Aristoteles ve Madde-Form İlişkisi Nedir?

Aristoteles’in düşüncelerine bir bütün olarak bakıldığında onun varlık, bilgi, akıl yürütme esasları, doğa, canlılar âlemi, astronomi, ruh, siyaset, ahlak ve sanat gibi birçok farklı konuda görüşler ortaya koyduğu görülür. Bütün bu konuların en başta geleni hiç kuşkusuz varlık konusudur. Çünkü varlık sorunu, birçok Yunan düşünürü için felsefenin en önemli sorunuydu ve ilk sistematik düşünürler olan Platon ve Aristoteles’in öğretilerinde merkezî bir konuma sahipti.

Aristoteles’in ileri sürdüğü tüm felsefi görüşler, son kertede ya varlık sorununa ilişkindir ya da onun bu konudaki görüşlerine dayandırılabilir. Bu yüzden Aristoteles’e ilişkin bir incelemeye onun varlık anlayışını ele alarak başlamak yararlı olacaktır.

Aristoteles, felsefi görüşleri bakımından daima bir miktar Platoncu olmuş ama birçok önemli noktada hocasıyla ayrı düşmüştür. Bu ayrımın en belirgin biçimde ortaya çıktığı yerlerden biri de varlık konusudur. Aristoteles de tıpkı Platon gibi doğadaki tüm değişime rağmen değişmeksizin kalan bir öz ya da form bulunması gerektiğini düşünmekteydi.

Platon, değişmez özlerin yani ideaların görünür şeylerden ayrı olduklarını, gerçekliğin idealar olduğunu, görünür şeylerinse kendilerinde bir gerçeklik taşımadıklarını, ideadan pay aldıkları ölçüde gerçek olduklarını savunmaktaydı. Bu görüş, görünür evrenle ideaların ayrı oldukları (düalizm) ve görünür evrenin, kendinde bir gerçeklik taşımadığı kabullerine dayanmaktaydı. Aristoteles’in varlık anlayışına, hocasının bu iki temel kabulüne yönelik eleştirileriyle başlamak yerindedir.

Aristoteles hocasının form (eidos) ya da idea kavramlarını aynen benimsemiş ve eserlerinde sıklıkla kullanmıştır. Ama onlara yüklediği anlam hocasının yüklediği anlamdan farklıdır. Aristoteles formu ya da ideayı asla görünür şeylerden ayrı düşünmemiş, onun görünür şeylerde içkin olduğunu, görünür şeylerde kendisini dışa vurduğunu ve onlara biçimlerini kazandırdığını savunmuştur (Zeller, 2008: 241).

Bu iddia, gerçekliğin ya da hakikatin görünür evrenden ayrı olmadığı, görünür şeylerin kendisinde aranması gerektiği sonucunu doğurur. Bu yüzden Aristoteles, hocası Platon’un aksine, doğa araştırmalarına daima önem vermiştir. Ama bu durum, Aristoteles’in gerçekliği maddeye atfettiğini düşündürmemelidir. Aristoteles de tıpkı hocası gibi gerçekliği forma, öze ya da ideaya yüklüyordu. Ama ona göre bu öz, görünür şeylerin içinde gelişen bir özdü (ousia). Yani idea, görünür şeylerden ayrı bir gerçeklik değil, görünür şeylerin içinde kendisini gerçekleştiren form ya da özdü. Böylece görünür şeyler de formun ya da özün gerçekleşmelerinden ibaretti (Gökberk, 1994: 81).

Aristoteles, hocası Platon’un aksine ideayı ya da formu asla görünür şeylerden ayrı düşünmemiş, onun görünür şeylerde içkin olduğunu savunmuştur. Böylece Platon’un idealarla görünür şeyleri birbirinden ayıran ikici (düalist) anlayışının tersine Aristoteles gerçekliğin ve hakikaten görünür evrende olduğunu ve görünür olandan bağımsız bir başka hakikat de olmadığını dile getirmiştir.

