İbn Haldun’un Getirdiği Yenilik: UMRAN İLMİ
Umran ya da ümran, kelime anlamıyla “bayındır, ilerleme, medeniyet” anlamına gelir. İbn Haldun, ümran tanımını ise “Ümran bir kavmin yaptıklarının ve yarattıklarının bütünü, içtimâî ve dînî düzen, âdetler ve inançlar"dır.Ümran, İbn Haldun’un fikir merkezindedir. Ona göre bu ilim, ümrandan oluşan insan toplumunu ve ümrandan ötürü sonradan ortaya çıkan durumlarını ve bu durumların mecburen doğurduğu tarih kavramını konu edinir. Yani medeniyet ve medeniyetin zorunlu sonuçları tarih ilmini meydana getirir.
Umran ilminin amacı ise insanı taklitten korumaktır. Buna bağlı başka bir amaç ise önceden olmuş bitmiş durumlar hakkında yeni bir bakış açısı kazandırmaktır. İbn Haldun, aslen, hem gelecek hem de geçmiş için yeni bir anlaşılma durumu ortaya koymayı arzulamaktadır.
Umran aslında toplumun ontolojisidir, metafiziğidir. Yalnız kendisine kadar gelen “var olmak açısından var olanı inceleme” güdüsüyle çözülecek bir ontoloji değildir. Daha önce incelenmeyen çünkü fiziken var olmayan bir ontolojik alanı ele alır: Tarihî – toplumsal varlık. Fiziküstü bir durum olduğu için metafizik alanına girerken, toplumun ve onu kültürünün nasıl incelenmesi gerektiğini anlatmayı amaçladığı için ontoloji alanına girer. Tüm bunlar sayesinde de sadece tarih alanının değil, felsefenin de bir araştırma alanı haline gelmiştir umran.
İbn Haldun, ümran kavramını açıklarken iki durum üzerine sistemini kurar:
1. Unsurlar Alemi: Metafizik alanıdır. İnsan, bireysel kimliği ve fiziksel varlığı bu aleme aittir.
2. Havadis Alemi: Ümran ilminin konusunu teşkil eden alandır. Sadece insanla var olur, insana bağımlıdır. İnsanın, toplumsal bir varlık olma zorunluğu sonucunda oluşmuştur.
Havadis alemi, İbn Haldun için önemlidir. Çünkü toplum ve dolayısıyla medeniyet bu küme içindedir. Toplumlar zamanla yok olduğu için aynı zamanda tarih ilminin de konusunu içerir. Bu küme, insanın eylemleri sonucunda meydana gelmiştir. Çünkü insan, dünyada daha doğrusu doğada olmayan devlet, mülk – mal, adalet gibi şeyler oluşturmuş ve bu kavramlar üzerine medeniyet kurmuşlardır. Yani ümran oluşturmuşlardır. Ümran kalıcı değildir, yıkılabilir ama yeniden inşa da edilebilir. Bu bakımdan insanın yaptığı “ yeni bir yaratma” durumudur. Ümranları oluşturan insan toplumu değiştikçe ümran da ona göre şekil alır, genişler, daralır ya da yok olur.
Peki madem ümran yaratılmış bir şey, neden unsurlar aleminde değerlendirilmiyor diyebilirsiniz. İbn Haldun bu durumu açıklar. Ona göre ümranın araştırma alanı olan tarihî – toplumsal varlık alanı insan gibi sahici bir yaratık değil, “itibarî” dediğimiz sunî bir varlık. Üstelik tarihî – toplumsal varlık alanının mülk, güç, erk, devlet, medeniyet vb unsurları, yok olan ve yeniden yapılan ama insan eliyle bu durumları kazanan ya da kaybeden sunî şeyler. Bu bakımdan unsurlar alanına ait değiller.
İbn Haldun, var oluş amacına inanır. Ona göre sonsuz olan tek şey Allah’tır. Allah dışında her şey amacını tamamladıktan sonra yok olur.
