Ayasofya (Yunanca Hagia SophiaTanrısal Bilgelik“), İstanbul’da Sultanahmet semtinde, dünya mimarlık tarihinin en önemli birkaç yapıtından biri sayılan Bizans kilisesi. İlk kez Constantinus zamanında yapımına başlanarak, onun oğlu Constantius zamanında, 360’ta bitirildi. (Bazı bilim adamları önce Constantinus’un bir kilise yaptırdığını, bunun yıkılması üzerine Constantius’un aynı yerde ikinci bir kilise inşa ettirdiğini ileri sürmektedir.) Bu yapı 404’te bir ayaklanma sırasında yanınca, II. Theodosios 415’te yeni bir kilise yaptırttı. Bütün bu yapılar ahşap beşik çatılı bazilikalardı. Son Ayasofya da 532’deki Nika Ayaklanması sırasında tümüyle yandı. İmparator İustinianos devlet otoritesini yeniden kurunca, kiliseyi olağanüstü boyutlarda yeniden yaptırmaya karar verdi. Mimar olarak Trallesli Anthemios’la Miletoslu İsidoros’u da gene imparator seçti. Yapının inşası için gerekli malzeme imparatorluğun her yöresinden sağlandı. Özellikle mermerler, bütün Akdeniz ülkeleri taranarak özenle seçildi; hatta bir söylentiye göre bazı antik yapılardan devşirildi. Fransa’nın Atlas Okyanusu kıyısından bile mermer getirtildiğini gösteren kayıtlar vardır. Yapı, beş yıllık bir çalışmadan sonra kaba inşaat olarak bitirilip 27 Aralık 537’de kutsandı. Ama sonraki çağlarda yapılan büyük boyutlu onarım ve eklentilerden ötürü, bugünkü yapı ancak, plan düzeni açısından özgünlüğünü. korumaktadır. 558’de ana kubbe çöktü; İsidoros’un yeğeni Genç İsidoros’un yaptığı ve günümüzde de ayakta duran kaburgalı yeni kubbe 562’de tamamlandı. Büyük bir olasılıkla 9. yüzyılda, bugün var olmayan atriuma (avlu) bakan cepheye dört payanda eklendi. 989’da kubbenin batı bölümü bir kez daha çökünce Trdat adlı Ermeni bir mimar tarafından onarıldı. 1346’da kubbenin bu kez de doğu bölümü çöktü ve yenilendi. 15. yüzyıl başında Bizans’ın ekonomik ve siyasal çöküşüyle birlikte Ayasofya’nın bakımı da ihmal edildi.

Ayasofya, İstanbul’un fethini izleyen yıllarda bütün Osmanlı topraklarında en iyi korunan ve Kâbe’den sonra en çok saygı gören yapı niteliğini kazandı. Kentin fethe-dildiği gün camiye çevrilen yapıya önce ahşap bir minare ve yeni bir mihrap eklendi; sonra gene II. Mehmed (Fatih) döneminde güneydoğudaki tuğla minare inşa edildi. Kuzeydoğu minaresi II. Bayezid, batıdaki minarelerse II. Selim döneminde (Mimar Sinan tarafından) eklendi. Gene bu dönemde çevredeki konutlar yıktırılarak geniş bir dış avlu (harim) oluşturuldu. Mermer müezzin mahfilleri III. Murad döneminde, kitaplık bölümü (1739-42), şadırvan (1740), sıbyan mektebi ve muvakkithane (1742) I. Mahmud döneminde inşa edildi. Hünkâr mahfili bugünkü durumunu III. Ahmed ve I. Mahmud dönemlerinde aldı. Caminin avlusunda II. Selim, III. Murad ve III. Mehmed türbeleri yapıldı, kilisenin eski vaftizhanesi I. Mustafa ve I. İbrahim’in türbesi olarak kullanıldı. Onarımların ve bu büyük boyutlu yapımların dışında, Ayasofya yeni sanat yapıtlarıyla da dolduruldu. Örneğin 7,5 m çapındaki dev “çıhar yâr-ı güzin” levhaları ve kubbe göbeği hattat Kazasker Mustafa İzzet Efendi tarafından yazıldı; mihrabın iki yanındaki tunç şamdanlar I. Süleyman tarafından Budin’in fethinden getirildi.

Ayasofya’da çağdaş anlamdaki ilk onarım çalışması 1847-49 arasında İsviçreli mimar kardeşler Gaspare ve Giuseppe Fossati tarafından gerçekleştirildi. Bu onarımda kubbe demir kuşaklarla pekiştirildi, dışa doğru açmış sütunlar düzeltildi. 1926-30 arasında, özellikle yapının strüktürünü sağlamlaştırmaya yönelik yeni bir onarıma gidildi. 1935’te Ayasofya’nın müze haline getirilmesinden bu yana, aralıksız küçük boyutlu onarım çalışmaları yapıldı. Günümüzde de Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü İstanbul Rölöve ve Anıtlar Müdürlüğü onarım çalışmalarını devam ettirmektedir. Ayasofya Müzesi artık günümüzde Türkiye’nin turistik sembollerinden birisi haline gelmiştir.