Rönesans Felsefesi Nedir?

16. ve 17. yüzyıllarda (14-17. yüzyıllar N.) Avrupa'da insancılık, bireycilik ve şüphecilik akımlarıyla oluşan felsefe.

Rönesans felsefesinin ayırıcı niteliği insancı (ümanist) (hümanist N.) oluşudur. Bu felsefe, insan'ı arar ve dış dünyayı insanla olan ilişkileriyle değerlendirir. Ümanizm, dinle ilgisini kesmiş bağımsız bir kültürdür. Francesco Petrarca (1304-1374), yaşamak sanatının felsefesini meydana koymaktadır.

Dante (1265-1321) ve Bocaccio (1313-1365) yaşamak sanatının ürünlerini vermektedirler. Niccolo Macchiavelli (1469-1527), insansal nitelikleri araştırarak bu niteliklere uygun bir devlet önermektedir. Didier Erasmus (1467-1536) ve Michel de Montaigne (1533-1593), insanın içinde yaşayan insansal doğayı bulup çıkarma çabasındadırlar.

Özellikle Giordano Bruno (1548-1600), rönesansın en ilginç ve coşkun düşünürü, özgür düşüncenin peşindedir. Bruno, Aristoteles'in evreni bölümlere ayırmasını açıkça gülünç buluyordu. Ona göre gök, sonsuz evrendi. Akıl için iki sonsuz olamayacağına göre Tanrı ve evren bir ve aynı şeydiler. Tanrı evrenin yaratıcısı değil, kendisidir. Yaratılan bir şey yoktur, olmakta olan bir şey vardır. ne yaratan vardır, özgür bir yaratma işi. Bunların yerine doğa'yı ve meydana gelme zorunluluğunu koymamız gerekir.

Evren-Tanrı, açılarak ve yayılarak, kendisi bireyleşmeden bireyleri meydana getirir. Sonsuz büyüklükte nasıl bulunuyorsa bir parçacık otta, bir kum taneciğinde, bir karıncada da öylece, bütünüyle bulunur. Sonsuz gerçek olarak onun her yerde bulunması yüzünden doğa'da her şey canlıdır. Gene bu yüzden doğa'da hiçbir şey yok olmaz. Ölüm, hayatın bir değişmesinden başka bir şey değildir. Doğa'da, bizlerin kurup çattığımız anlamda bir ölüm olamaz. Sadece her şey sürekli olarak değişir, o kadar. Bu değişme sonsuzdur.

Tohumlar başka tohumlara yönelirler, değişirler. Örneğin tohum, ot olur, başak olur, ekmek olur, keylus olur, kan olur, insan tohumu olur. İnsan tohumu insan olur, ceset olur, toprak olur, bikri tohumu olur. Bu değişmeler ve yenileşmeler sonsuza kadar sürüp gidecektir.

Bu sırada bir başka İtalyan, Tommaso Campanella (1568-1639) yeni gidişe ayak uydurabilmesi için felsefeyi zorluyor. Oysa bu zorlayış sonuçsuz kalacaktır, ortaçağın son kalıntılarından olan İtalyan kilisesi onu da boğup susturmak üzeredir. İtalya'da doğan yeni düşünce artık İtalya'da barınamayarak İngiltere'ye, Fransa'ya, Almanya'ya doğru yola çıkmak zorundadır. Campanella'ya göre Varlık'ın ilkeleri şunlardır: Yapabilmek, bilmek, istemek...

Bilgi olmasaydı doğa hiçbir zaman hiçbir şeyi meydana getiremezdi. İşte Tanrı bu üç ilkenin birleşimidir, bir başka deyişle salt (Mutlak) iktidar, salt bilgi, salt sevgidir. Bilgilerimiz duyularımızdan gelir. Oysa bu duyuları bilgi haline getiren akıldır. Campanella'nın bu ileri çıkışları, sonraları, çok daha aydınlık olarak işlenecektir.

Görüldüğü gibi, yeni insan önce kendini, sonra da doğayı tanıma yolundadır. Çekinmeden aynaya bakmasını, aynadakini olduğu gibi görmesini öğrenmiştir. Düşüncesi, artık, bu yeni bilgilerine dayanacaktır. Zavallılığını, gülünçlüğünü, karmakarışıklığını bilmekte, gene de ürkmemektedir.

Bu yeni bilgileri onu yıpratmayacak, güçlendirecektir. Yeni insan, yavaş, yavaş, dünya gerçeklerini bulmakta, ortaya çıkarmakta, incelemekte ve bütün bunlardan yeni sonuçlara varmaktadır. Bakışlar gökten yere inmiş, yerden de aynaya çevrilmiştir. Ayna, bakmasını bilenlere her şeyi olduğu gibi göstermektedir. Yeni insan, Yunanlı balıkçının bir fırtına sırasında Neptunus'a dediğini kendi kendine mırıldanmaktadır: Ey Tanrı, beni ister kurtar ister mahvet, ben dümenimi kırmadan dosdoğru gideceğim.