İnsan, her zaman topluma ihtiyaç duyar. İbn Haldun, bu düşünceden hareketle toplum ve insan ilişkisini anlatmaya çalışır. Buna göre, insan beslenme ve barınmaya ihtiyaç duyar; bu ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra da bu ihtiyaçlarını korumaya çalışır. Bu durum da toplum doğar. Toplum insana tüm bu ihtiyaçlarını sağladığı gibi, onu korumayı da vaat eder. Yani toplum, sadece ihtiyaçların karşılandığı bir yer değil, aynı zamanda bir düzendir. Lakin, topluluklar bu düzeni korumak için yine kendi aralarından bir otorite seçmek zorunda kalırlar. Bu düzen, bir iradenin ( bu irade Allah), iradesiyle değil, toplumdaki insanların iradesiyle meydana gelir. Ama insanlar, bir amaç uğruna yaşar ve ölür. Bu durumda toplum, sürekli durum değiştirir, kabul değiştirir ama yaşamaya devam eder. İşte tam da bu yüzden İbn Haldun, tarihe genel olarak bakmakla işe başlar.
Toplumdaki insanlar ölür, toplum deri değiştirir ve yoluna devam eder. Eğer bir tarih yazarı, atılan bu deriye bakarak toplum hakkında fikir beyan ederse yanılır. Bu görüş de dışardan üstün körü bir bakış olur. İbn Haldun ise, toplumsal hayatın durumları, toplumun yaşadığı coğrafya, toplumun refah seviyesini arttıran ya da azaltan devlet yönetimi, düşmanlar ve onların kimlikleri, toplulukta insanların ne ile geçindikleri, toplum asabiyeti ( akrabalık anlamından bahsedilmekte) gibi pek çok duruma bakarak o toplum hakkında değerlendirme yapar. Tam tersi durumunda yorumun sadece batınî olacağında da vurgulayarak bahseder. Tüm bu toplumsal olaylar ve durumlar bir süreçtir ve İbn Haldun, bu sürecin iki yönüne vurgu yapar. İlk yön, zorunlulukla oluşan olaylar ve durumlar; ikinci yön ise bu zorunlulukların insanlar tarafından nasıl algılandığı. Bu iki durumu birleştirip topluluk hakkında fikir sahibi olmaya çalışır.
İbn Haldun’a göre İnsan Nedir?
Öncelikle, İbn Haldun insan ve toplumu birbirinden ayırmaz. Bu bakımdan da insanın, toplumun bir nevi aynası olduğunu ifade eder. Bu yüzden, insanın kendi başına edindiği bilgi ve ahlak diye bir şey olmadığını, sadece karakter ve toplumun oluşturduğu başka huylardan bahseder.
İnsanın tanımını yaparken onu meleklerden ve hayvanlardan ayırır. İnsan hayvandan akıl ve fikir gücü ile; melekler aleminden ise irade gücüyle ayrılır. İrade ve kasıt ise, insanın yaşanmışlarının bir getirisidir. İrade ve kasıt insana, duygularının ötesinde bir bakış açısı sağlar.
İnsan, topluma muhtaçtır, toplumlar ise ümranları oluşturur. Ümranın oluşmasında ise çevre çok önemlidir. İbn Haldun’un meşhur “Coğrafya kaderdir” anlayışı da buradan doğmuştur. İnsan ve çevresi arasında çok sıkı bir ilişki vardır.
Çevre, ümranın oluşmasında oldukça önemlidir. Eğer çevre şartları, bir medeniyetin var olmasını gerekli kılan şeylerden yoksunsa medeniyet oluşumundan söz edilemez. Hayata uygun doğal çevrenin getirdiği bazı imkanlar ve dolayısıyla sınırlılıklar vardır. İşte bu imkan ve imkansızlıklar insan karakterinin oluşmasında, genetikten sonraki en önemli etkendir. Aynı çevrede ve ümranda yaşayan insanlar hem fiziken hem de maneviyat olarak bu yüzden birbirlerine benzerler. İşte bu yüzden İbn Haldun, bir toplumun tarihini yazarken önce onun coğrafyasına bakar. Bu bakımdan da yedi kıtanın yetmiş iklim özelliklerini ve coğrafyasını çıkararak bölgelerde yaşayan toplulukların ve insanların özelliklerini tayin etmeye çalışır.
