Kanaat; sözlükte elde bulunanla yetinmek, kısmetine/hakkına razı olmak, başkasının elindekine göz dikmemek, tamahkâr/açgözlü olmamak gibi anlamlara gelir.
İslâm ahlakında ise kanaat, kişinin Allah’ın kendisine dünya nimeti olarak verdiği paya rıza göstermesi, kısmetine razı olması, başkalarının elindekine göze dikmeyip tok gözlü olmasıdır.
İslâm’ın müntesiplerine dünya hayatında huzur ve saadeti kazandıran prensiplerinden birisi de kanaattir. Kanaat, yani gözü ve gönlü tokluk, çalışıp çabaladıktan sonra kazanılana şükretmektir. Kanaat mevcutla yetinmek değil, elimizden gelen gayreti gösterdikten sonra ele geçenle yetinmektir.
İnsan, yaratılış itibariyle kendisine verilen nimetlere karşı kanaat etmekle mükellef olduğu gibi, emeğinin, çalışmasının neticesi olarak nasibine düşen neticeye de kanaat etmekle mükelleftir. Evet, insan çalışır, emek sarf eder, bir neticeye ulaşmak için gerekli sebeplere başvurur. Bütün bunlar, neticenin ortaya çıkması için yapılacak birer fiili duadır. Fakat neticeyi yaratacak ve takdir edecek olan Cenâb-ı Hak’tır. Sebeplere başvurmak, neticeye ulaşmak için her ne kadar şart ise de kafi değildir. Netice, her şeye hükmü geçen Allah’ın emir ve takdiriyle gerçekleşir. Öyle ise, emeğimizin karşılığında Allah’ın bize nasip ettiği neticeye razı olmamak ve şikayete sapmakla kazanılacak hiçbir şey yoktur. Bu takdirde hükmümüzün geçmediği şeyleri kendimize dert edinmekten ve hayatımızı zehir etmekten başka bir şey yapmış olmayız.
Burada dikkat edilecek nokta, kanaatin neticeye karşı gösterilmesi gerektiğidir, yoksa emeğe karşı değil. İnsan kendi çalışmasına ve emeğine kanaat edemez ve etmemelidir. İster maddi sahada ister manevi sahada olsun, insandan beklenen, devamlı bir tekamül gayreti içinde olmaktır. Bu ise, mevcut durumuyla yetinmemeyi gerektirir.
Her türlü çalışmasında insanın gözü daima daha ileride olmalı, Allah’ın çizdiği sınırlar içinde her gün bir evvelkinden daha ileriye gitmek için gayret göstermelidir. Eğer bu azim ve gayreti kaybolur ve insan bulunduğu durumu kendisi için kafi görürse, artık o durumda da kalamaz, geriye doğru gidiş başlar.
Fakat azmi canlı tutacak olan da yine kanaattir. Kendisi her türlü çareye başvurduktan sonra eline geçen neticeye şükür ve kanaatle mukabele eden bir kimse, "Bana bu gün bu kadarını veren rahmet sahibi Rabbim, yarın daha fazlasını verir." düşüncesiyle daha ileriye gitmek azmini devamlı olarak canlı tutar. Kanaat, ahlakî bir erdem olmanın yanı sıra insanın hem kişiliğini ve haysiyetini koruması, hem de mutlu ve huzurlu hayat yaşamasının bir gereği olarak görülmüştür.
İnsanların çok çeşitli ihtiyaçları ve istekleri vardır. Her insan, ihtiyaçlarını en iyi şekilde karşılamak ve isteklerini tam olarak yerine getirmek ister. Ama bu her zaman mümkün olmaz. Çünkü dünyanın imkânları, bizim ömrümüz ve kazanma gücümüz sınırlıdır. İşte insanda oluşabilecek aşırı mal hırsının ve dünya tutkusunun yok olması ancak kanaat ile mümkündür.
Dinimiz kanaatkârlığı emretmiş, kanaatkâr insanı övmüş, açgözlülüğü, hırsı, tamahı, israfı kötülemiştir. Kanaat büyük bir hazinedir. İnsanın, durumuna göre hareket etmesi, ayağını yorganına göre uzatması kanaatkâr olmasına bağlıdır. Kanaat aslında bir gönül zenginliği, göz tokluğudur. Zengin bir kalbe, tok bir göze sahip olan insan, Allah’ın ihsanı olarak kavuştuğu bir nimete, bulunduğu duruma şükreder. Başkalarının malına göz dikmez, tamah etmez, açgözlülük etmez. Bu nedenledir ki Peygamberimiz (s.a.s.) bir hadislerinde ’Gerçek zenginlik, mal çokluğu değil, gönül zenginliği (göz tokluğu) iledir’ buyurmuşlardır.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) kanaatkârlığı bir iffet, tok gözlülük hali olarak değerlendirmiş, İslâm’la hidayete kavuşup yeterli miktarda rızka/ nimetlere sahip olan ve buna kanaat edeni övmüş , asıl zenginliğin kanaatkârlık , kanaatkârlığın şükrün en ileri derecesi olduğunu bildirmiştir.
