Sözlükte; dayanma, dayanıklılık gibi anlamlara gelen sabır, ahlâkî bir kavram olarak, nefse ağır gelen herhangi bir şeyden dolayı, Allah’tan başka kimseye şikâyetçi olmamak, yakınmamak ve sızlanmamaktır. Başka bir deyişle sabır; maruz kalınan türlü zorluklara, şeytanın, dünyanın, nefsin yönlendirmelerine karşı gösterilen gayrettir.
Bu gayret, karşılaşılan zorluğun niteliğine göre bazen kararlılık ve sebat, bazen tahammül yahut katlanma, bazen de sakınma veya kendini dizginleme şeklinde olur. Bundan dolayı kaynaklarımızda sabır, ’itaat ve ibadete sabır’, ’musibete sabır’, ’masiyete sabır’ diye üç başlık altında anlatılır.
İnsanın, herhangi bir mecburiyetten dolayı, gönülsüz olarak gösterdiği sabra ’tasabbur (zoraki sabır)’ denir. Bu aşama, nefsin sabra alıştırılma merhalesidir. Nefis ile mücahede edile edile asıl maksat olan, ’sabr-ı cemil (güzel sabır)’ denilen ahlak elde edilir. Sabr-ı cemil, kalbî bir tasdik ve mutmainliğin eseri olduğundan dolayı sahibine huzursuzluk vermez.
1- İbadet ve İtaate Sabır:
Allah’a kulluk etmekle, bu kulluğun ve bize verilen nimetlere şükrün gereği olarak birtakım ibadetleri, belirli vazifeleri yapmakla mükellefiz. İtaat ve ibadetteki süreklilik ile bunların erkânına riayet sabır gerektirir. Hâlbuki nefsin tabiatında; Allah’a kulluğumuzu unutturan benlik, ibadetler karşısında tembelliği ve rahatlığı tercih vardır. Bu ise misalen; insanı ya namazdan uzaklaştırır ya da namazı aceleyle, zorlanarak, adeta bir engeli bir an evvel ’aradan çıkarmak’ duygusuyla kıldırır. Nefis, hazza odaklıdır; açlığa ve susuzluğa, kalbe haz veren kötülüklerden koruyup oruç tutmaya yanaşmaz.
Nefsin tabiatında cimrilik vardır; zekât vermemek, tasadduk etmemek, hacca gitmemek, cihattan kaçmak için bin türlü bahane üretir. Farz olan ilimleri öğrenmek ve öğrendikleriyle amel etmek, rızkını çalışarak helalinden aramak işine gelmez.
İşte nefsin itaat ve ibadetimizi engelleyen bu tasallutu karşısında sabır şarttır. Özellikle dinin emrettiklerini yapmak için gösterilecek sabırdaki samimiyet ve ısrar, bir müddet sonra Allah’ın yardımıyla o sabrı külfet olmaktan çıkarıp zevke dönüştürerek kolaylaştıracaktır.
2 Musibete Sabır:
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de bizleri: ’biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan, ürünlerden eksiltme ile imtihan edeceğini’ (el-Bakara, 2/155) haber veriyor. Bu ilahî kanun her an ve her yerde, afetler, kazalar, ölümler, hastalıklar, işlerin bozulması gibi musibetlerle hükmünü yürütüyor.
Böyle durumlarda bağırıp çağırarak şikâyetten, kendimizi kaybedecek kadar sarsılmaktan, ümitsizlikten kaçınmamız, sabr-ı cemil ile dayanmamız isteniyor bizden. Sabır, musibetin ilk anında yapılmalıdır. Daha sonra zaten çaresizlikle ve alışmak suretiyle sergilediğimiz sükûnet hali övülen bir sabır değildir.
Enes b. Mâlik (r.a.)’den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Nebi (s.a.v.), bir kabrin yanında (feryat ederek) ağlayan bir kadına uğradı. (Kadı¬na): ’Allah’tan kork ve sabret!’ buyurdu. (Kadın): ’Benden uzaklaş, zira muhakkak ki sen, benim musibetime duçar olmadın.’ dedi. (Kadın, Peygamber’i) tanımamıştı.
Bunun üzerine o (kadı)na: ’Muhakkak ki o, Nebi (s.a.v.)’dir.’ denildi. Bunun üzerine (kadın çok utandı ve) Peygamber (s.a.v.)’in kapısına geldi. (Kap)ının yanında kapıcılar (muhafız bekçiler) bulmadı. (Rasûlullah’a): ’Ben seni tanımadım. (Kusuruma bakma)!’ dedi. Bunun üzerine (Rasûlullah): ’Sabır ancak, (musibetin) ilk darbesi sırasındadır.’ buyurdu.
