Genelde kabul edilen bir gerçektir ki, 13. yüzyıldan sonra İslam dünyasındaki ilim, fikir ve kültür hareketi büyük ölçüde üretkenliğini yitirmiş durumdaydı.

Oysa bir milletin dünyadaki yeri bu ilim-kültür hareketi sayesinde belirlenmektedir. Bunun sonucu olarak kültürel canlılığını ve üretkenliğini sürdüremeyen Müslümanlar, kısa sürede rakipleri karşısında her bakımdan zayıf düşmeye başladılar. Sonuçta rakip güçler tarafından yenilip parçalandılar.

Bugün ise bir görüşe göre yok oluşa sürüklenmekteler veya diğer bir görüşe göre bir diriliş yaşamaktadırlar. Her halükârda bugün ve istikbal açısından İslam dünyası mensupları, tevarüs ettikleri İslâmî mirası çağdaş formatta güncel hayatlarına sokmak ve o mirastan aldıkları güçle kendilerine dünyada saygın bir varlık inşa etmek zorundalar. İşte bu varlık inşasının bilimsel bir diğer adı medeniyet inşasıdır ve bunun bilimsel temellerini anlamak önemlidir.

Bu çalışma, medeniyet inşa sürecinin prensip ve şartlarını, kişinin kendini geliştirmesi yönünde ele almaktadır.Çünkü bu çağda toplumsal değişimler, daha çok fertlerin kişisel özdeğişimiyle mümkün olmaktadır.

İste, düşün, planla, yap ve geliştir sloganıyla özetlenebilecek olan kişisel, sosyal, kültürel ve akademik gelişim kavramları bugün artık entelektüel hayatın vazgeçilmez birer parçası haline gelmişlerdir.

Evrensel kavramı, son asırda küresel hâkim güçlerin kendi nüfuz alanlarını genişletmek ve sağlamlaştırmak amacıyla oluşturdukları kültürel coğrafyalarında sıkça kullandıkları, daha doğru deyişle istismar ettikleri bir değer olmuştur.

Oysa evrensel medeniyet olarak nitelendirilebilecek insani değerler tarihine göz atıldığında anlaşılacaktır ki, asıl evrensel olan, insanın insani niteliklerini güçlendiren ve onun kendisi dışında özvarlığını kuşatan diğer varlıklarla ilişkilerine sağlıklı katkılar sunan değerler manzumesidir.

Bu açıdan değerlendirildiğinde bu evrensel insani değerlerin, dünyanın yaratılışından bu yana özellikle peygamberler ve benzeri misyonu üstlenen dava adamlarının insanlığa getirdiği mesajlarda özetlendiğini görmek mümkündür.

Dolayısıyla, kavramsal norm belirlemede benimsenmesi gereken asıl kıstas, her çağda ve coğrafyada insanın huzuru ve mutluluğu için esas olan ve bugün kadîm diye adlandırılan temel insani değerler olmalıdır. Bu tanımlamada evrensel ile kadîm kavramları özdeş durumdadırlar.

Konunun çerçevesini bu şekilde belirledikten sonra, özellikle son asırda Türk ve İslam toplumunda yaygın şekilde görülen "İslâmî" ifadesinin anlam çerçevesine dikkat çekmek gerekmektedir. Gerçekte İslâmî'den kasıt, ilk insandan Hz. Muhammed'e (sas) değin Allah tarafından dünya hayatına ya da insanlığa bir nizam verme gayesiyle indirilen insani değerler manzumesi olmalıdır. Çünkü bu değerler, evrensel insani değerlerin ta kendisidir.

Dolayısıyla, dünyada evrensel kavramını bu anlamda rahatlıkla kullanabilecek kesim öncelikle Müslümanlardır denebilir.

Bir toplumda evrensel medeniyet bilincinin oluşması yolunda temel kavramların nasıl tanımlandığı çok büyük önem arz eder. Bu nedenle, bu çalışmada, tarihten bugüne özellikle Türk ve İslam toplumunu kültürel mirasıyla diğer toplumlardan farklı kılan unsurların doğru anlaşılmasına zemin oluşturan kavramların açıklanmasına çalışılmıştır.

A. KÜLTÜREL GELİŞİMİN ÖNEMİ

Bugün "sürekli ve nitelikli gelişim" dendiğinde kastedilen şey, ihtiyaç ya da istek hissetmeyle öğrenilen prensipler ve bu prensiplere istinaden planlanan aktivitelerin düzenli şekilde hayata geçirilmesi sonucunda gelen kişisel değişim ve gelişimdir. Bunun için gereken ise, insanın kendisini kuşatan üç temel konu ile yani Tanrı, varlık ve insan ile ilişkilerini bilinçli şekilde düzenlemesi olarak özetlenebilir.

Daha çok kişisel gelişimin özü sayılan şu formül konuyu özetlemesi bakımından oldukça önemlidir: İnsanın hayattaki temel amacı yarına kalmaktır. Yarına kalmak için evren ile uyumlaşmak ve evren ile kucaklaşmak; bunun için ise varolmak, uzlaşmak ve gelişmek lazımdır. Bunu elde etmek için de a. Âbıhayat'ı aramak (hayat iksiri), b. Akılcı olmak, c. Ar-ge'li olmak (çalışma planı) ve d. Ahlâklı-erdemli olmak prensibine uymalıdır.

Bir insanın doğduğu yer ve ailesi onun hemen her şeyini belirler. Fakat yetişkin olup özgür hale geldiğinde daha özgün bir kişiliğe sahip olmak ister ki, bu insanın psikolojik hallerinden belki de en önemlisidir. Peki, evrensel ya da kadîm insani değerlere sahip olarak nitelikli bir özgün kişilik hali, azgelişmiş veya ilkel denebilecek toplumlarda neden bilinç düzeyinde yaşanmıyor acaba? İşte bu sorunun cevabı, bir kişi ya da toplumun tarih, kültür ve medeniyet anlayışının temelini oluşturmaktadır. Bu nedenle de açıklanmalıdır.