Kanaatsiz kimse, içinde bulunduğu hiçbir durumdan memnun olmaz; şükretmeyi bilmez. Hangi durumda olursa olsun hep daha fazlasını ister ve bu nedenle de hiçbir zaman mutlu olamaz. Kanaat yoksunu, hırslı, aç gözlü kimseleri Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle tanımlar: ’İnsanoğlunun iki vadi dolu malı olsa, bir üçüncüsünü ister. İnsanın gözünü topraktan başka bir şey doyurmaz. Fakat Allah, tevbe edenin tevbesini kabul eder.’
İnsan kanaatsizlik nedeniyle gayrimeşru, haram, emeksiz, zahmetsiz kazançlara yönelir. Bu yolda izzetini, haysiyetini, şerefini kaybeder. Bu durum kişinin rahatını ve huzurunu bozduğu gibi toplumun da rahatını ve huzurunu bozar. Müslümana yakışan kanaat sahibi olmak meşru ve helal ölçüler içerisinde şeref ve haysiyetiyle çalışıp gayret gösterdikten sonra elde ettiği nimetlere/paya razı olmalı ve bu nimetleri veren Allah’a şükretmelidir. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) ’Sizden biriniz, mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana bakınca, nazarını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin. Böyle yapmak, Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini küçük görmemeniz için daha uygundur’buyurarak, kişinin her türlü gayretine rağmen istediği hedefine ulaşamadığı takdirde, kendisinden daha aşağı durumlarda olanlara bakıp kısmetine razı olması gerektiğini ifade etmiştir. Böylece kanaatkârlık sonucunda kişi huzurlu ve mutlu olduğu gibi toplum da huzurlu ve mutlu olur.
Kanaat, şükür kavramıyla da yakından ilgilidir. Mümin sıkıntılara sabreden, nimetlere şükreden kimsedir. Şükretmek için çok mala, nimete sahip olmak gerekmez. Elde bulunan her şeye şükretmek kanaatkâr insanın özelliğidir. Yüce Rabbimiz bir ayet-i kerimede: ’Şükrederseniz size olan nimetimi artırırım’ buyurmuştur. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) ’Kanaatkâr ol ki insanların Allah’a en çok şükredeni olasın’ tavsiyesinde bulunarak şükürle kanaat arasındaki yakın ilgiye dikkat çekmiştir. Çalışarak helalinden kazanç elde etmek, kanaatkâr olmak, Allah’ın verdiği nimetlere şükretmek İslâm ahlakının kazandırdığı güzel nimetlerdendir. Çünkü şükür memnuniyeti, kanaati, isyan ise tam tersi bir hali ifade eder.
Kanat sahibi olmak yani elde var olan ve nasibi olan şeylerle yetinmek, açgözlü, doyumsuz olmamak aynı zamanda Allah’ın rızık verici olduğu gerçeğini bilmek ve ona tevekkül etmektir. Kanaatkâr olmak aç kalma endişesinden uzaklaşıp, rızka Rezzaku’l-Âlemin olan Cenâb-ı Hakk’ın kefil olduğunu kabullenmek ve nihayetinde Allah’ın taksimatına, kaderine rıza göstermek, tevekkül etmektir. Bu kanaat tevekkül bağlamı yanlış değerlendirilmemelidir. Şöyle ki; kanaatkâr olmak tembel, miskin olmak, çalışmadan beklemek demek olmadığı gibi, tevekkülde miskin miskin bekleşip olana kuru kuru rıza göstermek anlamına kesinlikle gelmez.
Kanaatkâr olan kişi, gücü yettiğince çalışır, çabalar, Allah’a tevekkül eder. Az çalışıp az kazanmak, eldekiyle yetinip çalışmayı terk edip tembellik yapmak asla kanaatkârlık değildir. Gerçek kanaatkârlık, çalışıp helal/meşru yollardan kazanıp elde edilene razı olmaktır. Fakirliğe, sefalete, tembelliğe, miskinliğe, aile ve toplumların yokluk, yoksulluk, darlık içinde kalmasına yol açabilecek yanlış anlayışları yüce dinimiz şiddetle reddetmiştir. Helalinden ve meşru bir yoldan kazanmak ve kazanılanlardan ihtiyaç sahibi kullara harcamak yoluyla sahip olunan bir zenginlik övgüye mazhardır. Allah yolunda infak etmek, harcamak, zekât vermek vb. ibadetlerin fazilet ve ehemmiyetine dair yüzlerce âyet-i ve hadis-i şerif mevcuttur.
Netice olarak söylemek gerekirse, kanaat/kanaatkârlık İslâmî ve ahlakî bir erdem olup, yüce dinimiz İslâm kanaati ve kanaatkârlığı övmüş; hırs, tamah ve açgözlülüğü ise yasaklamıştır. Bizlere düşen görev çalışıp helalinden kazanmak, payımıza düşene razı olup kanaatkâr olmaktır. Kanaatkâr olup Allah’ın verdiği nimetlere şükretmek Müslümanın temel vasıflarından olduğu gibi, aynı zamanda İslâm ahlakının kazandırdığı güzel niteliklerdendir. Çalışma neticesinde doyumsuzluk diyebileceğimiz kanaatsizlik hali ise kişiye hem gönlünde ve hem de toplumda sıkıntı oluşturup, memnuniyetsizlik izhar edecek bir olgudur.