İbn Haldun’a göre İnsan ve İklim İlişkisi
İnsanların yaşadıkları coğrafyalar ile kişilikleri arasında yakın bir ilişki görür ve kendince bu ilişkiyi belirlemeye çalışan İbn Haldun’un sıcak ve soğuk iklimde yaşayan insanlar hakkında bugün de geçerli olan önemli tespitleri vardır. Üstelik bu tespitler, sadece fiziksel değil, aynı zamanda ahlakî tespitlerdir. Sıcak ve soğuk iklimde yaşayan insanların en çok deri renkleri değişir der İbn Haldun, daha sonra da göz renklerinin farklı olduğuna değinir. İbn Haldun, çok gezip görmüş bir adamdır; bu bakımdan iklimleri sadece sıcak - soğuk olarak değil ayırmaz, bu iklimlere bir de kendi deyimi ile “mutedil” şimdiki coğrafya terimlerimizle ılıman iklimi de ekler. İbn Haldun sıcak iklimde yaşayan insanları, zevklerine düşkün, aceleci, hafif meşrep; ılıman iklimde yaşayanlar hafif, soğuk iklimde yaşayanlar ise tedbirli olarak tanımlanır. Bu davranış şekilleri onların en baskın davranışlarıdır.
İbn Haldun’a göre Yerleşik Olma ve Göçebe Olmanın İnsan Üzerindeki Etkisi
İbn Haldun insanları sadece iklimin etkilediğini var saymaz. Ona göre insanın yedikleri ve bedevi mi yoksa medeni mi yani göçebe mi yoksa yerleşik mi olduğu da önemlidir. Elbette gıda, yine iklimle bağlantılıdır. Ilıman iklimlerde yaşayan insanlar tarıma daha elverişli topraklarda yaşadıkları için yerleşik hayata geçmişler, şehir kurmuşlardır. Şehirde geniş beslenme imkanlarına sahiptirler, çok iyi gıdalara erişirler. Ama bunun yanında zararlı gıdalar da vardır. İnsanlar, bunların her ikisini de tükettiklerinde biçimsiz ve çirkin bir vücut yapısına sahip olurlar. Şişmanlık, daha sonra zihin yapılarına da bulaşır ve zihinsel eylemler körelir, ciddiyetini kaybeder. Ama göçebeler, hareket ettikleri ve zor şartlarda hayatta kaldıkları için hem zekaları gelişir hem de daha biçimli vücuda sahip olurlar.
Göçebeler, zor şartlar altında yaşadıkları için tahammül seviyeleri yüksek ve güçlü karakter – vücut yapısına sahiptirler. Şehirde yaşayanlar ise rahatı tattıklarından zorluklara tahammül edemezler. Bu yüzden de kıtlık, sel gibi felaketler karşısında daha çabuk teslim olurlar.
Tabii, bu ayrımların yapıldığı zamanlarda, ulaşım, iletişim, gıda üretimi insan ve hayvan gücü ile yapılmakta, iklim şuandaki gibi dengesiz ve bozuk değildi. Şimdi, tarıma dayalı toplum durumunda olmadığımız gibi göçebelik kültürü de kayboldu. Ayrıca ırkların ve toplulukların birbiriyle kolay kaynaştığı bir çağda, iklimsel karakter ve tip ayrımı çok zordur. Bu bakımdan lütfen, bir tarih okuduğunuzu fark edip İbn Haldun’un görüşlerini onun yaşadığı çağı düşünüp yorumlayınız.
İbn Haldun’a göre Tarih Nedir? Neden Önemlidir?
