5 - 14 Ekim tarihlerinde İstanbul'da başlayacak olan Filmekimi, bu yılın merakla beklenen ve Cannes, Toronto, Venedik gibi festivallerden övgüyle dönen birçok filmi sinemaseverlerle buluşturmaya hazırlanıyor. Geçtiğimiz günlerde programı belli olan Filmekimi'nin bu yılki seçkisinde Oscar yarışının ön saflarında karşımıza çıkacak filmlerle beraber sinefillerin gözünden kaçmayacak alternatif filmler de yer alıyor. Box Office Türkiye editörleri olarak kendi gözdemiz The Favourite'ın yanı sıra alternatif filmlere ağırlık vererek derlediğimiz Filmekimi 2018 programından alternatif filmler şu şekilde:
Dogman
Gomorrah ile mafya ve şiddet sarmalını ele alan Matteo Garrone’nin Cannes’da Altın Palmiye için yarışan son filmi, bu kez küçük bir kıyı kasabasında kötülüğün ve şiddetin toplumdaki izlerini arıyor. Dogman’in kahramanı sıradan bir adam: Ufak tefek köpek bakıcısı, "Dogman" Marcello. Kasaba ahalisinin sevgisini hem sempatikliğiyle hem de torbacılıkla kazanan Marcello’nun belalı kokainman, eski boksör Simone’ye yakınlığı, sonunda hayatını alt üst ediyor. Gitgide sertleşen atmosferi ve gerçekçi yaklaşımıyla Dogman, İtalya’nın en prestijli ödüllerinden Gümüş Kurdele’lerde sekiz dalda ödül kazanarak yılın en çok konuşulan filmlerinden biri oldu.
Coincoin and the Extra Humans 1 - 2
İlk gösterimini Locarno’da yapan dört bölümlük televizyon dizisi Küçük Serseri Uzaylılara Karşı, Bruno Dumont’un absürt mizah anlayışını Buster Keaton, Charlie Chaplin, Peter Sellers’ı anımsatan fiziksel, durum komedisi ve farsla birleştirerek hem Fransa’nın hem de dünyanın halini ti’ye alıyor. Bu yıl Locarno Film Festivali’nin Yaşam Boyu Başarı Ödülü verdiği Dumont, "Coincoin, insanların ’öteki’ye bakışlarından bahsediyor. Hayat trajikomedidir" diyor.
Girl
Cannes’ın En İyi İlk Film’i seçilen Kız, Belirli Bir Bakışbölümünde dünya prömiyerini yaptı ve başta Altın Kamera olmak üzere birçok ödül kazandı. Kız, profesyonel bir balerin olmak için çabalayan 15 yaşındaki ergen trans birey Lara’nın hikâyesini anlatıyor. Lara, bir yandan ergenliğin getirdiği huzursuzlukla başa çıkmaya çalışırken bir yandan da bale eğitimindeki zorlukları aşmaya çalışıyor. Yönetmen Dhont, "böyle bir cesaret öyküsü, benim ilk filmimim konusu olmalı" diyerek 2009’da Belçika’da bir gazetede okuduğu haberden yola çıkmış.
Museo
25 Aralık 1985’te hırsızlar Meksika Antropoloji Müzesi’ne girdiler ve ülkenin en değerli hazinelerini alıp götürdüler. Bu müze, Meksika’nın en saygın, en bilinir, neredeyse kutsal mekânlarından biriydi. Bu olay, tarihin en büyük müze soygunlarından biriydi. Yetkililerin soyguncuları uzun süre bulamadı, zaten ipucu da yoktu. Yıllar sonra, müzeyi talan edenlerin 30’lu yaşlarında iki veterinerlik fakültesi öğrencisi oldukları anlaşıldı. Alonso Ruizpalacios’un birçok festivalde ödüllendirilen Güeros’tan sonra çektiği ilk film olan Museo, Meksika’nın bu en kötü şöhretli soygununu içeriden bir bakış açısıyla anlatıyor.
Long Day's Journey Into Night
"Sıfatların değil, ayrıntının ve fiillerin şiiri, ateşli bir şiir"... Chagall’in tabloları ve Modiano’nun romanlarındaki duygu akışından esinlenen yönetmen Bi Gan, Cannes’da ilk gösterimini yapan filminde kayıp bir aşkın izini sürüyor. Filmin kahramanı Luo, yıllar önce terk ettiği kasabası Kaili’ye dönüyor ve hiç aklından çıkartamadığı eski sevgilisi Wan’ı aramaya başlıyor. Uyandırdığı hisler ve yarattığı atmosferle aşk filmi, kara film ve bilimkurgu arasında bir yerde duran Uzun Bir Günden Geceye Yolculuk, 3 boyutlu ve tek plan çekilen son bölümüyle de geçmişin, aslında anılardan kaynaklanan bir his olduğunu vurguluyor sanki.