Tommaso Campanella'nın İtalya'da boğulan sesi, İngiltere'de Francis Bacon (1561-1626)'un ağzında devam etmektedir: Bilmek mi istiyorsunuz? Şu halde sormaktan vazgeçerek kendiniz deneyiniz. Deneyin mihengine vurulmamış olan deney öncesi (a priori) bir düşünce, gereken bilgi değildir. Peşin yargılardan kaçınınız.

Kimi insanların büyük kötülüklerden kurtulduklarını görüyoruz, bundan doğaüstü bir koruyuculuk sonucunu çıkarıyoruz, aynı insanların o büyük kötülüklerden kurtulmadıkları halleri de düşünün. Eşya üstünde anlaşacak yerde, herkesin istediği anlamı verdiği kelimeler üstünde beyhude yere kavga ediyoruz.

Felsefenin kurtuluşu, gözleme ve deneye bağlanmakla sağlanabilir. Doğa üstüne soyut düşüncelere dalmaktan kurtulunuz, bu soyut düşünceler hiçbir işinize yaramayacaktır.

Bir başka İngiliz, Thomas Hobbes (1588-1679), ulusdaşının sürdüğü tarlaya yeni tohumlar atmaktadır: Felsefe yapmak, doğru düşünmektir. Düşünmekse katmak, ayırmak, toplamak, çıkarmak; bir başka deyişle, saymak demektir. Şu halde doğru düşünmek, birleştirilmesi gerekeni birleştirmek, ayrılması gerekeni ayırmaktır.

Birleşebilen ya da ayrılabilen şeyler cisimlerdir. Demek ki felsefenin cisimlerden başka bir konusu olamaz. Ruhlar, melekler, Tanrı düşünülemez. Bu soyut kavramlar felsefe konuları değil, inan konularıdır. Felsefenin konusu cisimler, metodu da dış ve iç duyarlıktır. Dış ve iç duyarlığın her ikisi de deneye dayanır. Gözlenm biliminin dışında gerçek hiçbir bilgi yoktur. Hobbes'a göre sınırsız özgürlük diye bir şey yoktur. Biz insanların davranışları dayanılmaz içgüdülerin elindedir. Tutkusuz akıl, çekiciliği olmayan töresel ilkeler insanlar üstünde hiçbir etki yapamaz.

Bir istekten sonra gelen davranışımızı yönetmek bizim elimizdedir ama isteğimizi yönetmek elimizde değildir. Her davranışın yeter bir nedeni vardır. Yeter neden zorunluluktur. Evrendeki her cisim gibi insan da bu zorunluluğa bağlıdır. Her şeyde olduğu gibi törede de en gerçek yönetici, çıkar (menfaat) düşüncesidir.

Salt iyi, salt kötü, salt tüze (Adalet), salt töre (ahlak) yoktur, bunlar uydurulmuş kavramlardır. Gerçekte iyi, hoşa giden, kötü de hoşa gitmeyen şeydir. Doğada olduğu gibi Devlette de hakkı meydana getiren güç (kuvvet)'tür. Gerçek devlet, herkesin herkese karşı kavgasıdır. Devlet bu kavgaya bir dereceye kadar son verdiği için onun emrettiği erdem, yasak ettiği erdemsizliktir.

Felsefe tarihçilerinin modern şüphecilik dını verdikleri Rönesans şüpheciliği de Henricus Cornelius Agrippa von Nettesheim (1486-1535)'le başlamaktadır. Nettesheim, bilgi olanağını ilerisüren herkese şiddetle saldırmış, çalışmalarının boş ve tehlikeli olduğunu ve onları hiçbir sonuca eriştirmeyeceğini savunmuştur. Bilime karşı bu bilgisizce saldırıda kendisini bir başka Rönesans adamı, Michel de Montaigne izlemektedir.

Monteigne'e göre de bilim adamları, hiçbir işe yaramayan yanlış sonuçlara varmaktan başka hiçbir iş yapamazlar. Coğernicus'a niçin inanmalı? Yakın gelecekte biri çıkıp onu pekala çürütebilir. Paracelsus, kendisinden önceki bütün hekimlerin hastalarını öldürmekten başka bir şey yapmadıklarını söylüyor, ama Paracelsus da aynı sınıfa sokulacak hekimlerdendir. Güvenilir bilgi arayacağımıza bilgisizliğimizi görüp kabullenmemiz gerek.