Öğrenme faaliyetinin insan beyni ve duygularıyla gerçekleşmesi için gereken üç temel unsur şunlardır: 1. Arzu. "Aşk imiş her ne var âlemde, gerisi kîl ü kâl imiş ancak" vecizesi bunu açıklamaktadır. 2. Hayal gücü. İnsan, ancak zihninde canlandırıp duygusal bağ kurabildiği şeyin sahibi olabilir. 3. Amaç-araç belirleme. Elma almak için kullanılan merdiven örneği bunu açıklar. Beyin, doğal olarak elmaya odaklıdır ve ona erişmede araç olarak kullanılan merdiveni otomatik şekilde zihinden siler.

Bilgi, sanat ve ahlâk kavramları kültür kavramının içini dolduran temel öğelerdir. İnsanın gelişiminde temel kavramlardan birisi de adalettir. Çünkü adalet mülkün temelidir. Adaletin de temeli doğru inanç, doğru düşünme, erdem ve fazilettir. Yani aslında medeniyet üç temel fikre dayanır. Bunların birincisi doğruluktur ki inanç ve hakikat onunla sağlanır. İkincisi iyilik, üçüncüsü de güzellik ideasıdır. İşte adalet bu doğruluk ve iyilik arasındaki çizgidir yani, doğruluk ve iyilik denen platformun üzerine oturur. Güzellik ise bütün bu yapının üzerinde yükselen üst yapıdır, hepsini içine alır.

İnsanların yaşadığı ortamlardaki hayat tarzını ve ürettiklerini araştıran bir bilim dalı olan kültür-sanat tarihi çalışmaları, bugün Türkiye toplumunun geleceği bakımından hayati önemi hâizdir. Çünkü tarihte asırlar boyu sahip olunan yüksek kültür seviyesinin gerektirdiği şartları bilmek ve ona göre tedbirler alıp düzenlemeler yapmak, bir toplumun âkil insanlar topluluğundan beklenebilecek en akıllıca iş sayılmalıdır.

Türk-İslam medeniyet tarihine kültürel bilinçle bakıldığında görülecektir ki, bu medeniyeti özetleyen ve simgeleştiren üç kavram kılıç, kalem ve kubbedir. Burada kılıç gücün, kalem kültürün ve kubbe de medeniyetin remzidir. Elbette bu gerçek İslam tarihi açısından böyledir. Ortalama on asır dünyanın hâkim kültürü ve gücü olma ayrıcalığına sahip olan Müslüman milletlerin tarihi incelendiğinde görülecektir ki, İslam ülkesinde kurulan sistemin bütün unsurları, insana kendi ile, Tanrı ile ve de varlık ile uyumlu doğal bir hayatın oluşması ve sürdürülmesi yönünde kurgulanmıştır. Roger Garaudy gibi bazı düşünürler bütün unsurlarıyla bu İslâmî hayat tarzını, bunun özellikle Endülüs'te yaşanan şeklini, "ideal medeniyetin numunesi" olarak vasıflandırmışlardır.

İşte bugün bütün dünya Müslümanları için kültürel gelişim üç aşamalı bir süreçten geçerek gerçekleşebilir. Birinci aşama, kişinin mensup olduğu kendi ailesi ve ülkesi ya da milletinin kültürünü özümsemesidir ki, bu suretle kendini merkeze alabilsin. İkinci aşama, kişinin kendi ülkesi ya da milletinin mensup olduğu dinin tarihi mirasını özümsemesidir ki, bu suretle dünyadaki yerini ya da diğer milletlere karşı kendi konumunu belirleyebilsin.

Üçüncü ve son aşama ise, kişinin dünya medeniyet mirasını özümsemesidir ki, bu şekilde insanlığın medeni varlık mücadelesinde edilgen değil etkin ya da belirleyici bir unsur olabilsin. Bu üç aşamalı kültürel gelişim hem kişisel hem örgün ve hem de yaygın eğitimde mutlaka dikkate alınmalı ve eğitim plan ve programları bu modele uygun şekilde tasarlanmalıdır ki, bu şekilde pusulası/yönü belli, oryantasyon sahibi, nereden gelip nereye gittiğinin ya da gitmesi gerektiğinin bilincinde nesiller yetişebilsin.

B. TARİH, TARİH FELSEFESİ VE TARİH BİLİNCİ

Tarih, niceliksel zaman açısından geçmişte olup bitenleri, toplumların geçirdikleri dönemleri yer ve zaman belirterek anlatan; olaylar arasında nedensel ilişkiler kurup, bu ilişkileri belge ve kalıntılara dayandırarak sistematik şekilde incelemeyi konu edinen disiplin olarak tanımlanabilir.

Tarih ilmi, bir toplumun istikbal ve istikametini yani varoluşsal vizyonunu belirlemede temel bir araçtır. Bu aracı doğru kullanmak da tarih felsefesi çalışmalarıyla mümkün olmaktadır. Tarih Felsefesi ise, bilimsel yöntemle ortaya konan tarihi hâdiseleri yorumlamak yani, tarih üzerinde düşünme faaliyetine girişmektir.

Meydana gelen olayların akış çizgisini belirleyen evrensel prensipler göz önüne alındığında tarih, yaratılıştan kıyamete doğru kıvrılarak akan bir nehir gibidir. Gerçek canlı olarak amipten insana ve hükmî canlı olarak da üç kişilik bir topluluktan medeniyetler bloğuna kadar her canlı zorunlu olarak şu tabiat kanununa tâbidir: Her canlı doğar, büyür, olgunlaşır ve ölür. Buna varlığın hayat kanunu veya varlığın kader çizgisi denebilir.

