kayseri escort ankara escort izmir escort antalya escort bursa escort istanbul escort

Etiketlenen üyelerin listesi

Toplam 2 adet sonuctan sayfa basi 1 ile 2 arasi kadar sonuc gösteriliyor
  1. #1
    zAMBakk - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    .
    Üyelik tarihi
    03.Mart.2018
    Mesajlar
    4,938
    Mentioned
    1204 Post(s)
    Tagged
    48 Thread(s)

    Hukuk ve Adalet

    İnsan, diğer canlılarla ortak özelliklere sahiptir. Onların da bulunduğu bir doğal çevrede yaşar. Beslenme, giyinme, barınma ve korunma gibi biyolojik ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçlarını, içinde yer aldığı doğal çevrenin imkanları ve koşulları çerçevesinde gidermeye çalışır. Yaşamak için doğaya muhtaç olan insan, doğa ile sürekli olarak ilişki içindedir. Ancak insan, biyolojik ihtiyaçları da dahil olmak üzere tüm ihtiyaçlarını sadece doğal çevrenin belirlediği şekilde değil; toplumsal yaşam içinde geliştirdiği sosyo-kültürel ilişki biçimlerine, değer yargılarına ve davranış kalıplarına bağlı olarak karşılamaya çalışır. İnsanların etkileşim halinde yarattıkları bu gerekliliğe toplumsal gerçeklik veya toplumsal yaşam alanı denir. Bu toplumsal gerçeklik; sosyoloji, psikoloji, siyaset bilimi ve hukuk gibi sosyal bilimlerin konusunu oluşturur.

    Peki, bu toplumsal gerçekliğin parçası olan hukuk nedir? Günlük dilde ve doktrinde, hukuk sözcüğünün çeşitli anlamları vardır. Hukuk sözcüğü tek başına bir kavram olarak kullanıldığı gibi, bu sözcüğün yanına birtakım sıfatlar eklenmek suretiyle vücuda getirilen bileşik deyimler halinde de kullanılmaktadır. Hukuk tek başına toplumu düzenleyen ve devletin yaptırım gücünü belirleyen yasaların bütünü, bu yasaları konu alan bilim ve ahbaplık, dostluk gibi anlamlara gelir. Ayrıca pozitif, doğal, objektif ve sübjektif sıfatları ile başka bir anlama bürünür. Bunlar hukukun çeşitli anlamları ile ilgilidir. Belli bir memlekette, belli bir dönemde yürürlükte bulunan hukuk kurallarının bütünü pozitif hukuk, belli bir memlekette belli bir dönemde uygulanmakta olan değil, fakat uygulanması gereken yani sosyal gereksinmeleri adalete en uygun biçimde karşılayacağı düşünülen hukuka doğal hukuktur. Hukuk nesnel, objektif anlamda kuralı; öznel ve sübjektif anlamda ise yetkiyi belirtmek için kullanılır.

    Hukuk fikrinin, dış realitenin gözlenmesi sonucu mu olduğu yoksa deneyden bağımsız (a priori) olarak insanın zihninde yaratıp kullandığı bir kavram mı olduğu üzerinde durulması gerekir. Kant’ın algılama teorisi, insanların gözlem ve deney yoluyla kazanmadıkları, gerçekliğin bilinmesinde rol oynayan a priori muhakeme şekillerinin varlığı varsayımına dayanmaktadır. Hukukun da bu tip bir a priori şekil olup olmadığı sorulabilir. Ancak, hukuk kavramını yalnızca a priori bir tanımlamak amacını güden bir çalışmanın başarıya ulaşması oldukça şüphelidir. Çünkü hukuk kavramı, deney dünyasından gelen bazı unsurları da içine almaktadır.