Bu olumsuz şüphecilikte Monteigne'in izleyicileri de rahip Pierre Charron (1541-1603)'la piskopos Jean Pierre Camus (1584-1654)'dür. Cahrron, gerçek bilim insanın kendisidir, diyor. İnsan kendisini incelerse, tüm bilgilerinin duyularından ve usundan geldiğini görür. Oysa bu ikisine de asla güvenilemez. Bilim adamlarının yapabilecekleri tek şey vardır, eski şüpheli varsayımları yeni şüpheli varsayımlarla değiştirmek. Bilim asla bundan öteye gidemez.

Piskopos Camus'ye göre de sav, hiçbir şey bilemeyiz; karşısav, bir şey bilebiliriz; bireşim, bir şeyin bilinip bilinemeyeceği konusunda yargıdan kaçınmalıyız. Felsefe de bulanık bir uçurum ve içinden çıkılamaz bir labirenttir. Rönesans şüpheciliğinde bu iki papazı François la Mothe le Vayer (1586-1672) izlemektedir (Moliere'in birçok piyeslerinde alay ettiği şüpheci budur).

Yapıtı bile şu adı taşır: Şüpheci felsefenin şüphelerinin bilimlerde çok işe yaradığını gösteren konuşma. Le Vayer'e göre şüphecilik, bilimi yıkmıştır ve boşuna bir uğraşı olduğunu tanıtlamıştır. Bilimsel araştırma gereksiz, umutsuz ve sonuçsuzdur. Rönesans şüphecilerinin son düşünürü Francisco Sanchez (1562-1632)'dir. Sanchez'e göre de nesneler (Sanchez'in deyimiyle: ne yazık ki) birbirleriyle ilişkilidirler, bundan ötürü de tek tek hiçbiri bilinemez. Bundan başka sayıları da sınırsızdır, demek ki tümünü bilmek esasen olanaksızdır.

Dahası sürekli olarak değişirler, değişen şeyler nasıl bilinebilir? Duyulara asla güvenilemez, çünkü onlar sadece dış görünüşü gösterebilirler, nesnenin kendiliğine inemezler.

Rönesans şüphecileri, görüldüğü gibi, antikçağ Yunan şüphecilerinden çok daha bilimdışıdırlar. Bundan başka, her şeyden şüphe etmişler, ama tanrıdan şüphe etmemişlerdir (Nettesheim'e göre tek bilgi kaynağı tanrıdır.

Charron'a göre insanın incelenmesi bizi tanrının bilgisine götürür, Montaigne'e göre eğer tanrı insanlara ilkeleri bildirmeseydi bu ilkeler olabilir miydi? Camus'ya göre insanın bilebileceği gerçekler ancak tanrının ona göstermek istediği kadardır, Le Vayer'e göre tanrısal gerçeklere tanrının yardımı olmadan asla ulaşılamaz.).

Ne var ki Rönesans şüpheciliği metafizik temeli yıkarak yerine bireyci temeli koymaktadır. Ortaçağ toprak ağasının (feodal) desteği olan metafizik, yeniçağın yeni şnsanının (burjuvazi) desteği olan bireyciliğe boyun eğmek üzeredir. Gerçekte her iki dünya görüşünün de yapısı aynıdır, metafizikte genellikten özelliğe dağılan us, bireycilikte özellikten genelliğe yükselmektedir. Sadece çıkış noktaları değişmiştir, vardıkları sonuç birdir.

Bireyler, bireysel olduğu kadar ortak bir usla birbirlerine bağlıdırlar. Stoacıların dedikleri gibi bu us Atina'da başka türlü, Roma'da başka türlü olmaz. Justus Lipsius'un (1547-1606) Rönesans stoacılığı böylesine bir usu önermektedir. Metafizik ruh, bireycilikte kılık değiştirmiştir. Padua okulunun kurucusu Petrus Pomponatius (1462-1525), Scaliger (1484-1558), Cremonini (1552-1631),

Zabarella (1533-1589) ve Lucilio Vanini'nin (Pompejo Ucilio, 1583-1619) dillerinde artık onun ölmezliği açıkça tartışılmaktadır. Artık kimse ruhun ölmezliğine inanmıyor ama, Vanini gibi dili koparıldıktan sonra diri diri yakılmayı göze alamayanlar Cremonini'nin şu öğüdüne uyuyorlar: İçinden dilediğin gibi, dışından herkes gibi davran...

Arstoteles, ortaçağın metafizik eklentilerinden temizlenerek yeniden ele alınmaktadır. Thedoros Gaz'nın yönetiminde Rudolf Agricola ve Jacobus Faber, insancı (ümanist) bir Aristoteles yaratmaktadırlar. Bireysel ruh ölümlüdür ama ruhun usu ölümden sonra evrensel usa karışacaktır. Çünkü onun özü olan düşünce, vücuttan ayrılır.

