insanlar kentleri doldurarak bir tehdit unsuru oldular. Kentli üst tabakalar aristokratların har vurup harman savurduğu, ülkedeki zenginliğin yaratılmasında kendi rollerinin önemli rolü olduğunu kavramaya başladılar.

Burjuvazi kendini beğenmiş soylulara göre çoğunlukla daha zeki ve eğitimli olduğu halde, bütün önemli siyasi makamlar aristokratların elindeydi ve üstelik onların çocukların askeri rütbe alma ayrıcalığına sahipti. 18. yy. sonlarına doğru devrimci değişmeler meydana geldi.

Fransız devrimi, kral ile aristokrasinin siyasi tekelini kırdıysa da burjuva sinin tam bir hakimiyet kurması için yüzyıldan fazla bir zaman geçecekti. Yavaş yavaş sınıf bilinci gelişen gerçek sanayi proletaryasının ortaya çıkmasıyla “ayak takımı” ortadan kalktı.

Modern çağın kentine ait özellikler hakkında Bergel’in söyledikleri şöyle düzenleyebiliriz:

1. Bu çağın kenti 19. yüzyılın ürünü olan kentidir.

2. Tek başına korunan kentler yerine ülke savunması önem kazanmıştır.

3. Kentlerin siyasi ayrıcalıkları ve kentlere karşı siyasi ayrımcılık ortadan kalkmıştır. Kent içinde siyasi ayrıcalıklar da geçmişte kalmıştır. Evrensel oy hakkı ile üst sınıfların hegemonyası da sona ermiştir.

4. Siyasi olarak kentler artık sadece yerel özelliği olan birer idari merkez konumundadır.

5. Modern kentin sınıf yapısı artık hukuki ayrımlara dayanmaz. Hukuki eşitliğin yanında grup prestiji, statü ve ekonomik koşullar bakımından farklılıkların bulunması önceden bilinmeyen gerilimler yaratmaktadır. (Bergel,1996, s. 7-14)

Bilindiği kadarıyla ilk kentler neolitik dönemde kurulmuştur. İlk kentsel yerleşmeler Mezopotamya’dan M.Ö. 3500, Mısır’da M.Ö. 3000, Çin ve Hindistan’da M.Ö. 2500’de görüldü. Arkeolojik bulgular, ekolojik açıdan uygun yerlerde, büyük nehirlerin geçtiği verimli ovalarda kent niteliğinde yüksek nüfuslu yerleşimlerin varlığını göstermektedir.

Bu dönemde insanlar hayvanları evcilleştirmişler, ziraatla uğraşmaya başlamışlardır. M.Ö. 4000 – 6000’li yıllara ait karasaban, tekerlekli kağnı, yelkenli gemi, sulama kanalları, tahıl ürünleri vb. bulunması bu dönemde kentsel yaşamın varlığına ilişkin işaretler olarak kabul edilmektedir.

Tarihte ilk kentlerin uygun koşulların bulunduğu Mezopotamya’da Mısır’ın Nil Vadisinde, Hindistan’ın İndus vadisinde, Çin’de Sarı Nehir Kenarında kurulması şaşırtıcı değildir. (Benevolo, 1995: 19, Özkalp; 289) Verimli üretim sonunda tarım ürünlerinin biriktirilmesi ve fazlasının takas edilmesi için bir komuta merkezi işlevini gören kentler gelişmiştir. Tarihle mitolojiyi ayıran olayın getirdiği yenilik ilk yazılı kaynaklarda açıkça kaydedilmiştir.

M.Ö. üçüncü binin sonunda en eski Sümer Krallarının listesinin başında şöyle denmektedir. “Göksel hükümdarlık yeryüzüne gelir gelmez Eridu’da gelişti.” Dünyayı iki farklı parçaya bölen çizgi, kent ile köy arasındaki sınır, zihinsel ve kurumsal örgütlenme kadar fiziksel ortama da uzun süre egemen oldu.

Kent çevrelenmiş bir alan ya da bir dizi alandır. Kentte ev, saray ve tapınak, farklı kılınma derecelerine göre önem kazanan, çevreleri bir ölçüde kapalı alanlardır. (Benevolo, 1995: 20).

Uzmanlar M.Ö. 9000 – 7000 arasını Neolitik çağın başlangıç dönemi (Proto – Neolitik safha) olarak kabul ederler. M.Ö. 7000 – 5000 arası da Neolitik çağdır. Neolitik çağa gelindiği zaman çiftçilik ve hayvancılık bir hayli ilerlemiş ve ziraatçı köy topluluğun ilk örnekleri tamamlanmış bulunuyordu.

Neolitik çağdaki kent olarak nitelendirebileceğimiz yerleşimlerin çoğu az bir nüfusa sahiptir. Mezopotamya’da bulunan Ur kentinin 10.000 dolayında bir nüfusu vardı ve 90 hektarlık bir arazi üzerinde kurulmuştu. Bu dönemde kentleşme sürecini engelleyen bazı koşullar vardı;

1. Ekonomik üretim için temel kaynağın hayvan gücü olması
2. Tarım üretiminin kısıtlı olması
3. Taşımacılık ve stoklama da karşılaşılan güçlükler
4. Kentlere göçün zorluğu ve kentlerin güvenliğinin az oluşu