İbn Haldun, pek çok alim tarafından tarihçi olarak tanınır. Bugün dahi onun tarihçiliği, pek çok alandaki çalışmasının üstündedir. Bu bakımda n onun tarihten ne anladığı, tarih yazıcılığını nasıl yorumladığı işi tarih olanların ya da tarih ile ilgilenenlerin bilmesi gereken konulardandır.
İbn Haldun tarihi, “yolu kutsal, faydası çok, gayesi şerefli” (Mukaddime,) olarak tanımlar. Tarih, bir dönemin, bir toplumun ya da geçmiş dönemdeki bir toplumun “haber” ve “ahval”lerini eserinde toplayarak duyuran tarihçi sayesinde var olur. Yani tarih yazıcılığı olmazsa tarih de olmazdı İbn Haldun’a göre.
Tarihî olayların iki yönünden bahseder İbn Haldun, zahirî yön ve batınî yön. Zahirî yönüyle tarihsel olaylar bir toplumun nasıl bayındır olduğuyla, savaşların nasıl çıktığıyla, antlaşmalarla, devletin sınırlarının genişlemesi ya da daralmasıyla vb ilgilenir. Batınî yön ise, zahirî yani görünen olayların sebeplerini araştırır. Bu da bizi ümran ilmine götürür ve ayrıca, durumların nedenleri sorgulandığı için tarih bir tür felsefedir.
İbn Haldun, pek çok İslam tarihçisiyle birlikte tarihçilerin tarihi sadece zahirî yönünü yazdığını bu yüzden de rivayet ile gerçeği ayıramadıklarından yakınır. İslam tarihçisi için rivayet ile gerçeği ayırmak çok önemlidir çünkü işin sonunda hadis ve sünnetler vardır. Bu bakımdan İbn Haldun, bir olayın rivayet mi gerçek mi olduğunun iyice anlaşılmasının elzeminden bahseder. Olayların “neden” geliştiğini sormamak ve bir olay duyulduğunda bu olayın kahramanı olan toplumun karakterini bilmemek rivayeti gerçek sanmamıza neden olur der İbn Haldun. Bu bakımdan rivayeti red ve kabul tarih yazıcısının elindedir; red ve kabul kıstasını koyan da kendisidir. Eğer tarh yazıcısı, ümran nedir bilmezse, toplumun ahvalinden habersize rivayeti gerçek zanneder ve bu şekilde yeni rivayetler de doğar der İbn Haldun.
Ümran, bir sonuçtur. Her sonucun oluşmasında ise nedenler vardır. Ümranı anlamak için nedenleri anlamalı ve bu nedenlerin bir düzen sonucu mu yoksa rastgele mi olduğunu anlamamız gerekir. Yani ümran, tarihçi için doğrudan bilgi değil, dolaylı bilgidir. Tarihçi, bu bilgileri ve nedenleri doğru tahlil etmelidir.
Tarih yazıcısının önüne gelen her haber doğru değildir. Tarihçi haberin doğru mu yanlış mı olduğunu anlamalıdır. Tarihçinin ilk görevi doğruları yanlışlardan ayıklamak, sonraki görevi ise doğruları bir düzen içinde bir araya getirmektir. Yalnız tarihçi, bir mezhebe ya da görüşe bağlıysa, kendisine gelen haberlerin kendi fikir ve görüşlerine uyanları alabilir.
Tarihçinin en yaygın ve en hayatî hatası, tarihini yazdığı ahval hakkında fikir sahibi olmaması. Tarihçi, olayları meydana getiren nedenlerden bihaberse ve ahvalin bu olayı neden gerçekleştirdiği hakkında bir fikri yoksa yanlış bilgiler ile eserini kaleme alacaktır. Bu bakımdan İbn Haldun’a göre nakilcilerin ve tarihçilerin en büyük hatası sadece nakile ve habere itikat etmeleri ve bu haberleri, nakilleri ya da olayları eski olaylar ile kıyaslamadan direkt olarak kabul etmeleri.