Musibetler karşısındaki sabr-ı cemilin belirtisi, kişinin ilk andan itibaren edep ve ciddiyetini muhafaza etmesi, halini diğer insanlara şikâyet konusu yapmamasıdır. Yakınlarımızın ölümünden dolayı kalbimizin mahzun olması, sessizce gözyaşı dökmemiz şikâyet veya sabırsızlık sayılmaz. Ancak bağırıp çağırarak ağlamak, dövünmek, birilerini suçlamak şikâyet sayılmıştır. Böyle davranışlar Müslüman’ın vakarını zedelediği gibi, yaşanılan acıyı daha da artırır. Üstelik kişiyi ilahî takdire itiraza veya isyana sevk ederek daha kötü ve daha büyük bir musibete yol açma ihtimalini barındırır. Bu tehlikelerden korunmamız için musibetle karşılaşılan ilk anda ayaktaysak oturmamız, oturuyorsak uzanmamız, yaptığımız işi değiştirmemiz, mümkünse bir nebze uyumamız, abdest almamız veya namaza durmamız tavsiye edilmişse de ’sabr-ı cemil ile mukabelenin şartı, yaşananların hikmetini anlayabilecek bir kalbe sahip olmaktır’, denilmiştir.
Musibetlerdeki hikmetlerden:
Birincisi; birçok hadis-i şerifte belirtildiği gibi, günahlarımıza kefaret sayılmasıdır.
İkincisi; bizim şer bildiğimizde hayır olabileceği ihtimalidir.
Üçüncüsü de; ’Bir musibet bin nasihatten evlâdır’ sözüyle anlatıldığı gibi sıkıntı ve mahrumiyetlerin bize âhireti, dünyanın faniliğini, cehennem azabını hatırlatmasıdır.
Ölümü temenni etmek:
Başa gelen sıkıntılardan dolayı sabretmeyip ölüm temennisinde bulunmak ise Peygamberimiz tarafından yasaklanmıştır. Bir hadiste bu durum ve başa gelenlerden dolayı neler yapılması gerektiği şöyle bildirilmektedir.
’Biriniz, kendisine isabet eden bir zarardan dolayı sakın ölümü temenni etmesin! Şayet mutlaka (temenni) etmek zorunda kalırsa: ’Allâhumme ahyinî mê kêneti’l-hayêtu hayran lî, ve teveffenî izê kêneti’l-vefêtu hayran lî/Allah’ım! Yaşamak, benim için (ölümden) daha hayırlı olduğu sürece beni yaşat. Ölmek, benim için (yaşamaktan) daha hayırlı olduğu zaman da beni öldür!’ desin.’
Peygamberimizin ve ilk Müslümanların başlarına gelen musibetleri ve müşriklerden görmüş olduğu eziyetleri hatırlamakta fayda vardır. Nitekim Peygamberimiz daha doğmadan yetim kalmıştır, çocukluğunu yaşayamadan annesini kaybetmiştir, en zor zamanında amcasını, eşini kaybetmiştir, bir çocuğu hariç bütün çocuklarının ölümünü görmüştür.
Bir defa Harem-i Şerif’te namaz kılarken Ukbe b. Ebî Muayt saldırıp boğmak istemiş, Hz. Ebû Bekir kurtarmıştı. Başka bir zaman, Kâbe’nin yanında namaz kılarken, Ukbe b. Ebî Muayt, Ebû Cehil’in teşvikiyle yeni kesilmiş bir devenin iç organlarını, secdeye vardığında üzerine atmış; kızı Fâtıma yetişip üzerindeki pislikleri temizledikten sonra, başını secdeden kaldırabilmişti. Müşriklerin tek taraflı ilan ettikleri ve üç yıl süren boykotta ise Müslümanlarla beraber Efendimiz (s.a.v.) çok büyük sıkıntılara maruz kalmış, bu günlerde çekilen açlığın giderilmesi için karınlara taşlar bağlanmıştı.
Safvân b. Ümeyye’nin kölesi olan Ebû Füheyke, efendisi tarafından her gün ayağına ip bağlanarak, kızgın çakıl ve kumlar üzerinde sürükletilirdi. Demirci olan Habbâb (r.a.), kor hâlindeki kömürlerin üzerine yatırılıp kömürler sönüp kararıncaya kadar, göğsüne bastırılmak suretiyle işkenceye tabi tutulurdu.
