Bilimsel bilginin ortaya çıkışı, ilk olarak tarım uygarlığına geçişle başlamıştır. Tarımla birlikte gereksinimler değişmiş ve buna bağlı olarak bilimsel bilginin kökleri yavaş yavaş ortaya çıkmıştır. Örneğin tarımla birlikte insanoğlu mevsim bilgisini sistematik hale getirmiş ve ilk takvimler oluşturulmuştur. Yine tarımla birlikte tarlaya ilişkin ölçümler geometri ve matematik bilgisini gerekli kılmıştır. Böylece tarımın gereksinimleri için bilgi birikimi oluşmaya başlamış ve genelleştirme süreçleri ortaya çıkmıştır.

Bu tür bilim diyeceğim bilgi türünün ortaya çıkışı ilk olarak aşağı yukarı M.Ö. 4000’lerde Mısır ve Mezopotamya, M.Ö. 3000’ler civarında da Hint ve Çin uygarlıklarında görülmektedir. Bu uygarlıklar büyük nehir kenarlarında hayat bulmuşlardır ve bu nehirler uygarlığın devamı için de yaşamsal öneme sahiptirler. Nehir kenarlarındaki verimli topraklar yerleşik hayat süren insanlar arasında paylaşılmıştı, ancak nehirler her yıl taşmakta ve çevresindeki tarlaların sınırlarını yok etmekteydi. Halk zorunlu olarak yeniden araziyi ölçerek paylaşmak durumunda kalıyordu. Bu zorunluluk yer ölçüm bilgisinin diğer bilgilere göre daha hızlı gelişmesine yol açmıştır.

Tarıma dayalı kalkınma ve gelişmeyle birlikte ortaya çıkan toplumsal çeşitlilik işbölümünün ve ticaretin gelişmesiyle sonuçlandı ve giderek sayıları yazma sistemi, aritmetik ortaya çıktı. Böylece doğada olup bitenlere ilişkin bilgi yığını artmaya başladı. Bilginin artması giderek bilgilerin sınıflandırılmasına gereksinim olduğunu ortaya koydu. Bunu fark eden insanoğlu, bilginin doğasını araştırmaya koyuldu. İlk fark ettiği varlık karşısında aldığı tutuma bağlı olarak oluşturduğu bilgilerinin de farklılık gösterdiği oldu. Bu aslında doğayı tanımaya karar verdiği andan sonra edindiği ikinci önemli deneyimiydi. Böylece bilimde kuramsal gelişim ortaya çıktı ve varlıkların doğasına ilişkin nedensel arayışlara girişildi. Bu dönem ise aşağı yukarı M.Ö. 700’lerde başlayan Antik Yunan Uygarlığı’na denk gelmektedir.

“Yunan Mucizesi”

Bilim tarihine yönelik ilk araştırmalarda bilimsel bilginin köklerinin Antik Yunanlılarca adeta mucizevi olarak ortaya çıktığı görüşü genel olarak kabul görmüştü. Zira Antik Yunanlı filozoflar doğayı anlama çabası içerisinde genel-geçer bilgiye yönelmişler ve kuramsal bilginin temellerini atmışlardı. Bu mucizevi gelişmeyi açıklamak için de Yunan Mucizesi kavramı üretilmişti. Ancak son 50 yıldır yapılan araştırmalar gerçekte Antik Yunanlılardan önce bilimsel çalışmaların olduğunu göstermektedir. Antik Yunanlılar bilimi mucize eseri olarak keşfetmemişler, kendilerinden önceki uygarlıkların bilimsel gelişimi üzerine yeni bir aşamaya ulaştırmışlardı.

Bilimsel İlerlemenin Temel Dönemleri

Bilim tarihi çalışmaları bilimsel gelişmenin Doğu ve Batı arasında zikzak çizen bir etkinlik olarak varlığını sürdürdüğünü göstermektedir. Önce Doğu uygarlıklarında, Mısır, Mezopotamya, Babil, Hint ve Çin’de oluşturulmuş, daha sonra Antik Yunan’a geçmiş, gelişme hızını kaybetmeye başladığında tekrar doğuya İslâm Dünyası’na, oradan da tekrar Batı’ya geçerek varlığını sürdürmüştür.

Bu gelişim çizgisini dört aşamada ele alabiliriz:

1-Mısır ve Mezopotamya uygarlıklarına rastlayan deneysel bilgi toplama aşaması.
2-Antik Yunan’da evreni açıklamaya yönelik akılcı sistemlerin kurulduğu aşama.
3-Ortaçağ’da bir yandan Antik Yunan felsefesi ile dinin dogmalarını bağdaştırmaya çalışan Batı, diğer yandan bilimsel etkinliği parlak başarılara doğru yöneten İslâm Dünyası.
4-Rönesans ve sonrası gelişmelerin yer aldığı modern bilim dönemi.