Mukaddime adlı eserinde İbn Haldun “geçmiş ile gelecek suyun suya benzediğinden daha çok birbirine benzer” der. Bu bakımdan tarihçi, tarihi olayları aktarırken azami dikkat etmelidir.
İbn Haldun’a göre Devlet Nedir? Nasıl Oluşur? İdeal Devlet Düzeni Nasıl Olmalıdır?
İbn Haldun’un devlet ve mülk anlayışında en önemli iki kavram, bizce, asabiyet yani akrabalık ve ahlaktır. İbn Haldun, toplum içinde birbiriyle akraba olanların, birbirlerine ahlak bakımından benzer olanların ve aynı karakterde olanların küçük cemiyetler var ettiklerinden bahseder. Bu cemiyetlerin en güçlüsü de toplum üstünde otorite kurar. Asabiyet kavramı da tam olarak burada devreye girer.
İbn Haldun, büyük topluluklar içinde akrabalık, aynı sosyal mekan gibi bazı ortak unsurları olan insanların toplanarak, makro toplulukta, kendileri gibi olmayan “diğerlerine” karşı savunma oluşturdukları ya da geçinmek için iş birliği yaptıkları mikro topluluklar oluşturduğunu bahseder ve bunu da ASABİYET olarak adlandırır. Asabiyet, insanların makro toplumlarını, yani ait oldukları toplulukları yıkmaz, tam tersi o toplumun oluşmasının ön şartıdır. Asabiyet, iki şekilde yapılır. Birincisi akrabalık diğeri de uzun süre aynı mekanda yaşayan insanlarda oluşan birlik. İbn Haldun, insanların önce akrabalıkla bağlı olduklarına öncelik verdiğini de belirtir. Toplumdaki en güçlü asabiyet, gücü yani iktidarı ele geçirir ve kendi asabiyetini yanına çeker der İbn Haldun.
Kabilenin en güçlü asabiyeti, kabilenin iktidarını ele geçirebilir, iç işleri düzenleyebilir ama gücün doğası gereği bu yetmeyecektir. Güç, hakimiyete dönüşür ve “devlet” ile “mülk” kavramı ortaya çıkar. Kabile olan devlet, kendi gibi devletleri gücü altına almaya çalışır. Eğer kendisinden daha güçsüz bir devlet ile karşılaşırsa onu yok eder ya da hakimiyeti altına alır; ama kendisinden daha güçlü bir devlet ile karşılaşırsa onun sınırları o devlete kadar demektir. Daha ilerisi söz konusu olamaz. Mülk için asabiyet gerekir. Ama mülkü elde tutmak için asabiyetten fazlasına ihtiyaç vardır.
Mülkü, güçlü bir asabiyet ele geçirebilir ama o mülkü elinde tutması için ahlaklı olmalıdır. İbn Haldun, bir asabiyetin hem fiziken hem de ahlaken güçlü olması gerektiğine inanır. Mülkün elde tutulması için gereken ahlak unsurlarına da “HILAL” adını verir İbn Haldun ve ekler, bu ikisi olmadan mülkün elde tutulması imkansızdır. Eğer ki iktidarda hılâl yoksa, o zaman o yönetim zorbalık ve adaletsizlik getirir.
İbn Haldun tüm bu ilişkileri insanın doğasıyla açıklar. İnsan doğası gereği hayvanî içgüdülere de sahiptir, insan olmasını sağlayana “akıl”a da. İnsanın hayvan tarafı kendi varlığını sürdürme isteğinde, insan olan tarafı ise toplum olma isteğindedir. İnsan, hayvanî tarafıyla kötülüğe, mantıklı ve akıllı tarafı olan insan tarafı ile hayra sevk edilir. İnsan, hayra yakın olduğu için “devlet” ve “mülk” kavramlarını yaratmıştır. Yani İbn Haldun, “devlet” ve “mülk” kavramlarını yaratan insanı bir nevi “üst insan” olarak görmektedir.