Varlığın hayat kanunu, dünyada aslî canlı olan hayvanlar ve insanlar üzerinde bir kez işler. Ancak, hükmî canlı ya da şahsiyet olan topluluk, toplum, millet, medeniyet ve medeniyetler bloğu üzerinde bu kanun, tarihin uzun asırları boyunca birkaç kez işleyebilir. Çünkü böylelikle kıyamete kadar insan türünün dünyadaki varlığı için zorunlu şartları barındıran alan muhafaza edilmiş olur.

Hükmî canlı ya da şahsiyet olan toplum, millet, medeniyet ve medeniyet bloklarından her birisi, tarihî akış süreci içinde zikzaklı bir gelişim-değişim kanununa tâbi olarak varlıklarını ya öz-form ya da sadece öz veya form şeklinde muhafaza ederler. Yani, ya öz-form olarak yeniden filizlenir ya da özünü koruyup şekli değişikliğe uğrayarak (buna belki oğul vererek de denebilir) yeniden bir varoluş sürecine girerler.

Aslî ve hükmî her canlı, tabiattaki zıddiyet prensibi gereği kendisinin zıddı olan varlıkla etkileşim içinde varlığını sürdürür. Yani varlığı zıddıyla kâimdir. Mesela erkek-dişi, gece-gündüz, Âdem-şeytan, cennet-cehennem, eksi-artı, sağ-sol, iyi-kötü, doğu-batı, İslâm- Hıristiyanlık gibi örnekler dünyanın ya da hayatın "zıtların etkileşimi veya mücadelesi sonucu oluşan denge/ler" üzerinde döndüğünü anlatmaktadır. Yani, her canlının hayatî gelişim şartları zıddıyla dengelenir. Dolayısıyla, hayat sürekli bir denge prensibi üzerinde devam eder ve böyle olduğu için de bir anlam kazanır. Diğer yandan, bu kanun gereği, dünya var oldukça zıt kutuplardan birisi diğerini ortadan kaldıramaz. Aksi halde hayatın anlamı kalmaz, varlık boşlukta veya anlamsız kalır.

Birbirine zıt varlıkların etkileşimi ya da mücadelesi sonucunda ortaya çıkan dengenin asıl anlamı ise, hayatı mümkün ve devamlı kılan pozitif değerlerdir. Aslında, zıddiyet kanununun varoluşsal hedefi de bu değerlerin ortaya çıkışını sağlamaktır.

İki zıt kutbun ortasında oluşan denge alanında, ezelden kıyamete kadar bu pozitif değerler taşınacaktır. Hz. Âdem'e bir insan olarak yüklenen "emânet" de işte hayatı mümkün kılan bu pozitif değerler ya da evrensel insani değerlerdir. Aslında, her çeşit canlı bu değerlerin korunması ve sonraki nesillere taşınmasına katkısı oranında pozitif bir değer ve anlam kazanır.

Bu katkı ne kadar azalırsa, canlının varlığı da o kadar anlamsızlaşır ve o derece yok oluşa sürüklenir. İşte tarih ilmini evrensel insani değerler manzumesini belirlemede rakipsiz kılan yanı, bu işte asli vasıta olması olmalıdır.

Şimdi tarih ile ilgili diğer temel kavramlara da değinmek gerekirse, bunlar içinde tarih yanılgısı (anakronizm) önemlidir. Tarihsel olay veya durumların gerçekte meydana geldikleri tarihsel zamanın dışında, değişik zaman dilimlerinde gerçekleşmiş olan olay veya durumlarla birlikte düşünülmesi; tarihsel olarak farklı dönemlerde meydana gelmiş olan olayların aynı zaman diliminde meydana gelmiş gibi ele alınıp değerlendirilmesi anlamında kullanılır.

Diğer bir kavram tarihsel özgüllüktür (historical specifity). Bir toplumsal kurum, olgu veya olayın, benzer olaylarla kıyaslanması durumunda, hem olay veya kurumun ortaya çıkışını etkileyen faktörlerin etkileşimi sonucu olarak, hem de içinde yer aldığı sürecin kendine has mekanizmalarından dolayı farklılık göstermesidir.

Bir başka kavram da tarihselcilik'tir (historicism). Tarihsel süreç içinde, geçmişte olup bitenlere bakarak gelecekte neler olabileceğini belirli bir kesinlik derecesiyle önceden öngörmenin yani, tarihsel öngörünün sosyal bilimlerin temel amacı olduğunu ve bu amaca, tarihin evriminin temelinde yatan ritimler, kanunlar ve eğilimlerin açığa çıkarılmasıyla varılabileceğini kabul eden yaklaşım tarzıdır.

Tarihçilik aslında kültür tarihçiliği tarzında olmalıdır ve tarihçinin görevi ise, yapıyı süreç ile uzlaştırmaktır. Yapıya örnek, Müslümanların fethettikleri topraklardaki medeniyetler ya da alt kültürlerdir. Süreç ise, yeni hâkim gücün yerel elitlerle işbirliğine girmesi sonucu başlayan ve onların alt kültürlerini hoşgörüyle karşılamalarıyla süren bir olgudur. Bu arada alt kültür mensupları da hâkimlerin yeni kültürünü tanır ve benimser. Böylece bir sentez süreci doğar ve hâkim kesimin lehine gelişerek hızlanır.

Şu da önemlidir ki, tarih çalışmalarında alan çalışmalarının merkezi çağlar değil, kıta veya bölge olmalıdır. Yani mukayeseli bölge tarihçiliği esas olmalıdır. Mesela Asya tarihçisi, Avrupa tarihçisi veya Akdeniz tarihçisi dendiğinde, kendisini o kıta veya bölgenin merkezine konumlandırmış bir tarihçi anlaşılmalıdır. Tarihçinin araştırmacı bakışı, suya atılan bir taşın yaydığı dalga gibi tecessüsünü merkez kıta/bölgeden dünyaya dalga dalga yaymalıdır. Bu dalgasal açılım, T şeklinde hem dikey hem de yatay boyutta olmalıdır. Yani, çalışılan kıta veya bölgenin hem eski çağlardan bugüne tarihi hem de güncel durumu bilinmeli, ayrıca o bölgeye ait bir tarihsel durum aynı çağdaki benzerleriyle mukayese edilmelidir.