    Hukuk düşüncesinde en çok tartışılan ve değişik görüşlere ve yaklaşımlara en fazla konu olan kavramın ise adalet olduğu şüphenin dışındadır. Adalet kavramının da ilk çağ filozoflarının düşüncelerinden itibaren insanın eylemlerini belirleyen hep moral yanıyla ilgili olarak irdelediğini yani insanın toplumsal düzlemde ortaya çıkan ahlaki davranışlarını belirleyen moral değerlerden; erdemlerden biri olarak görmekteyiz. Bu dönemlerde adalet tanımını adaletsizlikle tanımlamışlardır: “Adaletsizlik olmasaydı insanlar adaletin ne olduğunu bilemeyeceklerdi.”

    Ünlü Romalı hukukçu Ulphio, adaleti herkese payına düşeni vermek konusunda sürekli olarak ve sonsuz şekilde çaba harcaması şeklinde nitelendirmiştir. Adaleti herkesin payına düşeni vermek olarak niteleyen bu yaklaşımın hukuk teorisinde sürekli bir etkinliğe sahip olduğu bilinmektedir. Hollandalı hukukçu Grotius, adaleti ‘söze bağlılık’ formülünde değerlendirmiştir. Hobbes da sözleşmeye uymamayı adaletsizlik saymıştır. Ancak ona göre, adaletin varlığının temel şartı toplumda güvenliğin ve düzenin sağlanmasıdır. Güvenliğin olmadığı toplum hayatında adaletten söz edilemez.

    Kant da adaletle ilgili ‘Şerefli yaşa, kimseye zarar verme, herkese payına düşeni ver’ felsefesi hakimdir. Herbert Spencer’in adalete bağlı olduğunu kabul ettiği temel değer eşitlik değil, hürriyettir. Rousseau, adaletin temel niteliğinin karışıklık olduğunu ileri sürmüştür. Somut realiteden hareket eden adalet tanımlarının en önemlisi Aristoteles’in yaptığı adalet tanımıdır. Adalet, Aristoteles’e göre eşitlik esasına dayandırılmalıdır. Hukuk düşüncesine yaptığı en önemli katkısı dağıtıcı ve denkleştirici adalet kavramlarını birbirinden ayırmasıdır. Dağıtıcı adalet, şeref ve malların paylaştırılmasında herkesin yeteneğine ve toplum içindeki durumuna göre kendine düşeni almasıdır. Denkleştirici adalet ise bir hukuki ilişkide taraf olanların eşit muamele görmesidir. Toplumda hukuk kurallarının, düzenli bir biçimde uygulanması ve sosyal bakımdan tatmin edici bir etkinliğe sahip olmasında adaletsizliğin olmaması dolayısıyla adalete uygunluğun gerçekleşmemesi olarak değerlendirilebilir. Böyle bir uygulama adaletsizliğin bir biçimi olan keyfiliğin reddedilmesi anlamına gelmektedir. İnsana saygısızlık da adaletsizliktir. Çünkü insan, insan olduğu için saygıya layıktır. Ona saygısızlık da bir adaletsizlik biçimidir.

    Adalet ile ilgili olarak Platon’dan öğrendiğimiz, diğer tanımlar ve yorumlardan farklı olarak adaletin bir fikir olduğu, yani gerçek bir şey olmadığıdır. “Fikir” derken burada kastedilen düşüncelerin özel bir türü yani insan düşüncesinin bir tasarımıdır. Adalet kavramının apriori olduğu kabul edilirse, bunun eşitlik fikri ile ilişkili bulunduğunu da benimsemek gerekir. Bununla birlikte adalet fikri ise birlikte değerlendirilen eşitliğin mutlak bir niteliğe sahip olmadığı açıktır. Değişik durumlarda bulunanlara farklı muamele yapılması eşitlik ilkesinde ters düşmektedir. Hukuk uygulamasının taraf tutması, başka bir ifade ile tarafsızlıktan uzaklaşmak bir adaletsizlik örneğidir. Hakimin hukuk uygulamasında tarafsızlık ilkesine kesinlikle sadık kalmasının adaletsizliği önlemek bakımından büyük önem taşıdığı söylenebilir. Haklı bir nedene dayanmayan eşitsizlik, adaletsizlikten başka bir şey değildir.

