Tıpkı eski zamanlarda olduğu gibi yeryüzünde çoğalan insan; gürültü yaparak tanrıları yine kızdırdı! Acaba, Tanrı ve kul arasında anlaşılamayan neydi? Aralarında nasıl bir akit yapılmıştı? Tanrılar mı kendilerini anlatamadı, yoksa biz mi onları anlayamadık?
Dilerseniz birlikte, bunu anlamak için kaynağına; dinler tarihinde küçük bir yolculuğa çıkalım…
İnsana biçilen bu kader, bizzat tanrılar tarafından tam üç bin yıl önce yeniden yazılmıştı. Daha önce ise tam dört yüz elli bin yıl önce yazılmıştı.
O zaman tanrılar toplanarak, kendilerine hizmet için kullar yaratmaya karar vermişlerdi. Sümer tabletleri böyle yazıyordu. O tanrılar yeryüzüne düşmüş melekler taifesiydi. Tanrısal güçleri doğaüstüydü. Yüksek bilinçleri sayesinde doğaya hükmediyor ve istedikleri şekilde yönetebiliyorlardı. Ancak yaptıkları işlerden çok yorulmuşlardı ve bu işleri üzerlerinden alabilecek iş gücüne ihtiyaçları vardı. Yeryüzünde bu ihtiyaçlarını görebilecek uygun canlıyı buldular. Bu canlı Homo erectus’tu. Ve bu iş için bir tanrı kanını akıttı. Sonra o bir damla kandan alınan DNA’yla, Homo erectus’u yeniden yaratarak kendilerine benzettiler. Yarattıkları insan o kadar mükemmel bir sonuç vermişti ki, tıpkı kendileri gibiydi!
İlk yaratılan insanın Sümer karşılığı LULU AMELU’ydu, yani “ilkel işçi”. Bugünkü “amele” kelimesi de ta o günlerden gelmekteydi.
Bu insanlar yeryüzünde çoğalıp, gürültü yaparak tanrıları çok kızdırdılar. Ayrıca çoğalan bu insanlar, kendilerini yaratan tanrıları dinlememeye ve onlara itaat etmemeye başladılar. Tanrılar, yarattıkları Homo sapiens sapiens’i yeryüzünden silmek için bir tufan yapmaya karar verdiler. Tarihte “Nuh Tufanı” adıyla anıldı. Belleklerde derin bir iz bırakan bu talihsiz olay nesilden nesile anlatılarak aktarıldı.
Baş tanrılar, insanı yarattığı halde devamında böyle bir olaya sebep oldukları için diğer tanrıları cezalandırıp yeryüzüne mahkûm kıldılar. İşte yeryüzüne mahkûm bırakılan bu tanrılar bizim gezegenimizde yaşamak zorunda kaldılar. Ve kendilerine yeni bir dünya düzeni kurmaya başladılar. Onlar da aramızda yurt edinip çoğaldılar.
Tanrıların bazıları; yeryüzünde yarattıkları kızları çok beğenerek, onlardan kendilerine eş seçtiler.
İşte Hanok böyle bir ilişkiden doğan çocuktur. Yarı tanrı yarı insan olan Hanok Peygamber, tam üç yüz altmış iki yaşında iken tanrı babası tarafından göğe alınır. Tevrat’ta Hanok olarak bilinse de, Kur’an’da İdris Peygamber olarak anılır.
Büyük tufanın “Nuh Tufanı” olarak anılmasının bir sebebi vardı. Çünkü bu olay insanoğlunun kaderini yeniden belirleyecekti.
Yeni bir insan nesli yetiştirilmeli ve artık taşların yerine yerleşmesi gerekmekteydi.
Tanrılar yeryüzündeki insanları kendi aralarında paylaşarak yönetmeye başladılar. Bir kısmı Maya medeniyetini, bir kısmı Ortadoğu’daki Mısır, Sümer, Babil uygarlığını, diğer bir kısım da Hindistan bölgesinde kurdukları uygarlıkları yönetiyordu. Ancak bugün olduğu gibi Amerika ve Rusya nasıl ki ön plandadır; o dönemde de en güçlü uygarlıklar öne çıkarak farkını korumuştur.
Tanrılar yeryüzünde kendilerine yeni bir dünya düzeni kurmak isterken, LULU AMELU’lar da, kendilerine işçilikleriyle hizmet verecekti.
Üstelik bu amelular, en az onlar kadar bir beceriye sahip kullardı. Aralarında iktidar kavgası başlayan tanrılar, kendi içlerinde husumete düşerler. Bu husumet sonucunda tanrılardan biri olan Marduk*, Nuh’un soyundan gelen İbrahim peygamberin yanına gelir ve bazı görüşmeler yapar.