1. Siyasi Tarihin Konu Başlıkları

Yaratılış, Tarihöncesi ve Peygamberler Çağları; Eskiçağ Mezopotamya-Anadolu- Ortadoğu-Mısır Tarihi; Hind-Pakistan-Afganistan-Bangladeş Tarihi (Asya); Çin-Japon- Endonezya Tarihi (= + Uzakdoğu Asya); Rusya, Baltık ve Kafkasya Tarihi (Avrasya); Arap -İslam Tarihi: İslam Öncesi Arap Hayatı ve Hz. Muhammed'in Peygamberliği, Hulefâ-i Râşidîn ve Emevîler, Abbâsîler,Endülüs, Abbâsîler Sonrası Araplar (1258-bugün); Pers/Sasanî - İran Tarihi (Ortadoğu - Asya); Batı Tarihi: Balkanlar - Avrupa (+ Grek - Roma - Bizans) - Amerika, Avustralya, Adalar; Afrika Tarihi.

Türk Tarihi: Türk Adı ve Soyu, Türklerin Anayurdu; Türklerin Tarih Sahnesine Çıkışı ve Yayılmaları; İlk Türk Devletleri (.. - 922); İskitler, M.Ö. VII. yy. (Alp Er Tunga); Hun İmparatorlukları (M.Ö. III. yy.-M.S.557); Tabgaç Devleti (315-550); Göktürkler (Kutluk Devleti, 552-742); Uygurlar (744-840); Kırgızlar (840-1217); Türgişler (630-766); Karluklar (413-1221); Oğuzlar (... -X.yy. sonu); Sabar Devleti (V.-VI. yüzyıllar); Avar Hakanlığı (558-805); Hazar Hakanlığı (630-958); Macarlar (896-..), Peçenekler (...-XILyy.) ve Kumanlar/Kıpçaklar (X.yy.- 1239); Bulgar Devletleri (630-1018).

Türklerin İslam Devleti İçerisinde Yer Almaları ve İslamlaşmaları; İlk Müslüman Türk Devletleri (922-1318): İdil Bulgarları; Tolunoğulları; Sâcoğulları; Karahanlılar; İhşidîler; Gazneliler; Eyyûbîler; Memlûkler; Sâmânîler; Hamdânîler; Büyük Selçuklular; Kirman Selçukluları; Irak Selçukluları; Suriye Selçukluları; Hârizmşahlar (1097-1231); Atabeylikler; Anadolu'nun Türkler Tarafından Fethi; Fetihten sonra Anadolu Türk Devletleri; Danişmendliler; Mengücükler; Saltuklular; Artuklular; Ahlatşahlar; Türkiye Selçukluları (Anadolu Selçuklu Devleti, 1075-1318); Orta Asya; Kafkaslar; Osmanlı Devleti; Türkiye Cumhuriyeti.

2. Kültür-Sanat (Medeniyet) Tarihi Konu Başlıkları

Dil ve Edebiyat Kültürü: Anlatmalar, Şiirler, Kalıplaşmış Sözler; Kültürü Yayma Araçları: Yazı, Kitap, Kalem, Matbaa, vb.; Dinî Hayat ve İnanışlar; Hukuk Kültürü; Bilim ve Teknoloji Kültürü; Temizlik Kültürü; Giyim-Kuşam ve Kişilik Kültürü: Kişilik Sergileme, Görgü Kuralları, Davranış Kalıpları ve Ahlâk Anlayışı; Aile Yapısı ve Kadın-Erkek İlişkileri; Saygı- Sevgi ve Değer Kültürü; Beslenme ve Sağlık Kültürü; Çalışma ve İktisat Kültürü; Öğrenme ve Düşünce Kültürü; Dinlenme, Oyun-Eğlence, Zamanı Değerlendirme ve Spor Kültürü; Halk Bilgisi; Kim Kimdir (Kültür Dünyası Biyografileri / Türk-Doğu-Batı Klasikleri).
Sanat: Mimarlık ve Halk Mimarisi, Geleneksel El Sanatları (Metal İşlemeciliği, Seramik- Çömlek İşçiliği, Ağaç-Ahşap İşçiliği, Cam İşlemeciliği, İşlemeler-Örgüler, Dokumalar, Deri İşçiliği), Süsleme Sanatları, Müzik, Resim, Heykel, Antik Şehirler ve Arkeolojik Eserler, Ülkenin Şaheserleri, Millî Saraylar, Müzeler (Resmi ve Özel), Ören Yerleri, Sahne/Gösteri Sanatları ve Seyirlik Oyunlar (Halk Oyunları, Tiyatro, Sinema).

Toplumsal Düzen Anlayışı ve Dayanışma Kültürü; Tarihî Kültürel Müesseseler: Şehirler ve Başlıca Özellikleri, Esnaf Örgütleri, Yapı (Saray, Köşk, Ev ve Konaklama Yerleri), Paralar, Devlet İdare Birimleri, Millî Meclis, Adlî Teşkilat, Polis ve Zâbıta, Din İşleri, Eğitim -Öğretim, Konaklama, Hastahane, Çarşı-Pazar, Su Yapıları, Mezarlıklar ve Mezar Taşları, Haberleşme (Berîd), Vergi ve Toprak, Askerî Teşkilat, Millî ve Dinî Bayramlar, Özel Günler, Düğünler ve Kutlamalar.