    Bu aynı zamanda bize gösteriyor ki, “adalet nedir?” sorusunu cevaplandırmak için “adaletsizlik nedir?” sorusunu da sormak gerekir. Kişi düzeyinde bakıldığı zaman adaletsizlik, kişilerin bazı haklarının doğrudan ya da dolaylı olarak çiğnenmesine yol açan veya yaşanmasını engelleyen bir muamele biçimi olarak ortaya çıkar. Ülkeler düzeyinde bakıldığında ise adaletsizlik, bir devletin bir kısım yurttaşlarının temel haklarının başka yurttaşlar tarafından çiğnendiği ya da gözardı edildiği zaman ortaya çıkıyor.

    Adaletin sağlanması konusunda ise insanlar genel olarak adalet istediklerini, örneğin ‘’adil bir dünya’’ istediklerini söylerken, bulanık bir özlemi dile getiriyorlar. Oysaki belirli bir tek durumda adalet istediklerini söylerken bir talebi dile getiriyorlar. Kendilerinden ‘’alınmış’’ ve onlara geri verilmesi gereken bir şeyi kastediyorlar; kendilerine borçlu olunan ve verilmesi gereken bir şeyi. Bu da doğrudan doğruya Platon’un Devlet’inde gördüğümüz bir adalet tanımını, “her birine gerekeni, borçlu olanı vermek” şeklinde dile getirilen tanımını da akla getirmektedir.

    İnsan, düşünen felsefe yapabilen bir varlıktır. Düşünerek adaleti gerçekleştirebilir. Hayvanlar düşünemez, felsefe yapamaz, dolayısıyla hayvanlar aleminde adalet kavramı yoktur. Felsefe düşünce dünyamızı geliştirerek, olaylara daha geniş bir çerçeveden bakmamızı sağlar. Bir hakim önüne gelen bir davada sadece maddi kuralı uygulayarak hüküm vermez. Zaten her olaya da ayrı kural koymak mümkün değildir. Düşünerek olayı inceler ve uygun olan normu uygular ve bu andan itibaren felsefe devreye girer. Ancak böylelikle adalet sağlanmış olur.

  2. #2
    zAMBakk - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    .
    Üyelik tarihi
    03.Mart.2018
    Mesajlar
    4,938
    Mentioned
    1204 Post(s)
    Tagged
    48 Thread(s)
    Adalet kavramı her daim insanın kafasını kurcalamış ve bu kavramla ilgili birçok soru sorulmuş ve farklı yanıtlar ortaya çıkmıştır. Aristo adaleti “dağıtıcı ve denkleştirici adalet” olarak ikiye ayırmış, Thrasymakhos adaleti “güçlü olanın ya da hükümetin isteklerine uygun davranmak” olarak tanımlamış, Kant ise adaleti “şerefli yaşa, kimseye zarar verme, herkese payına düşeni ver” olarak kodlamıştır. Adalet konusunda ortak bir görüşe dün varılamadığı gibi bugünde ortak bir paydada buluşulamamıştır. Görüş ayrılıkları ve fikir çatışmaları bu konuda ortaklaşmayı engellemektedir. Kişilerin adalet konusundaki fikirleri, kendi kişisel çıkar ve inançlarına, mensup oldukları toplumların, sosyal grupların ve zümrelerin faydasına ve kişilerin mizaç ve karakterlerine göre değişkenlik gösterir.

    Temelinde “bilgelik sevgisi” bulunan felsefi düşünce açısından adalet genellikle eşitlik kavramı birlikte bir değerlendirilmekte ve dolayısıyla karşılaştırma içerisine sokulmaktadır. Denk koşullar içerisinde herkese eşit bir şekilde hak ve özgürlüklerini kullanma imkanının verilmesi adalet düşüncesi nezdinde bir okuma yapıldığı vakit acaba doğru ve hakkaniyet içeren bir yaklaşım mıdır ? Fikrimce buna olumlu cevap vermek mümkün değildir. Şöyle ki “eşit olan her şey adil olamaz.” mottosundan hareketle bir hak ve özgürlüğün veyahut sosyal yaşama ait bir olgunun dağıtılması,ondan faydalanılması,onun tüketilmesi noktasında her bir bireye veyahut bir topluluğa eşit koşullar yaratılması adalet kavramına son derece ters düşen bir durumun ortaya çıkmasına vesile olmaktadır. Bu bakımdan bireyci ve toplumcu yaklaşımlar bakımından eşitlik sonucunun doğduğu her uygulamanın adaletli bir neticeye varamayacağı aşikardır.