Aristoteles’in, görünür şeyleri, yani maddeyi (hyle) idea, öz ya da form ile bir arada, iç içe ele alan bu özgün varlık anlayışı, beraberinde birçok soru işareti getirmektedir. Bunların başlıcası, görünür şeylerle ideaların ya da madde ile özün birbirleriyle ilişkilerinin ne olduğu sorusudur. Bu soru Platon’da da karşımıza çıkmış, ideaların görünür şeylere nasıl varlık kazandırdıkları sorulmuştu.

Platon bu soruya karşılık “katılma”, “pay alma”, “bulunma” gibi bazı kavramlar önermiş ve sonunda Demiourgos isimli aracı bir Tanrı’nın varlığına ihtiyaç duymuştu. Aristoteles’in madde ve form (ya da öz) anlayışında bu tür bir aracılığa ihtiyaç kalmamıştır. Çünkü artık madde ve öz birbirlerinden ayrı değillerdir. Ama yine de birbirlerinden yapıca farklı olan ve hiçbir ortak nitelik taşımayan madde ve formun, nasıl olup da birbirleriyle etkileşebildiklerini, aralarındaki ilişkinin ne olduğunu açıklamak gerekecektir.

Aristoteles, maddenin ancak form sayesinde gerçeklik kazandığını, form sayesinde biçimlenip belli niteliklere büründüğünü, varlığa geldiğini düşünmekteydi. Buna karşılık formun da ancak maddede kendisini gerçekleştirebileceğini, madde olmasaydı, formun da kendisini asla açığa koyamayacağını savunmaktaydı. Böylece madde ile form arasındaki ilişkiyi bir karşılıklı bağımlılık ilişkisi hâline getirmişti.

Madde, onu bizim için algılanabilir kılan hiçbir biçime, forma sahip olmasaydı kaotik durumda kalır, yani bir nevi yokluk durumunda bulunurdu. Çünkü Aristoteles’e göre form kazanmamış, formun henüz kendisini gerçekleştirmediği bir madde varlık kazanmış sayılamaz (Sahakian, 1997: 69). Bu yüzden Aristoteles, formu daima gerçekliğin ve varlığın kendisi olarak görmüş, bir şeyin gerçeklik ve varlık kazanmasını form kazanmasına, formun o şeyde gerçekleşmiş olmasına bağlamıştır. Salt maddeyi ise “olacağı şeyi henüz olmamış, yani henüz form kazanmamış ama form kazanma gücüne ya da imkânına sahip şey” olarak görmüştür (Zeller, 2008:249).

Hiç form kazanmamış, formun kendisinde henüz hiç gerçekleşmediği madde “salt madde” ya da “ilk madde”dir (prote hyle). Bu ilk madde, Aristoteles’e göre bir “kuvve hâlinde olma durumu” ya da gizilliktir (dynamis). Form ya da öz, bu ilk maddede henüz gizil hâlde, yani bir imkân olarak bulunmaktadır. Bu ilk maddenin form, yani varlık ve gerçeklik kazanabilmesi için bu gizilliğin açığa çıkması, imkânın gerçekleşmesi gerekecektir.

Aristoteles’e göre varlık kazanma süreci, yani “oluş” (genesis) işte bu “imkânın gerçekleşmesi ya da gizillikten açığa çıkma” sürecinden ibarettir. Oluş denen şey, gizilliğin edimselleşmesinden başka bir şey değildir. Dilimizdeki “etme” fiilinin kökü olan “et” sözcüğünden türetilmiş olan “edimselleşme” sözcüğü, Aristotelesçi felsefede imkân hâlinde olanın açığa çıkması, gerçekleşmesi anlamına gelir.

Madde ancak form sayesinde, formun kendisinde açığa çıkmasıyla gerçeklik ve varlık kazanır. Form da kendisini ancak maddede açığa çıkarabilir, maddede gerçekleştirir. Şu hâlde madde ile form arasında bir karşılıklı bağımlılık ilişkisi vardır.

