İnsan, diğer canlılarla ortak özelliklere sahiptir. Onların da bulunduğu bir doğal çevrede yaşar. Beslenme, giyinme, barınma ve korunma gibi biyolojik ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçlarını, içinde yer aldığı doğal çevrenin imkanları ve koşulları çerçevesinde gidermeye çalışır. Yaşamak için doğaya muhtaç olan insan, doğa ile sürekli olarak ilişki içindedir. Ancak insan, biyolojik ihtiyaçları da dahil olmak üzere tüm ihtiyaçlarını sadece doğal çevrenin belirlediği şekilde değil; toplumsal yaşam içinde geliştirdiği sosyo-kültürel ilişki biçimlerine, değer yargılarına ve davranış kalıplarına bağlı olarak karşılamaya çalışır. İnsanların etkileşim halinde yarattıkları bu gerekliliğe toplumsal gerçeklik veya toplumsal yaşam alanı denir. Bu toplumsal gerçeklik; sosyoloji, psikoloji, siyaset bilimi ve hukuk gibi sosyal bilimlerin konusunu oluşturur.
Peki, bu toplumsal gerçekliğin parçası olan hukuk nedir? Günlük dilde ve doktrinde, hukuk sözcüğünün çeşitli anlamları vardır. Hukuk sözcüğü tek başına bir kavram olarak kullanıldığı gibi, bu sözcüğün yanına birtakım sıfatlar eklenmek suretiyle vücuda getirilen bileşik deyimler halinde de kullanılmaktadır. Hukuk tek başına toplumu düzenleyen ve devletin yaptırım gücünü belirleyen yasaların bütünü, bu yasaları konu alan bilim ve ahbaplık, dostluk gibi anlamlara gelir. Ayrıca pozitif, doğal, objektif ve sübjektif sıfatları ile başka bir anlama bürünür. Bunlar hukukun çeşitli anlamları ile ilgilidir. Belli bir memlekette, belli bir dönemde yürürlükte bulunan hukuk kurallarının bütünü pozitif hukuk, belli bir memlekette belli bir dönemde uygulanmakta olan değil, fakat uygulanması gereken yani sosyal gereksinmeleri adalete en uygun biçimde karşılayacağı düşünülen hukuka doğal hukuktur. Hukuk nesnel, objektif anlamda kuralı; öznel ve sübjektif anlamda ise yetkiyi belirtmek için kullanılır.
Hukuk fikrinin, dış realitenin gözlenmesi sonucu mu olduğu yoksa deneyden bağımsız (a priori) olarak insanın zihninde yaratıp kullandığı bir kavram mı olduğu üzerinde durulması gerekir. Kant’ın algılama teorisi, insanların gözlem ve deney yoluyla kazanmadıkları, gerçekliğin bilinmesinde rol oynayan a priori muhakeme şekillerinin varlığı varsayımına dayanmaktadır. Hukukun da bu tip bir a priori şekil olup olmadığı sorulabilir. Ancak, hukuk kavramını yalnızca a priori bir tanımlamak amacını güden bir çalışmanın başarıya ulaşması oldukça şüphelidir. Çünkü hukuk kavramı, deney dünyasından gelen bazı unsurları da içine almaktadır.
Hukuk düşüncesinde en çok tartışılan ve değişik görüşlere ve yaklaşımlara en fazla konu olan kavramın ise adalet olduğu şüphenin dışındadır. Adalet kavramının da ilk çağ filozoflarının düşüncelerinden itibaren insanın eylemlerini belirleyen hep moral yanıyla ilgili olarak irdelediğini yani insanın toplumsal düzlemde ortaya çıkan ahlaki davranışlarını belirleyen moral değerlerden; erdemlerden biri olarak görmekteyiz. Bu dönemlerde adalet tanımını adaletsizlikle tanımlamışlardır: “Adaletsizlik olmasaydı insanlar adaletin ne olduğunu bilemeyeceklerdi.”
Ünlü Romalı hukukçu Ulphio, adaleti herkese payına düşeni vermek konusunda sürekli olarak ve sonsuz şekilde çaba harcaması şeklinde nitelendirmiştir. Adaleti herkesin payına düşeni vermek olarak niteleyen bu yaklaşımın hukuk teorisinde sürekli bir etkinliğe sahip olduğu bilinmektedir. Hollandalı hukukçu Grotius, adaleti ‘söze bağlılık’ formülünde değerlendirmiştir. Hobbes da sözleşmeye uymamayı adaletsizlik saymıştır. Ancak ona göre, adaletin varlığının temel şartı toplumda güvenliğin ve düzenin sağlanmasıdır. Güvenliğin olmadığı toplum hayatında adaletten söz edilemez.