Ama ruhun usu ölümden sonra evrensel usa karışacaktır. Çünkü onun özü olan düşünce, vücuttan ayrılır. Bu anlayış, Teleziana akademisinin kurcusu Bernardino Telesio'yla (1108-1588) Frencesco Patrizzi'nin (1527-1597) natürelizmine uygun düşmektedir. Öbür yandan da, Georgias Gemiston Plethon (1355-1450), Basilius Bessarion (1403-1472), Marsilius Ficinus'un (1433-1499) eliyle metafizik eklentilerden temizlenmiş insancı bir Platon meydana çıkarılmaktadır. İnsanın ruhu tanrıdan türemiş olduğuna göre insanda bütün evreni bilebilmek ve anlayabilmek gücü var demektir.

Bilgi derebeyine özgü değildir, burjuva da bilgi edinebilir. Bütün bunların üstünde de, Giovanni Pico della Mirandola'yla (1463-1494) Andreas Caesalpinus'un (1509-1603) seçmeciliği (eklektizm) eski Yunan düşüncesinin çeşitli akımlarını birleştirerek uzlaştırmaya çalışmaktadır. Aristoteles'le Platon'un temelde birleşmekte oldukları düşüncesi yeniden ortaya atılmıştır.

Ortaçağda derebeyliğin çıkarlarına göre yorumlanan Yunan düşüncesi, artık burjuvazinin çıkarlarına göre yorumlanmaktadır. İnsanlık yaşamına bilimsel bir temel yerleştirmeye çalıştığı için bilimsel olan hiçbir şeyden hoşlanmayan ortaçağ metafiziğince sapıklıkla suçlanan Epikuros, Petrus Gassendi'nin (1592-1655) eliyle, burjuvazi bireyciliğine uygun mekanikçi atom anlayışı içinde yeniden doğurtulmaktadır.

Yeniden doğuş (Rönesans), her bakımdan burjuvaziye uygun ve yararlı bir doğuştur. Doğa, artık, metafiziğin hiyerarşik durallığı içinde değil, mekaniğin yer değiştirme devimselliği içindedir. Derebeyinin hiyerarşik düzendeki dokunulmaz üstün yeri değişecek ve bu yere (her ne kadar yeri değişenin kendisi değişmezse de) burjuvazi oturabilecektir. Yeniden doğuş, bütün bu oluşmalar içinde de, bir yeniden biçimleniş (reformasyon) getirmektedir.

Protestanlık, kapitalizmin temellerini hazırlamaktadır. Luther'e göre sosyal eşitsizlik tanrı düzenidir ve olduğu gibi korunması gerekir, Calvin'e göre üretim için alınacak faiz gereklidir ve dinsel yasalara aykırı değildir. Protestanlık ekonomik bir dinciliktir ve burjuvazinin ticaret sorunlarını kapsamaktadır.

Birey ve bireyin ekonomik sorunları, tanrısal düşünce içinde bile, birinci plana çıkmıştır. Jacob Boehme'de (1575-1624) dilegelen Rönesans gizemciliği (mistisizm) de bu yoldadır. Boehme'e göre tanrı dural değil, devimseldir. Tanrı doğalaşmış ve insanlaşmıştır, öyleyse birey tanrılık değerdedir.

Rönesans çağının sonlarına doğru, bütün bu dinsel yenilenmeler de yetişmeyecek, kaynağını insanda ve us'ta bulan yeni bir doğal din akımı türeyecektir. Laelius Socinus (1525-1562), Jean Bodin (1530-1648) ve Herbert of Cherbury'nin (1581-1648) ellerinde oluşan bu doğal din, insan usunu ve böylelikle de bireyi yüceltmektedir.

Bu çağın dincilerinin çoğu aynı zamanda ekonomicidirler. Bodin de bunlardan biridir ve ekonomik olayları, metafiziğe uygun olan dogmatik açıdan değerlendirmektedir. Derebeyliğin yerine burjuvaziyi, durallığın yerine devimselliği, metafiziğin yerine bireyciliği getiren Rönesans oluşmasının en ilgi çekici düşünürlerinden biri de Nicolaus Cusanus (1401-1464)'tur. Cusanus'a göre tanrıyla doğa aynı şey değil, tersine karşıt şeydirler.

Çünkü tanrı bütün karşıtların birliği, doğa bütün karşıtların ayrılığıdır. Bu geniş ayrılığın bu birlikten nasıl çıktığı bilinemez ve bu yüzden de Tanrı kavranamaz. Evren bir gelişme sürecidir. Yer ve gök aynı yasalara bağlıdırlar ve aynı gelişme sürecinin içindedirler.