İnsan, hayra yakın olmasaydı tarihî – toplumsal varlık da olmazdı. Yani “ahlak” ve “toplum olma isteği” birleşerek bu varlık alanını yaratır. Varlık, doğası gereği olumludur. Olumlu olan da hayra dayanmak zorundadır. Şer, yani olumsuzluk, insanların büyük kısmı tarafından tercih edilmediği gibi yok edilmek istenmektedir. O halde siyaset olumlu ve hayırlıdır. Yoksa, bu kadar zamandır var olamazdı.
İbn Haldun’a göre Mülk, Refah, Reis Kavramları
Toplumdaki otorite, ahlaken ve madden güçlü olan asabiyetin, diğer asabiyetlere galip gelmesiyle meydana geliyordu. O halde toplumda bir galip ve mağlup ilişkisi var der İbn Haldun. Mağlup yan yenilen, galip olanda her zaman önemli ve kendisinde olmayan bir şey arar. Başarının sırrını ondaki cevherde görüp onun gibi olmaya çalışır. Bu durum baba ile oğul ilişkisine benzer. Çocuk, babası gibi olmak ister, onun inandığına inanır. İşte hükümet ile halk arasındaki ilişkide buna benzer. Halk, yöneticisinde hep onlarda olmayan bir erdem arar. Bu da hükümdarın kemal sahibi olduğu düşüncesini doğurur. Yöneten ile yönetilen arasındaki ilişki bu şekildedir der İbn Haldun.
İbn Haldun, devletin gücünü de değerlendirir. Ona göre devletin bir merkezi vardır ve merkezden uzaklaştıkça hakimiyet azalır. Güç, aynı zamanda devleti yöneten asabiyetin gücü ile doğru orantılıdır. Tüm bu durumlara örnek olarak İslamiyet’in ilk yılların örneklendirir İbn Haldun. İslamiyet’in ilk zamanlarındaki genişleme, tabii sınırlara ulaşınca durmuştur. Tabii sınır, devletin hakimiyeti altında olan ve savunabileceği son noktadır. İslam fethi, o noktaya ulaşınca durmuştur. Aynı durum Osmanlı için de geçerlidir.
Mülkün var olması için istikrar şarttır. Bu durum mülkün doğasıdır. Devleti oluşturan asabiyet, ki Osmanlı hanedanlığı asabiyete örnek verilebilir, bir üst asabiyet oluşturarak devletteki refahın daimi olmasını sağlar. Bunun sonucunda mülk oluşur. Ama istikrar sadece mülk getirmez. İnsanların ilahlaşma sevdası yüzünden, yönetici konumundaki kişi güçlendikçe, iktidarı asabiyetinden uzaklaştırıp şahsileştirir. Kendisine uyarıda bulunan yakınlarını da kendi yanından uzaklaştırarak asabiyetine mensup olmasa bile sadece kendisine sadık insanları yanına, dolayısıyla devlet kademesine getirir.
İstikrar mülkü, mülk ise refahı getirir. Belirli bir refah seviyesine ulaşan kişilerde lüks tüketim başlar. Lüksün sınırları ise, mülkün sınırları kadardır ve mülk sınırlı lüks ise sınırsızdır. Refaha ulaşan devletlerde, lüks tüketim, günü güzel geçirme amaç haline gelir. Refah ise, bir devletin olgunluk çağının göstergesidir. Varlık düşüncesinde, amacına ulaşan varlıkların yok olduğundan bahseden İbn Haldun, refahın bir devlet amacı olduğundan bahseder ve amaçlarına ulaştığı için yavaş yavaş yok olma sürecine girdiğini dile getirir. Aşırı lüks tüketimi, bir devlet için sonun başlangıcıdır.
İbn Haldun’a Göre Devletlerin Doğumu – Yaşamı – Ölümü
Devletin ömürlerini beş aşamada sunar İbn Haldun. Biz de size en anlaşılır ve kısa yoldan ama bilgiden çalmayarak anlatmaya çalışacağız.