Kant da adaletle ilgili ‘Şerefli yaşa, kimseye zarar verme, herkese payına düşeni ver’ felsefesi hakimdir. Herbert Spencer’in adalete bağlı olduğunu kabul ettiği temel değer eşitlik değil, hürriyettir. Rousseau, adaletin temel niteliğinin karışıklık olduğunu ileri sürmüştür. Somut realiteden hareket eden adalet tanımlarının en önemlisi Aristoteles’in yaptığı adalet tanımıdır. Adalet, Aristoteles’e göre eşitlik esasına dayandırılmalıdır. Hukuk düşüncesine yaptığı en önemli katkısı dağıtıcı ve denkleştirici adalet kavramlarını birbirinden ayırmasıdır. Dağıtıcı adalet, şeref ve malların paylaştırılmasında herkesin yeteneğine ve toplum içindeki durumuna göre kendine düşeni almasıdır. Denkleştirici adalet ise bir hukuki ilişkide taraf olanların eşit muamele görmesidir. Toplumda hukuk kurallarının, düzenli bir biçimde uygulanması ve sosyal bakımdan tatmin edici bir etkinliğe sahip olmasında adaletsizliğin olmaması dolayısıyla adalete uygunluğun gerçekleşmemesi olarak değerlendirilebilir. Böyle bir uygulama adaletsizliğin bir biçimi olan keyfiliğin reddedilmesi anlamına gelmektedir. İnsana saygısızlık da adaletsizliktir. Çünkü insan, insan olduğu için saygıya layıktır. Ona saygısızlık da bir adaletsizlik biçimidir.
Adalet ile ilgili olarak Platon’dan öğrendiğimiz, diğer tanımlar ve yorumlardan farklı olarak adaletin bir fikir olduğu, yani gerçek bir şey olmadığıdır. “Fikir” derken burada kastedilen düşüncelerin özel bir türü yani insan düşüncesinin bir tasarımıdır. Adalet kavramının apriori olduğu kabul edilirse, bunun eşitlik fikri ile ilişkili bulunduğunu da benimsemek gerekir. Bununla birlikte adalet fikri ise birlikte değerlendirilen eşitliğin mutlak bir niteliğe sahip olmadığı açıktır. Değişik durumlarda bulunanlara farklı muamele yapılması eşitlik ilkesinde ters düşmektedir. Hukuk uygulamasının taraf tutması, başka bir ifade ile tarafsızlıktan uzaklaşmak bir adaletsizlik örneğidir. Hakimin hukuk uygulamasında tarafsızlık ilkesine kesinlikle sadık kalmasının adaletsizliği önlemek bakımından büyük önem taşıdığı söylenebilir. Haklı bir nedene dayanmayan eşitsizlik, adaletsizlikten başka bir şey değildir.
Bu aynı zamanda bize gösteriyor ki, “adalet nedir?” sorusunu cevaplandırmak için “adaletsizlik nedir?” sorusunu da sormak gerekir. Kişi düzeyinde bakıldığı zaman adaletsizlik, kişilerin bazı haklarının doğrudan ya da dolaylı olarak çiğnenmesine yol açan veya yaşanmasını engelleyen bir muamele biçimi olarak ortaya çıkar. Ülkeler düzeyinde bakıldığında ise adaletsizlik, bir devletin bir kısım yurttaşlarının temel haklarının başka yurttaşlar tarafından çiğnendiği ya da gözardı edildiği zaman ortaya çıkıyor.
Adaletin sağlanması konusunda ise insanlar genel olarak adalet istediklerini, örneğin ‘’adil bir dünya’’ istediklerini söylerken, bulanık bir özlemi dile getiriyorlar. Oysaki belirli bir tek durumda adalet istediklerini söylerken bir talebi dile getiriyorlar. Kendilerinden ‘’alınmış’’ ve onlara geri verilmesi gereken bir şeyi kastediyorlar; kendilerine borçlu olunan ve verilmesi gereken bir şeyi. Bu da doğrudan doğruya Platon’un Devlet’inde gördüğümüz bir adalet tanımını, “her birine gerekeni, borçlu olanı vermek” şeklinde dile getirilen tanımını da akla getirmektedir.
İnsan, düşünen felsefe yapabilen bir varlıktır. Düşünerek adaleti gerçekleştirebilir. Hayvanlar düşünemez, felsefe yapamaz, dolayısıyla hayvanlar aleminde adalet kavramı yoktur. Felsefe düşünce dünyamızı geliştirerek, olaylara daha geniş bir çerçeveden bakmamızı sağlar. Bir hakim önüne gelen bir davada sadece maddi kuralı uygulayarak hüküm vermez. Zaten her olaya da ayrı kural koymak mümkün değildir. Düşünerek olayı inceler ve uygun olan normu uygular ve bu andan itibaren felsefe devreye girer. Ancak böylelikle adalet sağlanmış olur.