Ammâr’ın babası Yâsir, bacaklarından iki ayrı deveye bağlanıp, develer ters yönlere sürülerek parçalanmış, kocasının bu şekilde vahşice öldürülmesine dayanamayıp müşriklere karşı söz söyleyen Sümeyye, Ebû Cehil’in attığı bir ok darbesiyle şehit edilmişti. Halef oğlu Ümeyye, kölesi Habeşli Bilal (r.a.)’i her gün çırılçıplak kızgın kumlar üzerine yatırır, göğsüne kocaman taşlar koyarak güneşin altında saatlerce bırakır; Peygamberimiz (s.a.v.)’e küfretmesi ve Müslümanlığı terk etmesi için eza ederdi.
3- Masiyetlere Karşı Sabır:
Nefsin hevasına, dünyanın cazibesine, şeytanın hilelerine kanmadan, günaha ve haramlara yönelmemek için kişinin kendine hâkim olması, sabrın en faziletlisidir. Sürekli bir mücahedeyi gerektirmesi, karşı tarafın çok güçlü olması sebebiyle de sabrın en zorudur. ’En büyük cihat’ diye nitelenen, büyüklerin ’takva’ saydığı ahlâkî bir tutumdur bu. Şehveti her türlüsünü dizginlemek, öfkeyi yutabilmek, kötülüğe iyilikle mukabele etmek, bağışlamayı sevmek, cahil kimselerin kabalığını hoş görmek, kibir ve övülme yerine tevazuu seçmek, tokgözlü ve kanaatkâr olmak, istikametini bozmamak bu sabırla mümkündür. Günahlara ve haramlara tahammülün, sonunda gelecek azaba tahammülden daha kolay olduğunu akledenlerin, her dem Allah’ı ve âhireti hatırlayanların harcıdır.
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’inde: ’İnsanlar, kendilerinin imtihandan geçirilmeden (sadece) ’iman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandı(lar)?’ (el-Ankebût, 29/2) ayetiyle bizleri uyarıyor. İmtihanın şeklini ise, tıpkı geçmiş ümmetleri; ’bazen nimetlerle, bazen musibetlerle imtihana çektiği’ (el-A’râf, 7/168) gibi, ’Bir imtihan olarak iyilikle de kötülükle de sizi deneyeceğiz.’ (el-Enbiyâ, 21/35) buyurarak haber veriyor.
Sabredenlerin mükâfatı:
’Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneyeceğiz. Sabredenleri müjdele. Onlar (sabredenler); başlarına bir musibet geldiği zaman: ’Şüphesiz biz (her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz’ derler. İşte Rableri katından mağfiret ve rahmet onlaradır. Doğru yola ulaştırılmış olanlar da işte bunlardır.’ (el- Bakara, 2/155-157)
’Şüphe yok ki, sabredenler için mükâfatları hesapsız olarak ödenecektir.’ (ez-Zümer, 39/10)
’Ey iman edenler! Sabretmekle ve namaz kılmakla (Allah’tan) yardım isteyin. Muhakkak ki Allah(’ın yardımı), sabredenlerle beraberdir.’ (el- Bakara, 2/153)
Suhayb (r.a.)’den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: ’Mü’minin işine şaşarım. Muhakkak ki onun bütün iş(ler)i hayırdır. Ve bu da, mü’minden başka hiç bir kimse için (böyle) değildir. Şayet kendisine genişlik isabet ederse şükreder, onun için hayır olur. Şayet kendisine darlık isabet ederse sabreder, onun için hayır olur.’
Sabır, belayı nimete dönüştürür. Bir hadislerinde âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle bir müjde vermektedir: ’
’Müslüman’a, kendisine batacak bir dikene varıncaya kadar, (bedenine isabet eden acı,) yorgunluk, (elem ve devamlı) hastalık, (gelecekten dolayı) keder, (geçmişten dolayı) hüzün, eziyet ve (şiddetli) üzüntü isabet ederse, Allah muhakkak onlar (vesilesi) ile onun günahlarından bir kısmını bağışlar.’
İnanan insanların başına bela ve musibet gelmesi onlar için; bir imtihan vesilesi, hatalarının affedilmesine bir sebep, sabır gösterilebilirse dünya ve âhiret hayatında mutluluğa ulaşmada bir fırsattır. Bu sebeple mü’min, başına gelenlere şer gözüyle bakmamalıdır. Çünkü gaybı bilen Allah’tır. Başımıza gelenlerin bizim için hayır mı, şer mi olduğunu ancak Allah bilmektedir. Bu sebeple hangi durum olursa olsun inanan bir gönül için fırsattır. Gelen sıkıntıyı feryatlarla, ağıtlarla karşılamak yerine sabır göstermek, Allah’tan gelenin hoş olduğunu kabul etmek zor da olsa en doğru davranış şeklidir.