The Favourite
The Lobster, Köpekdişi, Kutsal Geyiğin Ölümü gibi her filmi büyük ses getiren Yorgos Lanthimos’un, prömiyerini yaptığı Venedik Film Festivali’nde ödül kazanan son filmi, yönetmenin önceki filmlerine kıyasla çok farklı, çünkü bir dönem filmi. 18. Yüzyılda geçen filmde Fransa ile savaş sürerken iki soylu kuzen, Marlborough Düşesi Sarah ile akrabası genç Abigail, İngiltere Kraliçesi Anne’in gözdesi olmak için birbirleriyle rekabete girer. Kraliçe Anne’in sağlığı bozulurken iktidar, hırs, aşk ve hasetten güç alan saray entrikaları alıp başını gider.
Under the Silver Lake
It Follows ile hayranlığımızı kazanan David Robert Mitchell’ın Cannes’da dünya prömiyerini yapan son filmi, cinayetlerden çizgi romanlara, seri köpek katilleri ve küresel komplolardan şarkılardaki gizli mesajlara eğlenerek geçen, çok hareketli, çok renkli bir kara film. Hem Hitchcock hem popüler kültüre sonsuz gönderme içeren, yönetmeninin tabiriyle "Los Angeles denen o karanlık ve çarpık fantezi dünyasını keşfe çıkan" Gölün Altında, amaçsız, takıntılı, ilerleyen yaşına rağmen en büyük başarısı röntgenciliği olan işsiz-güçsüz Sam’i izliyor. Havalı, güzel komşusu Sarah birdenbire ortadan kaybolunca Sam, Los Angeles’ta gezmedik parti, tanışmadık manken bırakmadan onu aramaya koyuluyor.
We the Animals
Biz Hayvanlar, anne-babalarının aşk-nefret ilişkisinde arada kalan üç küçük erkek kardeşi merkezine alan, duygu dolu bir büyüme hikâyesi anlatıyor. İki kardeş, sağı solu belli olmayan babalarının izinde büyürken en küçükleri Jonah, kendine git gide bağımlı kalacağı bir hayal dünyası kuracaktır. İlk gösterimini Sundance Film Festivali’nde yapan Biz Hayvanlar, belgeseli In A Dream ile Oscar adayı olan yönetmen Jeremiah Zagar’ın ilk kurmaca filmi. Bir işçi ailesinin iç dinamiklerini kardeşlik ve aile içi şiddet yoluyla ve belgeselci gözüyle aktaran Biz Hayvanlar, kardeşleri canlandıran amatör çocuk oyuncuları, duygusal atmosferi ve animasyon sekanslarıyla dikkat çekiyor.
Loro
Paolo Sorrentino, Loro’yla, yine ülkesinin entrika dolu dünyasına dönüyor ve kamerasını bu kez eski başbakan Silvio Berlusconi’ye çeviriyor. Sorrentino bir yandan skandalların adamı Berlusconi’yle sınır tanımadan dalga geçiyor, bir yandan da İtalyan siyasetine ilginç bir açıdan göz atıyor. Kurt siyasetçiyi, Sorrentino’nun birçok filminde birlikte çalıştığı Toni Servillocanlandırıyor. Toronto Film Festivali’nde uluslararası prömiyerini yapan Loro, siyasi hicvin en çağdaş ve en usta örneklerinden birini beyazperdeye getiriyor.
Ray & Liz
Ünlü fotoğraf sanatçısı Richard Billingham, yönettiği bu ilk filminde, daha önce fotoğrafladığı kendi ailesini ve çocukluk günlerini bu kez sinema için mercek altına alıyor. Ray&Liz, Billingham’ın, filme adını veren anne ve babasının Birmingham’da bir toplu konutta geçen takıntı dolu, tuhaf, sefalet içindeki son derece sağlıksız ve bir o kadar da şok edici aile hayatını gözler önüne seriyor. Thatcher döneminin en gri zamanlarından günlük hayat manzaraları sunan film, yönetmenin kendi çocukluk ve gençliğinden anılarını da içeriyor.