    Yeri gelmişken tam da bu duruma yönelik somut yaşama yönelik çok sık karşılaşan bir örneği de aktarmak istiyorum. Misalen İşçi-İşveren ilişkisi içerisinde tam anlamıyla bir karşılıklılık ve eşitlik ilişkisinin kurulması daima işçi aleyhine olacaktır. Zayıf olanın güçlü olan karşısında yasalarla “denk” bir duruma getirilmesi adalet duygusunu zedelemeyeceği gibi güçlendirir. Çünkü, adalet belli bir güç zümresinin eline bırakılamayacak kadar önemli bir idedir. Adalet, genellikle güçlünün elinde, gücün çıkarını takip eden bir zulme doğru evrilir. Filozoflar çok uzun zamandır adalet idesi ve adaletin sağlanması üzerine düşündüler ve söz ürettiler. İyi de yaptılar. Zira değer olarak adalet, hukukçusundan filozofuna, sokaktaki işsizden devlet başkanlarına kadar herkesin sorunudur. Bazısı bunu kahve adabıyla tartışmayı yeğler bazısı daha sistematik düşünceyi tercih eder. Her ne suretle üzerinde düşünürsek düşünelim adalet insanlık birikiminin sahip olması gereken ve vazgeçemeyeceği bir fikirdir. Bunu konuşmak hukukçuların tekelinde de değildir.

    Tüm bunlarla birlikte bir değerlendirme yapıldığı vakit acaba “adalet” düşüncesine yaklaşmak noktasında hangi yol bizim için bir rehber olmalıdır ? Kanımca bu konuda ne kadar düşünürsek düşünelim adalet idesine ulaşma anlamında herhangi bir somut rehber düşünce metodu mevcut bulunmamaktadır.Bunun nedeni birey ve toplumun her ikisi de bana göre bir organizma niteliğindedir ve dolayısıyla bu organizma özelliği gereği son derece komplike ve statik olmaktan uzak dinamik bir yapıyı merkezinde barındırmaktadır. Yukarıda bahsettiğimiz “eşitlik” gibisinden statik kavramlar düz,durağan ve birbirine benzer olgu ve olaylar karşısında ancak bir anlama sahip olabilir. Çünkü doğası gereği iki şeyin eşit olabilmesi için eşitlikten öncesinde var oldukları durumların birbirlerine hem nitelik hem de nicelik açısından benzer olması gerekir.Böyle bir benzerliğin mevcut olabilmesi için de eşitlikten önce müstakbel eşit olacak iki şeyin durumları durağan ve düzlemsel bir nitelik taşıması gerekmektedir. Unutulmamalıdır ki eşitlik sadece ve sadece aklın düzen gerekçesiyle koyacağı kurallarda ölçüt alacağı prensiptir. Halbuki “adalet” kavramı içerisinde bu idenin uygulanacağı bireysel ve toplumsal örneklemler bakımından eşitlikte olduğu gibisinden düzlemsel bir durumdan söz etmek imkansızdır. Yukarıda bahsetttiğimiz gibi “adalet”idesinin bir olay veyahut olgu nezdinde tam olarak uygulanabilmesi için üzerinde “düzlemsel” değil “uzaysal” yani çok boyutlu bir biçimde düşünme modeline ve yorumuna ihtiyaç bulunmaktadır.Bu çok boyutluluk adalet kavramının özünde yer alan komplike olmanın da bir sonucunu teşkil etmektedir.