1. Devletin birinci aşaması : Devlet bu aşamada kurulur. Asabiyet, ortak bir çabayla devleti kurar. Kuruluş aşamasında artan güç, mülkü doğurur. Refah seviyesi arttıkça nüfus artar, asabiyetler çoğalır. Bu durumda maliyetler de artar. Eğer lider ahlaklı ise, toplumda da bu ahlaka yöneliş gerçekleşir.
2. Devletin ikinci aşaması : Yöneten ailenin yöneticisi, yani gücü elinde bulunduran kişinin gücü ailesinde ya da tekelinde toplamasıyla ikinci aşama başlar. Bu durum zaten engellenemez çünkü iktidarın doğası gereği tekelleşme meyilindedir. Bu tekelleşme iktidar sahibinde meydana gelir. Yalnız, güç olmadan iktidar da olmaz. Bu bakımdan, güç, devletin ilk aşamasında olduğundan daha farklı bir konuma evrilir. Nihayetinde, devlete içten ve dıştan gelen tehditler, bu dönüşüm sayesinde mağlup edilir ve devletin istikrar süreci başlar.
3. Devletin üçüncü aşaması : Bu aşama, ikinci aşamada elde edilen istikrarın nimetlerinden faydalanma dönemidir. Bu aşamada, içten ve dıştan gelecek tüm askerî müdahaleler için devlet hazırdır. Ülke, kendini savunacak orduya kavuşmuştur. Şimdi, ülkenin imar aşaması vardır. İktidar tek elde toplanmıştır, artık ülkenin daha bayındır hale gelmesi için çalışmalar yapılmaktadır. Yani, devlet bir olgunluğa ulaşır. Yalnız uyarır İbn Haldun, her olgunluk çürümeyi yani ölümü de beraberine getirir.
4. Devletin dördüncü aşaması : Bu aşamaya kadar, devlet hatırı sayılır bir ilerleme kaydetmiştir. İstikrar artık bir amaç değil, olması gereken bir durumdur. İstikrarın elde edilmesinden sonra toplum yeni gelenekler geliştirir. Bu aşamaya nasıl geldiğini de unutur. Devletin asli görevi ilerleyip gelişmek değil, elde edilenleri yani var olanı devam ettirmektir.
5. Devletin beşinci ve son aşaması : Bu devletin ihtiyarlık ve ölüm aşamasıdır. İktidardakiler, kendilerini vazgeçilmez görürler. Bu durum, zevk ve eğlenceye düşkünlüğü de getirir. İktidarın keyfi kullanımları başlar. İktidar sahibi, devlete göre kısacık ömrünü, devletin nimetlerini kullanarak zevk ve sefa içine yaşayarak harcar. Artık ne istikrarı devam ettirme aşkı ne de ilerleme heyecanı kalır. İktidarın oluşma şartları unutulur. Bu durum topluma da yansır. Toplum da lüks içinde yaşamaya başlar. Oysaki var olan sınırlı, istekler ise sınırsızdır. Bu durumda, devlet son bulur. Son bulan devlet üzerine ya yeni bir asabiyet yeni bir devlet kurar, tıpkı Osmanlı Devleti yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti gibi, ya da devlet tamamen yok olur.
İbn Haldun, tüm bu durumların mutlaka gerçek olacağın ve bunun asla engellenemeyeceğini iddia eder. İbn Haldun bu tezini, sonsuz olan tek varlığın Allah olduğunu ispat için de ele almıştır.
SONUÇ
İbn Haldun, siyaset, din, devlet, tarih, İslamiyet gibi pek çok beşeri bilim üzerine yorumlarda bulunmuştur. Yalnız, o, tarih anlayışı ile bilim tarihinde anılır. Onun tarih anlayışı ve bu anlayışa getirdiği “medeniyet” kavramı, bugün bile hala kullanılan bir teknik haline gelmiştir.