3. İslâm Fetihleri Değerlendirmesi

İslâm-Hıristiyanlık mücadelesi tarihinde İlk İslâm Fetihleri, Arapların liderliğinde 622'den 732'ye kadar 110 yıl sürmüştür. İberya ya da Endülüs (711-1492) bu fetih halkalarının tâcı, Sicilya (827-1091) ise zeylidir. Aslında bu tarihler bıçak kesimi ayrılmış değildirler, sadece merkezî konumdadırlar. Malum olduğu üzere 622 tarihi hicretin, 732 ise Emevîler'in Endülüs Vilâyeti ordusunun fetihlerle ulaşmış olduğu Batı'daki son noktayı yani Paris'i ifade eder. Bu dönemde İslam devleti, bilinen dünyanın büyük bir kısmına sahip olarak dev bir imparatorluğa dönüşmüştür. Haritadan Emevîler coğrafyasına bakıldığında bu gerçek daha kolay anlaşılabilecektir.

İkinci Dönem İslâm Fetihleri ise, daha çok Türkler ya da Türkî topluluklar tarafından gerçekleştirilenlerdir. 1064 Tarihinde Ani kalesinin fethiyle başlayıp 1532'te Kanuni'nin Alaman Seferi'ne kadar 468 yıl sürer. Macaristan bu fetih halkalarının tâcı, Otranto (1481) ise zeylidir.

Bundan sonra gerçekleşecek olan Son Dönem İslâm Fetihleri'ne gelince, bu büyük oranda kültürel alanda cereyan eden ve edecek olan savaşlardır. Bu savaşlar sonucunda, klasik ve kültürel sömürgeciliği bir arada yürüterek dünyayı istilâ eden Batılı Hıristiyan-Yahudi güçleri ve Rusya vb. ortaklarının dünya üzerindeki hegemonyasının sona erdirilmesi ümit edilmektedir. Bu dönüşüm, dünya toplumlarının, bu güçlerin büyük oranda varlığın ve insanın doğasına aykırı kabul edilen seküler ya da profan kültürleri ya da hayat tarzından uzaklaşmaları sayesinde mümkün olabilecektir. Eğer gerçekleşirse bu dönüşümü, dünyanın yeniden fethi ve medeniyetin yeniden keşfi olarak adlandırmak mümkündür. Çünkü bu dönüşüm sayesinde modern hayat felsefelerinin yok saydığı insan ruhu yeniden hayat bulacak, sonuçta doğal ve manevi değerler insanlığa yeniden kazandırıldıkça kararan doğal alanlar yeniden aydınlanacak ve doğala (fıtrat) dönüş yaşanacaktır.

İslâmiyet ile Hıristiyanlığın gelişim tarihleri bazı çağlarda tersine bir gelişim göstermektedir. Mesela, VII. asırdan başlayarak IX. asra kadar süren İslâmiyet'in genişlemesi neredeyse tamamen Hıristiyanlığın aleyhine gerçekleşmiş, bu defa IX. asır başlarında bu hareket tersine dönmeye yani Hıristiyanlık İslâmiyet aleyhine genişlemeye başlamıştır. Ancak, 1000'li yıllardan itibaren bu hareket yeniden Hıristiyanlığın aleyhine gelişmiştir.

Çünkü Araplardan sonra tarih sahnesine bu kez bozkırların Türk toplulukları çıkmıştır. Bu toplulukların İslamlaşması, hatta İslâmiyet'in dünyadaki hâmîsi durumuna gelmeleri, Müslümanların dünyadaki üstünlüğünü daha asırlarca sürdürmelerine imkân sağlamıştır. Sonuç olarak, tarihte büyük güçler arasındaki bu fetih merkezli gelişmelerin seyri, terazi kefelerinin hareketini andırmaktadır. Biri yukarıya hareket ederken diğeri aşağıya iner.

Aslında bu terazisel hareket, aynı çağda ve tek bir bölgede olabildiği gibi (mesela Filistin veya Anadolu'da), aynı çağda ve fakat biri Doğu'da diğeri Batı'da olmak üzere dünyanın iki farklı uçlarında da cereyan eder ve bu olurken ters orantı çizer. Mesela, 1064 yılı buna çok ilginç örneklerden biridir. Bu tarihte Doğu'da Müslüman Türklerce Ani fethe dilirken, aynı tarihte Batı'da Müslüman Endülüs'ün Berbeştru (Barbastro) kalesi geçici de olsa Hıristiyanların eline düşüyordu. Doğu-Batı ekseninde hareket eden terazisel seyrin çağlar açısından en tipik örneklemesi ise, Batı'da Hıristiyan Reconquistası karşısında düşmekte olan Endülüs'e karşın, Doğu'da aksi istikametteki gelişme yani Müslüman Türkler karşısında Hıristiyan Bizans ve Avrupa'nın gerilemesi olayıdır.

Bundan anlaşılan o dur ki, İslâmiyet temelde evrensel insanî değerler manzumesidir ve bu değerler aslında insan türünün yeryüzünde varlığını devam ettirebilmesi için gereken fizik- metafizik ortamın ve şartların korunmasının teminatıdır. İslâm fetihleri de bu değerlerin yeryüzünde yaşatılması ve yaygınlaştırılması hareketinden başka bir şey değildir. Doğu-Batı mücadelesi tarihinde görülen terazisel hareketin anlamı da, bu insanî değerlerin bir tarafta yükselirken öbür tarafta kaybolması olsa gerektir. Dikkat edilirse, bu değerler yeryüzünden kaybolmuyor, sadece yer değiştiriyor.

Dolayısıyla, bu İslâmî ya da evrensel insanî değerler bir zamanlar bir bölgede veya halkta yaşar ve yaşatılırken, uygun zemini kaybolunca onlar da yer değiştirerek daha uygun veya daha layık olan başka bir bölgeye veya halka mal olurlar. Bu değişim ve dönüşüm hareketi bu şekilde kıyamete değin sürer gider.