    Öte yandan adil bir biçimde düşünme yeteneğine sahip olma bakımından da bu çok boyutluluğun önemi son derece büyüktür.İşte bu noktada topluma adalet dağıtacak olan insanların bu çok boyutlu düşünce metoduna sahip olması toplumun mikro düzeyden makro seviyeye kadar ki tüm katmanlarının adil bir biçimde muhakeme edilmesine vesile olması bakımından son derece önemlidir.

    Ancak bu noktada gözden kaçırılmaması gereken çok önemli bir hususun da önemine dikkat çekmek istiyoruz.Normatif hukuk sistemleri nezdinde yukarıda yer verdiğimiz çok boyutlu ve tam anlamıyla hakkaniyet içeren adalet idesine ulaşmak son derece güçlük arz etmektedir.Çünkü bu tip sistemlerde hukuk olarak tespit edilmiş bulunan bir yasalar sistematiği bulunmaktadır.Bu noktada hukuk olarak tespit edilmiş bir yasalar bütününün zamanla bizzat kendisinin hukuksuzluğa sebep olduğu ya da olma ihtimalini Aristoteles’te göz ardı etmemekte ve bu olguyu normatif hukukun genelinden doğan olumsuz bir durum olarak kabul etmektedir. Soyutluk ve genellik etik eitlikte birbirleriyle paralellik arzederler. Her türlü hukuk normları Aristoteles’e göre somut hukuksal durumlar karısında genelin özele davrandığı gibi davranır. Aristoteles bu ilikiyi Rhetorik’de ayrıntılarıyla ele alır. Buna karşın Aristoteles Etik’de yasanın genelliğinin ve adil olmasının tek tek olaylar yardımıyla gösterilmesi gereğinden bahseder. Aristoteles adaletin bu yüksek formunu, kabul etme ve olumlama (epieikeia ) olarak nitelendirir. Fakat bu genellik hiçbir zaman kapsadığı tek tek olaylar için tamamen doğru olamaz. Bu açıdan bakıldığında genelliğe dayanan yasaların herzaman hata ve yanlı olma ihtimali söz konusudur.

    Adaletin normatif hukuk sistemleri içerisinde somut bir biçimde tanımını yapmak evet güç,ancak bu noktada fikrimce bu tanıma en yakın noktayı bulabilmek açısından Aristo’nun ortaya koyduğu metodu kulanmanın faydalı olabileceğini düşünmekteyim. Aristoteles, adaletin tam bir tanımını yapmanın güçlüğünden dolayı, adaletsizlikten ve özellikle adaletsiz insanın özelliklerinden hareketle adaleti ele almaya çalışır. “Hem yasaya uymayan insanın, hem de eşitliği gözetmeyen insanın adaletsiz olduğu düşünülüyor. O halde açık ki, yasaya uyan insan da eşitliği gözeten insan da adaletli olacaktır. Öyleyse ‘adalet’ yasaya uygun olanda ve eşitliği gözetende, ‘adaletsizlik’ ise yasaya aykırı olanda, eşitliği gözetmeyende olur.”Haklı olmayı da, yasal olan şeyler olarak gören Aristoteles, yasaya uygun olanların her birinin hak olduğunu söyler. Nitekim bu noktada Heraklitos’un adalete yönelik olarak yaptığı “Eğer adaletsizlik olmasaydı adaletin ismini bilmezlerdi” tanımı da adaletin niteliğini göstermek açısından son derece önemli bir görünüm arz etmektedir.