Yaklaşık 4000 yıl önce ilk bilimsel etkinlikler Mısır ve Mezopotamya’da ortaya çıktı. Ancak bu uygarlıklar bu etkinliği bütünüyle pratik amaçlarla yönlendirmekteydi. Böylece uygulamalı astronomi ve arazi ölçümlerinde kullanılan temel geometri gelişti. Özellikle Babil’de ticari aritmetik ilerledi. Buna bağlı olarak da toplumsal yapı değişti.

Mısır’da Nil nehrinin düzenli taşması sadece geometri bilgisinin doğmasında değil, aynı zamanda Mısır astronomisinin gelişiminde de önemli rol oynadı. Nil’in taşmasının gökyüzü hareketleriyle ilişkisi kuruldu ve göksel cisimlere dinsel anlamlar yüklendi. Bu da insanları göksel cisimlerinin hareketlerini izlemeye yöneltti. Gerek Mısırlılar ve gerekse Babilliler Güneş, Ay ve yıldızların hareketlerini düzenli olarak kaydetmişlerdir. Özellikle Babillilerin kayıtları çok uzun dönemleri kapsamaktaydı ve çok sistematikti. Gelecekte ne zaman Güneş ve Ay tutulması olacağını kestirebiliyorlardı. Bu çaba insanların çok eskiden beri doğada bir düzenliliğin olduğu inancına dayandıklarının açık bir göstergesidir.

M.Ö. 400’lerde ortaya çıkan Antik Yunanlı düşünürler ise bilimde pratik çabayı yeterli görmediler ve doğayı, evreni akılcı sistemlerle açıklamaya yöneldiler. Böylece kuramsal bilim gelişti ve genel-geçer önermelere ulaşmayı başardılar. Kendilerinden önceki uygarlıkların ulaştığı başarıları sistematik hale getirdiler ve matematikte çeşitli teoremlere, astronomide kuramlara ulaştılar. Örneğin Eukleides (M.Ö. 300’ler) dedüktif geometriyi kurguladı, M.Ö. 4. yüzyılda Aristoteles fizik-evren görüşü ortaya attı ve M.S. 150’lerde Ptolemios (Müslümanların tanıdığı isimle Batlamyus) Kopernik’e kadar geçerli olan Yer Merkezli Kuram’ı ortaya attı.

Ortaçağ bilim Antik Yunan bilimi üzerine kuruluydu. Ancak ilk dönemlerde Hristiyanlık düşüncesi onu benimsemeyecek ve M.S. 4-10 yüzyılları arasında Karanlık Çağ denilen bir dönem yaşayacaktı. 10. yüzyıldan sonra ise Antik Yunan düşüncesini din ile uzlaştırmaya çalışacak, bu ise özellikle 12. yüzyıldan sonra bilimin gelişimini hızlandıracaktı. Batı dünyasının karanlık dönemlerinde doğuda İslam dini Hıristiyanlığın talip olmadığı Antik Yunan bilimini hemen benimseyecek ve 9. yüzyıldan sonra bilimde giderek yükselen bir ivme kazanacaktır. Bu çaba 16. yüzyılda çeşitli nedenlerle duracak ve bu yüzyıldan sonra Batı’daki bilimsel gelişimi takip biçimine dönüşecektir. Batı’da ise 12. yüzyıldan sonra özellikle üniversitelerin de kurulmasıyla birlikte özgür düşünce ortamı yaygınlaşacak ve bu da 15. yüzyılda Hümanist hareketle birlikte Rönesans’ın oluşmasını sağlayacaktır. Rönesans’tan sonra ise Batı’da artık modern bilimsel yöntemlerin temelinin ortaya çıktığını görüyoruz.

Günümüz biliminin temeli, 15. yüzyılda ortaya çıkan reform hareketleriyle birlikte 17 ve 18. yüzyılda yaşanan bilimdeki devrimsel gelişmeler ve Aydınlanma hareketine dayanır. Doğu bilimi, 16. yüzyılda bu gelişime maalesef ayak uyduramamış ve Batı bilimini izler hale gelmiştir. 18. Yüzyılda Osmanlılarda kurulan bir takım teknik okullarla birlikte bilimdeki yenileşme hareketleri biraz olsun takip edilmiştir. Ancak modern bilimlerin gelişmesi daha çok Cumhuriyet Dönemi’ne rastlar. Bu konuda Atatürk’ün “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” sözünü esas alması, 1933 Üniversite Reformu’yla birlikte İstanbul Üniversitesi’ni çağdaş bir hale getirmesi, yabancı bilim adamlarına burada dersler vermek üzere üniversitelerin kapılarını açması ve yurtdışına yetiştirilmek üzere öğrenciler göndermesi özellikle önemlidir.