4. İslâm ve Batı Medeniyeti Mukayesesi

İslâm Medeniyeti, ilkelerini Allah'tan gelen vahye ve vahyin gölgesinde ilerleyen akl-ı selimin ilkelerine göre ortaya koyarken; Batı Medeniyeti tamamen insan aklından doğan felsefeye dayanır. Dolayısıyla Batı Medeniyeti ile vahy-i ilâhîden gelen İslâm Medeniyetinin, temel bileşenleri çok farklı olduğu için temel prensiplerde barışmaları imkân dâhilinde değildir.
Medeniyetler çatışmasının yoğun olarak yaşandığı 20. asrın başlarında konuyla ilgili değerlendirmeler yapan Bediuzzaman Said Nursî, İslâm Medeniyeti ile Batı Medeniyeti arasında bir karşılaştırma yapar. Ona göre, medeniyet çarkını işleten 5 temel prensip vardır: 1. Nokta-i istinad (dayanak noktası), 2. Hedef, 3. Düstûr-u Hayat (hayat ölçüleri), 4. Cemaatlerin Râbıtası (sosyal gruplar arasındaki bağ), 5. Semerât (gaye, elde edilen neticeler). Son iki bin yıl bu ölçüler ışığında değerlendirildiğinde, İslam ve Batı kültürleri ya da hayat tarzları arasındaki muazzam fark kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

Türkler, ilkçağlardan ortaçağların sonlarına değin İç-Asya'dan Uzak Şark, Hindistan, Orta Avrupa, Balkanlar ve Yakın Şark istikametlerinde birçok istila ve göçler yapmışlar; türlü ülkelerde çeşitli devletler ve imparatorluklar, geçici ve sürekli yurtlar kurmuşlardır. Türklerin dünya üzerinde bu yayılış ve hâkimiyet hareketlerini 4 büyük devre ayırmak mümkündür. Gerçekten İslâm'dan önce Kun (Hiung'un, Hun) ve Gök-Türk kağanlıkları, İslâm'dan sonra Selçuklu ve Osmanlı sultanlıkları bu 4 büyük devri teşkil ederler.

İlk iki devir, Orta-Asya'da Türk nüfusu kaynak ve kudretini meydana getirmekle ve dünya tarihinde de mühim bir rol oynamakla beraber, bu devirlerin Türkistan dışında vuku bulmuş yayılma ve tesirleri asırların derinliklerine gömülür ve zamanla izleri kaybolur. Buna mukabil, Selçuklu ve Osmanlı devirleri Türk ve İslâm medeniyet ve mefkûrelerinin imtizacıyla müstesna bir ehemmiyet kazanır, Türk ve dünya tarihinde büyük bir kudret ve hayatiyetin mümessilleri olarak cihanşümul ve millî tesirleri günümüze kadar devam eder.

C. KÜLTÜR, SANAT (MEDENİYET) BİLİNCİ

Kültür, bir toplumda benimsenmiş geleneksel değerler (duygu, dil, inanç, bilgi, düşünce, sanat) bütünüdür. Kültürel gelişmeyi tamamlayan, sanatın çiçeklenişidir.

Sanat, 1. Eğitim, uygulama ve özel deneyim yoluyla kazanılan beceri. 2. İnsanın, diğer canlılardan farklı olarak sahip olduğu akıl, sezgi, idrak, üretme ve göreli yaratma yetileri sayesinde doğada gördüklerini bazen yeni boyutlar da ekleyip taklit ederek yaptığı üretimdir.

Toplumsal yapılarla sanat anlayışları arasındaki bağlantıları, sanatla ilgilenen kişilerin kendi aralarında ve diğer insanlarla geliştirdikleri ilişkileri incelemeyi konu edinen disipline de sanat sosyolojisi denmektedir.

Kültür-sanat tarihi ise insanların yaşadığı ortamlardaki hayat tarzını her yönüyle araştıran bir bilim dalıdır.

Medeniyet tabiri, Arapçada aslen şehir manasındaki medineden üretilmiş lügat manasıyla "şehirlilik" demektir ve bedevinin zıddı olarak kullanılmıştır. Böylece, her biri kendi kabile hayatını sürdüren çöl halkına karşılık çeşitli boy, dil, din ve geleneklere sahip kütlelerin doldurduğu şehirde gelişen yaşayış birliğini ifade etmiştir. Dolayısıyla, sosyal gerçekliğe uygun bir deyimdir. Medeniyet, milletlerarası ortak değerler seviyesine yükselen anlayış, davranış ve yaşama vasıtaları bütünüdür. Bu ortak değerlerin kaynağı ise kültürlerdir.

Mesela, Batı medeniyeti dendiği zaman din bakımından Hıristiyan toplulukların manevi-sosyal değerleri ile müspet ilme dayalı teknik anlaşılır. Hâlbuki Batı medeniyetine bağlı milletlerden her biri ayrı bir kültür topluluğudur. Dolayısıyla, kültür karakter bakımından hususi, medeniyet umumidir ve medeniyet kültürlerden doğar. Ayrıca her kültür öz vasfını muhafaza eder, kaybetmez.

Kültür ve medeniyet kavramlarının kapsamındaki diğer kavramlara gelince, bunlardan biri Antropoloji veya Kültürel Antropoloji'dir (İnsanbilim). İnsanın biyolojik olarak kökenini ve toplumların sosyo-kültürel gelişimlerini inceleyen bilim dalıdır. Toplumların kültürel kurum, yapı ve değerlerini karşılaştırmalı olarak inceleyen antropoloji dalına kültürel antropoloji; insanların içinde yaşadığı coğrafî şartlar ile biyolojik yapıları arasındaki ilişkileri konu edinen disipline fiziksel antropoloji; toplumların sosyal yapılarını inceleyen disipline sosyal antropoloji; değişik ırklarla ilgili anatomik bilgilerin biraraya getirilip sınıflandırılmasıyla uğraşan disipline de antropometri denir.