    Yukarıda yer verdiğimiz tüm bu tanım ve görüşlerin adalet felsefesi açısından tam anlamıyla ortaya çıktığı düşünce modeli hukuksal pozitvizm’de yer alan “Reddetme Suretiyle Belirleme” yöntemidir. Bu yöntem çerçevesinde hukuki pozitivizm açısından adaletin tanımını yapmanın çok zor olduğu fikrinden hareketle bu alanda çalışan bazı pozitivist düşünürler adalet konusunu tartışma ve inceleme dışı bırakılmasını önermiş bulunmaktadırlar.Bu yaklaşıma göre insanlar yüzyıllardan beri adalet sorununu tartışmışlardır.Ancak bu konuda tatmin edici bir uzlaşma sağlanamamış bulunmaktadır.Bu nedenle adalet sorununu bir kenara bırakıp hukukun üzerinde anlaşma olabilecek diğer konularına değinme zorunluluğu bulunmaktadır.İşte bu noktada adaletin tanımını yapmakta zorlanan bazı hukuki pozitivistler bu soruna açıklık kazandırmak amacıylal “Reddetme Suretiyle Belirleme” yöntemini ortaya koymuşlardır.Bu yaklaşıma göre adaleti adaletsizliğin olmadığı somut durumlar olarak nitelendirmek gerekir. Bu noktada ortaya çıkan “ Reddetme Suretiyle Belirleme” yönteminin yukarıda yer verdiğimiz Heraklitos’un sözüyle de paralellik arz ettiğini yeri gelmişken tekrar belirtmekte fayda görüyoruz.

    Yukarıda bahsettiğimiz üzere toplumsal anlamda gerçek adalet düşüncesine tam anlamıyla erişmek tüm bu saydığımız nedenlerden dolayı son derece zordur.Ancak ulaşılması son derece güç işbu adalet kavramına biraz daha yakınlaşmak bakımından bir hususu daha ön plana çıkarabiliriz diye düşünmekteyim,o da ”hakkaniyet düşüncesi”. Tam bu noktada John Rawls’ın “hakkaniyet” kavramı üzerine yaptığı değerlendirmenin ortaya konmasının son derece önemli olduğuna inanıyorum. Rawls’ın, “hakkaniyet olarak adalet” anlayışına göre adaletin hakkaniyet olarak anlaşılması gerekmektedir. Bu aslında etik bir kuramdır ve adil bir toplumu oluşturan şeyin doğasını kavrayabilmenin ilkelerini serimler. Buna göre, bir toplumun adil olması için gerekli olan tek şey hakkaniyettir; bu dağıtıcı adaletten başka bir şey değildir. Adil bir toplum tüm yurttaşlarının bireysel hak ve özgürlüklerini koruyan ve kaynakların dağıtımının olabildiğince eşit ve hakkaniyete uygun olduğu bir toplumdur. Hakkaniyet, adil kurumların yapılandırılması ve düzenlenmesinin de temeli olacaktır, zira insanlar kurumlar aracılığıyla kendilerini yönetirler, malları, hizmetleri ve zenginliği bölüştürür, paylaştırır ve dağıtırlar. Rawls bununla herhangi bir toplumda zenginliğin tamamen eşit bir dağıtımının olanaksız olduğunun bilincindedir ve asıl gerekli olan şeyin tüm sosyal konumların herkese açık olması gerektiğini ileri sürer. Dolayısıyla, tüm sosyal ve toplumsal değerler, özgürlükler ve olanaklar, gelir ve refah ile öz saygı temelleri ve ilkeleri eşit şekilde dağıtılmalıdır. İşte, böyle bir yer ve toplumda adalet ve hakkaniyet belirir; bu eşitlik olarak adalet anlayışını da çağrıştırmaktadır. Ancak burada yer verilen eşitlik ve hakkaniyet kavramının dağıtıcı adalet olgusunun bir ürünü olduğunu tekraren hatırlatmak istiyoruz.

    Şimdi de biraz da adalet kavramının sınırları yönünden bir yorumlamada bulunmak istiyorum.Acaba eşitlik kavramından yukarıda bahsettiğimiz özellikleri yönüyle ayrılan ve somut bir biçimde örneklenemeyecek adalet idesinin görünümünü bizlere yansıttığı ebedi ilkeleri bulunmakta mıdır ?