Marduk bu görüşmelerde İbrahim’e; şayet verdiği emirleri yerine getirir ve kendisine itaat ederse ona dünyanın krallığını bağışlayacağını söyler. Bunun üzerine İbrahim, bu krallığı miras bırakacak bir çocuğunun olmadığını söyleyerek sıkıntısını “Tanrı”sına ifade eder. Tanrı, onu çocuk sahibi kılacağının sözünü verir. Fakat aradan birkaç yıl geçmesine rağmen karısı hamile kalamaz. Sara da bu konuda sıkıntılıdır. Kısırlığı yüzünden İbrahim’in çocuksuz kalmasını istemez. Sonunda İbrahim’e gider, cariyesi Hacer’den bir çocuk sahibi olmasını ister. İbrahim de bunu kabul edip Sara’nın cariyesi Hacer ile yatar ve bir oğlu olur. Adını İsmail* koyarlar.
Hacer artık imtiyaz sahibidir. Cariye statüsüne uygun davranmayarak hanımı Sara’yı dinlememekte, ona itaat etmemekte ve saygı göstermemektedir. Bu durum giderek sıkıntıya dönüşmüş ve Sara’yı çok huzursuz etmeye başlamıştır. Ve bir gün Sara, İbrahim’e; Hacer’den ve oğlu İsmail’den çok rahatsız olduğunu, onları artık istemediğini ve kovmasını söyler. Bu olaylar yaşanırken seneler de geçmektedir. Tanrı, Sara’nın sıkıntısını görür ve önceden verdiği sözü yerine getirerek onu da çocuk sahibi yapar*.
Tanrı yeryüzündeki antlaşmasını Sara’dan olan İshak ve soyu üzerinden sürdürmüştür.
İbrahim, Sara’dan olan oğlunu kucağına almış ve ismini İshak* koymuştur. Artık İbrahim’in mirasını bırakabileceği iki çocuğu vardır. Ancak miras ne tanrı tarafından, ne de İbrahim tarafından eşit verilmemiştir. Sara’nın isteği üzerine İbrahim; Hacer’i ve oğlu İsmail’i evden kovmuştur.
Bu kovulmadan dolayı Hacer ve oğlu İsmail’in yolları ayrılmış; kendilerine başka bir Tanrı seçmek ve ona yakın olmak istemişlerdir!
Aslında gerek Müslüman Arap toplumu, gerekse Yahudi toplumu iki farklı anneden olan kardeştir.
Ve ne yazık ki, bugün hala Ortadoğu’da süregelen Yahudi ve Müslüman düşmanlığının kökeni yukarıda anlatılan bu tarihsel gerçeklerde açıkça görülmektedir.
İki kadın arasındaki iktidar savaşı bin yıllardan bu yana devam etmektedir.
Bunda tanrıların payı büyüktür.
Bu kısa tarihsel yolculuğu toparlarsak: Şimdilerde yaşadığımız bu olayların kökeninde de, dünya krallığının hangi tarafa geçeceğinin savaşıdır. Bizler ise bu savaşa hizmet veren kullar olarak kerhen de olsa iştirak etmekteyiz.
“Din” bu yönetimin en önemli idare ve kontrol merkezidir.
Şayet bize yazılan kadere boyun eğersek ve Yaratıcı’nın bize verdiği iradeyi işletemezsek; daima birilerinin bize yazdığı kaderi yaşamak zorunda kalacağımız kaçınılmaz olacaktır. Aynı zamanda bu, farkındalığımızı da gerileten bir durumdur. Oysa kendi kaderimizi bizzat kendimizin çizebileceği gerçeğini hatırlamanın tam zamanıdır.
Yukarıda okuduğunuz bu makale; ezoterist ve araştırmacı bir yazar olarak, yıllardır üzerinde titizlikle çalıştığım dinler ve insanlık tarihi üzerine edindiğim bilgiler ışığında kaleme alınmıştır. Ve şunu belirtmek isterim ki, dinlerden uzak durmak bir çözüm değildir. Dini, bir tabu olarak görmek de! Unutmayalım ki, çerçevelendirilmiş inanç kalıpları, insanlığın görüş alanını daraltan ve ileriyi görmesini engelleyen körleştirici bir görüş alanıdır.
Kendi düşüncelerimizin sahibi olarak, kendi akıl ve irademizi sergilemek Yaratıcı’ya olan borcumuzdur.