Aristoteles’e göre formun kendisinde henüz hiç açığa çıkmadığı, tam bir gizillik içinde bulunduğu ilk madde, henüz varlık ve gerçeklik kazanmış değildir. Form onda kendisini açtıkça, gizillikten edimselliğe, potansiyelikten aktüelliğe, dynamisten energeiaya döndükçe madde gerçeklik ve varlık kazanacaktır. Oluş denen şey gizil durumdaki formun maddede edimselleşmesinden başka bir şey değildir.

Aristoteles, derinlemesine biçimde kavranması güç olan bu öğretiyle Yunan felsefesinin en önemli sorunlarından biri olan teklik-çokluk sorununa da bir çözüm önermiş olur. Hatırlanacağı üzere bu sorun, örneğin ağaç ideası ya da özlüğü tek ve değişmez bir yapıda olduğu hâlde, yeryüzündeki tek tek ağaçların nasıl olup da birbirlerinden farklı olduklarını açıklamak sorunuydu ve Platon bu durumu, tek tek ağaçların ağaç ideasından farklı ölçülerde pay almış olmalarıyla açıklıyordu.

Şimdi Aristoteles, tikel ağaçlar arasındaki farklılıkları, özün ya da formun tek tek tikellerde farklı ölçülerde edimselleşmiş olmasıyla açıklamaktadır: Ağaç formu, her bir ağaçta, gizillikten değişik ölçülerde edimselleşmiştir ve bu formun daha ileri düzeyde edimselleştiği ağaç tikelleri ağaçlığı daha iyi yansıtan, daha güzel ve iyi örnekler olmuşlardır.

Aristoteles’in madde ve form anlayışı bu esaslara dayanır. Buna göre ilk, salt, kaotik madde tam anlamıyla bir yokluk (me on) durumu değilse de henüz bir varlık durumu da değildir. Ama kuvve hâlinde, imkân hâlinde, güç hâlinde, gizillik hâlinde bulunan bir varlıktır (dyna mei on). Gözle görünen tek tek somut varlıklar, yani tikeller ise bu gizilliğin açığa çıkması yani edimselleşmesi, diğer deyişle imkân hâlinde olanın gerçekleşmesi, kuvvenin fiile, potansiyelliğin aktüelliğe, dynamis hâlinde olanın energeiaya dönüşmesi sonucu ortaya çıkmışlardır.

Örneğin tahta, henüz masa haline gelmemiş olsa da onda masa olma imkânı gizil hâlde, kuvve hâlinde bulunmaktadır. Masa, bu gizilliğin edimselleşmesi, kuvvenin fiile dönüşmesidir. Her şeyde madde başlangıçtır, form ya da öz ise erektir, amaçtır. Madde taslak hâlde olan, eksik olan şeydir, form ise mükemmelliktir, tamamlanmadır (entelekheia) (Weber, 1991: 73). fiu hâlde evrendeki herşey, kendi formunu, yani özünü mümkün olduğunca mükemmelleştirmek, tamamlamak amacına yönelmiştir.

Madde daima formunu gerçekleştirmeye doğal bir eğilim duyar, çünkü formunu gerçekleştirmesi özünü gerçekleştirmesi, tamamlanması, mükemmelleşmesi demektir. Hareket, gelişme (kinesis) ya da oluş (genesis) tamamlanmaya, formu ya da özü gerçekleştirmeye yönelik işte bu doğal eğilimdir.

Tek tek tikel varlıklar, maddedeki gizilliğin, gizil formun edimselleşmesi sonucu ortaya çıkar. Latincede bu durum potentialiteden aktüaliteye, Yunancada dynamisten energeiaya, Arapçada ise kuvveden fiile çıkma olarak ifade edilir.

Evrendeki her şey, kendi formunu, özünü mümkün olduğunda edimselleştirmek yani mükemmelleşmek, tamamlanmak amacına yönelmiştir.

Platoncu felsefede idea ile görünür şey, yani madde ile form arasındaki ilişkiyi açıklamak, birbirinden tamamen farklı olan bu iki yapı arasındaki bağlantıyı kurmak önemli bir sorundu ve Platon bunun için “katılma”, “pay alma”, “bulunma” ya da “Demiourgos” gibi bir çok kavramlar, çözümler üretmişti.