Başka bir kavram olan değer, bir şeyi işe yarar, aranır, arzulanır, sevilir kılan şey; insanların hayatın anlamı ve günlük yaşamın biçimlendirilmesi konusunda alternatif yollar arasından bir tercih yapmalarını sağlayan yol gösterici nitelikteki soyut yahut somut ilke, inanç veya varlıklardan her birisi olarak tarif edilir. Bu çerçevede, toplumun geleceğinin inşasında hareket noktası kabul edilen geçmiş yaşantı, deneyim ve alışkanlıklara geleneksel değer; toplumun tarihsel süreçte yaşadığı serüveni olumlu etkileyen kişi, kurum veya davranış kalıplarına tarihsel değer; kendi içinde uyumlu bir toplumun kurulabilmesi ve kendisini yeniden üretebilmesi için o toplumda yaşayan bireylere kazandırılan davranış kalıpları ve eğitsel kodlara kültürel değer; doğrular ve yanlışlar konusunda insanı uyarıcı nitelikteki dinî ilkelere dini değer; inanç ve ideolojiler arasında bir tercih yapabilmesinde aydınlatıcı rol oynayan düşünsel mihenk taşlarına da felsefi değer denir. Değer Yargısı (Value Judgement), bütün insanî etkinlikler ile olay, olgu ve nesnelere karşı verilebilecek iyi ve kötü yargılarından her biridir. Vâkıayı tespit eden değil, ideali gösteren; olanı değil, olması gerekeni belirleyen yargıdır.

İslâm kültürü ve İslâm beldelerinde kültür hareketi, I./VII. Yüzyıldan IX./XV. yüzyıla kadar olağanüstü derecede zengin ve karmaşık bir disiplinler toplamından ibarettir. Dinî sahası ve dinî ilimleri (doktrin) vardır; bazen yetkili çevrelerce izin verilerek himaye edilen bazen de resmi İslâmî görüş tarafından şüpheyle karşılanan hür felsefî-ilmî araştırma sahası vardır; dinî olsun dindışı olsun sanat, şiir ve nesir sahası vardır. İslâmî değerlerin ve özellikle Kuran'ın ilhamıyla oluşmuş saf İslâm kültürü ile İslâm topraklarında vücut bulmuş ve İslâm inançlarını ya kendince tevil eden ya onlara aldırmayan yahut da onlara zıt düşen kültür arasına bir ayrım koymanın vâkıaya uygun bazı yönleri vardır ve ortaya konan eserleri-türlerini tasnif etmede faydalı bir prensip olarak yardımcı olabilir. Ancak, bu ayrıma Hıristiyanlık âlemindeki gibi bir keskinlik atfetmemek şartıyla. Her ne kadar fakihlerin ve kelamcıların İslâm'ı, Emevî ve Abbâsîler'in yahut Suriye ve İran emîrlerinin aşırı serbestliklerini tel'în etmekte idiyse de, emîrlerin himayesi edebiyat-sanat şaheserlerinin ve büyük medeniyetlerden biri olan İslâm medeniyetinin gözalıcı parlaklığına katkıda bulunan bir hayat tarzının ortaya çıkmasını sağlamıştır. İslâm, en derin anlamıyla bir din ve devlettir. Onu birbirinden kopuk bölgelere ayırmak tarihî realiteye ters düşecektir. Müslüman ülkelerde ilim ve de dindışı edebiyat veya sanat, Avrupa'da modern hümanizmin çeşitli dallarda yaptığı gibi dinden ayrı düşünülmüyorlardı. Bu sahalar İslâmî değerlerin tesiri altındaydı. Çünkü İslâm bir ümmet ve bir dünya devleti olarak algılanıyordu.

Müslüman halk ve ülkelerin tarihi, dinî temeli üzerinde maddi ve manevi olanı birleştiren, bazı kere dünyevî kültürlerle yanyana yaşayan fakat çok yakın ilişkiye girerek çoğunlukla onları bünyesine katan kültür biçiminin yegâne örneğidir. İslâm itikadı kendisini evrensel bir din olarak sunmaktadır.Hidâyete eren Arapları evrensel bir dünya görüşünün ve dolayısıyla zaman geçtikçe evrensel bir devletin merkezi yapan İslâm idi.

İslâm, tarihî olarak halen mevcut olan Arap kültürüne kendi formunu vermiştir. Arapça, hem dinî hem de dindışı bir bütün olarak ele alındığında Bağdat'tan Kurtuba'ya, Çin'den Orta Asya'ya kadar klasikçağ İslâm kültürünün kendini ifadede tercih ettiği lisan olmuştur. Fakat aynı çağın otantik Farsça kültürü de gözardı edilmemelidir. IX.-X./XV.-XVI. yüzyıla gelinceye kadar Müslüman olmuş Türk beldelerinde Arapça'nın dinî sahada, Farsça'nın ise edebî sahada yaygın biçimde kullanılmış olduğu görülmektedir. Ancak, Farsça'nın konuşulduğu toprakların hüviyeti daima Fars kültürüyle özdeş sayılmamalıdır.

Dönemlere ve yazarlara göre tercih edilen lisan, tek bir emîrlikte bile bazen Arapça bazen de Farsça olabiliyordu. IV.-V./X.-XI. yüzyıllarda uzak mesafelerdeki Buhara'da doğmuş olan İbn Sînâ bütün büyük eserlerini Arapça kaleme aldı. Fakat Emîr Alâüddevle'nin isteği üzerine kaleme aldığı Dânişnâme adlı eserini Farsça yazmayı tercih etti.

Emevîler'in parlak seferleri döneminde Kuran, İslamlaşmanın yalnızca herhangi bir âmili değil, temel bir faktörüydü de. İslam kültürünün başlıca taşıyıcısı Kuran idi. Uzun vadedeki etkilenmeler her ne olursa olsun, tüm İslâm düşüncesi öncelikle Kuran metnini okuyup anlama gayesinden kaynaklandı. VII.-XI. + XIII. Yüzyıllar boyunca, yabancı ilimleri bünyesine katan Arap-İslâm kültürünce oluşturulmuş bir atmosfer söz konusuydu. İslâm Kültürü, doğrudan Allah cc. tarafından inzâl edildiğine inanılan bir metin tarafından yönlendirilmiş bir kültür meselesidir.