    Marx ve Engels'in eserlerinde adalet ve ahlak üzerine düşüncelerini açıkladıkları paragrafları ele alacak olursak, özellikle şu noktalar göze çarpıyor: Marx ve Engels açısından hüküm süren toplumsal ilişkileri eleştirmek veya karşı toplumsal düşünceler geliştirmek için dayanılabilecek “ebedi adalet ilkesi” yoktur. Adalet düşünceleri her zaman tarihsel ve her şeyden önce işlevsel olarak hüküm süren üretim biçimiyle bağlantılı olarak görülmek zorundadır. Yani, Marx ve Engels göre; ahlak, bir ideoloji biçimidir; adalet, bir pozitif hukuk kavramıdır; diğer bir deyişle kendine özgü (sui generis) olma özelliğini yerine getirebilen kavramlar değillerdir; bu nedenle sadece kendilerine dayanarak açıklanmaları mümkün değildir.

    Öte yandan bu noktada hukuk felsefesi alanından son derece önemli bir konuma sahip olan Ronald Dworkin’in görüşlerine de yer vermek istiyoruz.Dworkin dağıtıcı adalet ve sivil özgürlüklerle bağlantılı olan adalet ilkelerini, tek bir haktan türetmektedir. Hakların olduğu kadar adaletin de temeli olan bu hak eşit ilgi ve saygı görme hakkıdır. Bu ilke gereği her bir vatandaşın çıkarına aynı sempatiyle yaklaşılmalı ve bir kişinin ya da grubun idealleri onları paylaşmayanlara zorla kabul ettirilmemelidir. Başka bir anlatımla, devletin görevi tüm bireylere, tüm grupmanlara, tüm menfaat ve baskı gruplarına eşit ve özgür bir hareket alanı sağlamaktır. Onlar özgürce örgütlenecek, özgürce düşünce ve inançlarını ifade edecek, özgürce hak ve menfaatlerini savunacaklardır. Böyle bir ortamda çalışan emekçi de örgütlenip hak mücadelesi yapabilir. Gerçek bir özgürlük ve eşitlik ortamında menfaat çatışmalarında daha dengeli, sömürünün asgari düzeyde olduğu bir düzleme ulaşmak daha kolaydır.

    Sonuç olarak tüm bu okumalar ışığında tam anlamıyla mutlak adalet idesine ulaşabilmenin ışınlamayı veyahut ölümsüzlüğü bulabilmekten daha zor bir nitelik taşıdığı ortadadır.Bu noktada fikrimce hakiki adalete ulaşma açısından bireysel ve toplumsal anlamda makro düzeyden mikro seviyeye kadar ki tüm süreçlerde ve muhakemelerde önem verilmesi ve hedef olarak belirlenmesi gereken husus keskin bir netice elde etmek olmamalı yani mutlak adalete ulaşmak noktasında “durağan” davranılmamalı, sürekli bir biçimde bu amaç uğrunda bir arayış içerisinde olunmalıdır.

Konu Bilgileri

Bu Konuya Gözatan Kullanıcılar

Şu anda 1 kullanıcı bu konuyu görüntülüyor. (0 kayıtlı ve 1 misafir)

Benzer Konular

  1. Hukuk devleti
    Konu Sahibi Amazonia Forum Hukuk
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 23.Mart.2018, 00:47
  2. Osmanlı ' da Hukuk
    Konu Sahibi Amazonia Forum Tarih
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 08.Mart.2018, 05:25
  3. Hukuk
    Konu Sahibi Escobar Forum Meslek Tanıtımları
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 30.Ocak.2018, 02:05
  4. Hukuk nedir ?.
    Konu Sahibi BOZKURT21 Forum Hukuk
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 04.Aralık.2017, 17:14
  5. Adalet ‘Adalet’i Mahkum Etti
    Konu Sahibi BOZKURT21 Forum Türkiye'den Haberler
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 14.Haziran.2017, 16:29

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •  
gaziantep escort bayan gaziantep escort sesli sohbet seks hikaye onwin venüsbet giriş tipobet365 sahabet karabük escort ordu escort kars escort kocaeli escort izmit escort edirne escort ısparta escort karabük escort manisa escort adana escort
ankara escort ankara escort ankara escort bayan escort ankara çankaya escort kızılay escort kızılay escort ankara eskort ankara escort çankaya escort ankara otele gelen escort kayseri escort istanbul escort avrupa yakası escort çapa escort şirinevler escort avcılar escort beylikdüzü escort