İslâm Sanatı, bir tarafta mimari ile cami ve medreselerin tezyin edilişi, diğer tarafta Kuran'ın sade ve çok güzel şekilde tilâveti şeklinde iki kısmı kapsamaktadır. İslâm mimarisinde çeşitli etkilenmeler sonucu farklı tarzlar mevcuttur. Medine Mescidi'nin basitliğine karşın, Emevî dönemi yapılarında Bizans etkileri (Şam'daki Büyük Emevî Camii ve Kudüs'teki Kubbetüssahra), Abbâsî dönemi yapılarında İran etkileri (Bağdat'taki kaybolan yapılar ve Kahire'deki Tolunoğlu Camii) hâkim olmuşken, Fâtımî mimarisinde hem Emevî hem İran ve hem de Tolunoğlu etkilerini birarada görmek mümkündür (Büyük Ezher Camii ve Külliyesi).

Geniş etkileşimle oluşan diğer iki mimari örneği de Selçuklu ve Memluk sanatı yapılarıdır. Mağrib-i Aksâ'da (Uç-Batı) yani Mağrib ve Endülüs'te ise, Doğu-İspanyol-Mağribî tarzının ağırbaşlı âhengi boyverdi. Her yanı saran süslemeleriyle bu sanat, İslâm sanatının en güzel örneklerinden biridir ve ilhamını aldığı ruhun en karakteristik örneğidir. Müslüman ve Hıristiyan mimarlar-sanatkârlar bu sanatı oluşturmak için birlikte çalıştılar. Mağribî, Bizans ve Avrupa etkileri Doğu geleneklerine karışarak neredeyse eşsiz şaheserler meydana getirdi: Kurtuba (Cordoba) Ulucamii (IL-IIL/VIIL-IX.yy.), Tlemsen Camii (VI./XII.yy.), Merâkeş'te Kütübiye Camii (VI./XII.yy.), İşbiliye'de (Sevilla) Giralda Camii (VI./XII.yy.), Fas (Fez) Medreseleri.

Camilerin Süslenmesi, İslâm dininin tek olan Allah'a gereği gibi ibadet edebilmek ve en küçük bir put temsiline meydan vermemek için yapılmıştır. Bu yüzden, dekoratif sanatlar zaferini çiçek motiflerini çarpıa ve karmaşık geometrik çizgiler içinde eriterek kazandı ve bu çizgiler Arap harflerinin hârikulâde hattıyla desteklendi.

Ortadoğu ya da "Ortadünya" (XVII, 199-200) kavramına gelince, bu Güneybatı Asya ile Kuzey Afrika'yı kapsar. Bize göre, gerçek tanımlaması "Ortadünya" olmalıdır. Çünkü her ne kadar dünya yuvarlaksa da kültür-medeniyet tarihi incelemelerinde esas olmak üzere bir merkezinin olması gerekir ki, o merkezden dış çembere doğru açılımla coğrafî tanımlamalar veya konumlandırmalar yapılabilsin. Neden Ortadünya? Bugün Ortadoğu denen, bizimse Ortadünya diye adlandırdığımız bölge gerçekten de dünyanın ortası ya da merkezidir. Çünkü tarih araştırmaları göstermektedir ki dünya tarihi boyunca bütün kadîm dinler ve medeniyetler bu bölgede ortaya çıkmıştır. Üç büyük semavî din Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık bu bölgede doğmuşlardır.

Diğer yandan, medeniyetin gelişim tarihinde temel teşkil eden yazının bulunması, aletlerin icadı, tarımın başlaması ve paranın icadı gibi gelişmeler hep bu bölgede yaşamış olan Sümerler, Akadlar, Fenikeliler, vb. halklar tarafından keşfedilmişlerdir. Daha sonra da oradan bilinen bütün dünya bölgelerine geçmiştir.

SONUÇ

İsmail R. Fârûkî'nin tabiriyle medeniyeti öğrenmek, bir şahısta kişilik duygusunu geliştirmenin tek yoludur. Atalarını harekete geçiren ruhtan, sanat ve bilim alanlarındaki, siyasi ve iktisadi hayatlarındaki, sosyal örgütlenmelerindeki başarılarından haberdar olmayan; onların kader ve trajedilerinden, zafer ve sevinçlerinden duygulanmayan, umutlarını paylaşmayan bir kimsenin kendini bilmesi mümkün değildir. Bu gerçeklik, aynı zamanda tarih bilincinin de temeli yerindedir.

Kişi kendi kökünü-geçmişini bilip bunu başka halk, grup ve medeniyetlere ait bilgiyle karşılaştırmadan kendi kişiliğinin bilincine varamaz. Kendini bilmek, maddi ihtiyaçlar veya elle tutulur gerçeklikler açısından değil, dünya görüşü, ahlâkî değer ve manevi umut bakımından başkalarından ne yönde farklı olduğunu bilmek demektir. Bunların hepsi, İslâm'ın ve onun inşa ettiği, nesiller boyu koruduğu kültür ve medeniyetinin alanı içindedir. Bugün çağdaş olmak demek, medeniyetin yani medenî mirasın tabiatının, değişik biçimlerini doğuran özün, medeniyet tarihinin öteki sayfalarından farkının ve gelecekle irtibatının bilincinde olmak demektir.

T.S. Eliot'un deyimiyle, eğer bir millet ya da toplum kültür mirasının değerini bilmez ve ona yüz çevirirse, bütün zekâların meydana getireceği organizasyon ve planların artık onlara hiçbir yardımı olamaz yani onların kültürel değerleri o toplum üyelerini birbirine yaklaştıramaz. Yed-i eminleri bütün insanlar olan evrensel kültür hazinelerini kurtarmak için gayret göstermek her insanın varlık borcu kabul edilmelidir.