Varlık Nedir?


1. Etimoloji: eski bir Türkçe sözcüğü olan var’dan türetilmiştir.


Fransızca ve İtalyancadaki karşılıkları, Hint-Avrupa dil grubunun olmak anlamını dile getiren es kökünden türetilmiştir. Bu kökten ilkin o vardır anlamında Skr. Asti ve Yu. esti sözcükleri oluşmuş ve daha sonra varlık anlamına gelen La. esse deyimi ortaya çıkmıştır. Antikçağ Yunan felsefesindeyse varlık anlamı, Yu. to on ve einai deyimleriyle dile getiriliyordu.


2.Antik Çağ: Felsefesel anlamdaki ‘varlık’deyimini ilk kullanan düşünür Elea’lı parmenides’tir. Mitolojik çoktanrıcılığa karşı çıkan ustası Kolofon’lu Ksenfanes bir tek tanrı olduğunu ileri sürmüş ve onun devimsiz, hep aynı durumda olduğunu söylemişti. Ustasının bu varsayımından yola çıkan Parmenides, tektanrı (Yu. Eis theos)’yı varlık (Yu. Einai) saydı ve sadece bunun gerçek olup tüm değişmelerin görüntüden başka bir şey olmadıklarını ileri sürdü. Varlık tekti, demek ki tüm çokluklar da görüntüden başka bir şey değillerdi. Görüntüler yanılsamalardır, demek ki değişmeler ve çokluklar birer yanılsamaydılar.

Varlık tekti ve değişmezdi, demek ki birer yanılsamadan başka bir şey olmayan değişmeler ve çoklaşmalar gene birer görüntü ve yanılsama olan varbulunan (varoluşu bulunan)’lara özgüydü. Nasıl aklık; ak çiçek, ak böcek, ak taş vb.’da bir ve aynıysa varlık da öylece tüm varbulunanlarda bir ve aynıydı. İşte metafiziğin ve idealizmin temel savı olan varlık (Fr. Etre, La. Esse)’la varoluş (Fr. Existence, La. Existentia) ayrımı, Parmenides’in bu savıyla başlar.



Parmenides’e göre ak çiçek, ak böcek, ak taş vb. somut olarak vardırlar; oysa aklık hiçbir yer ve zamanda yoktur ve soyuttur. Varoluşu bulunanlara karşı varlık da böyledir. Demek ki asıl gerçek, varbulunanlar (eşdeyişle, var oluşu bulunanlar) değil, varbulunmayanlardır (eşdeyişle, varlıktır). Varbulunanların gerçekte varolmadıkları, buna karşı asıl varbulunmayanın gerçek ve varolduğu yolundaki metafizik ve idealist zırvanın kökeni Parmenides’in bu varsayımıdır.


Parmenides, bu varsayımıyla, metafizik ve idealizmin günümüze kadar sürüpgelen ikinci temel ilkesini de ortaya atmış oluyor: Bizler, gerçek olmayıp birer görüntü olan değişmeleri ve çoklukları duyularımızla algılıyoruz, değişmez ve tek olan asıl gerçekliğiyse duyumlayamadığımız için usumuzla kavrıyoruz. Demek ki duyular aldatıcıdır ve asıl gerçek, duyularla değil, düşünce ve usla kavranandır.


Ne var ki Parmenides, metafiziğin ve idealizmin asla bağışlayamayacağı bir pot kırıyor; varlığın yuvar biçiminde olduğunu, uzayda da bir yeri bulunduğunu ileri sürüyor. Buysa açıkça, varlığın özdeksel olduğunu söylemek demektir. bu yüzdendir ki metafizikçiler ve idealistler, bir yandan onun savlarını tazeleyip gevelerken öbür yandan da onu ‘’ilkel ve kaba’’ bulurlar. Aşağıda göreceğimiz gibi, metafiziğin ve idealizmin ikinci büyük düşünürü olan platon da aynı potu kıracak.


Platon da, duyuların bize hiçbir bilgi vermediği ve bilginin tümüyle kavramsal, eşdeyişle ussal olduğu kanısındadır. ‘’Üşüdüm diyoruz, şümek ne demek? Onu ancak ısınmalardan, kaşınmalardan, kızarmalardan vb. ayırabildiğimiz; eşdeyişle birçok kavramla sınıflandırabildiğimiz ölçüde bilebiliriz. Bundan başka üşüyen ne? Üşüyenin kendi bedenimiz olduğunu, kendi bedenimizi başka bedenlerden, hayvanlardan, bitkilerden vb. ayırabildiğimiz; eşdeyişle birçok kavramla sınıflandırabildiğimiz ölçüde bilebiliriz.

Demek ki duyumlarımız ne üşümenin ne de üşüyenin ne olduğunu bize bildirmiyor. Biz bu bilgiyi kavramsal, eşdeyişle ussal olarak öğreniyoruz. Öyleyse gerçek, bireysel olan değil, tümel olandır; eşdeyişle varbulunan değil, varbulunmayandır. Platon, tümel olarak varolduğu (varlık) halde bireysel olarak varbulunmayan (varoluş) bu gerçeğe İdeaadını veriyor. Ne var ki o da, Parmenides’in kırdığı potu yineleyerek, ideaların bir idealar evreninde (eşdeyişle, belli bir yerde) yaşamakta olduklarını ve yükselmiş ruhların gidip onları görebileceklerini ileri sürüyor.

Dahası, özdek adını verdiği bir nesnenin varlığını da kabul ediyor. Aslında Platon bunu kabul etmek zorunda. Çünkü varbulunmayan varlık ideaya uygun olarak bireysel varoluşların meydana gelebilmeleri için, ideanın biçimlendirebileceği biçimsiz bir hammadde bulunması gerek. Metafizikçiler ve idealistler, Platon’un kırdığı bu potları da bağışlamazlar ve onu varlığı varoluşa indirgemekle (Çünkü ideaların, belli bir yerde bulunduklarına ve görülebileceklerine göre, birer varoluş içinde bulunmaları zorunludur), özdeğin de bir tümel olduğunu anlayamamakla suçlarlar. Aşağıda göreceğimiz gibi, metafiziğin ve idealizmin üçüncü büyük düşünürü Aristoteles de aynı potu kıracak.



Aristoteles, tümellerin varoluşları bulunamayacağını ileri sürmekle öğretmeni Platon’a karşı çıkarak metafizikçileri ve idealistleri sevindirir. Aklık, ak çiçekte, ak böcekte, ak taşta vb. vardır. bunların dışında aklık diye bir şey yoktur. Aristoteles’e göre de ancak tümel olan gerçektir, ama gerçek olan tümeller varolmaz; varolanlar, tümel değil, bireysellerdir.

Ne var ki Aristoteles de özdeğin varlığını kabul etmektedir, çünkü o da ünlü biçim’inin (Aristoteles’in biçim’i, Platon’un idea’sıdır) biçimlendirebileceği bir hammadde bulmak zorundadır. Metafizikçiler ve idealistler Aristoteles’in metafiziğin ve idealizmin zararına kırdığı bu potu da bağışlamazlar ve onu, kendi başına bir hiç olan özdeğin ancak tümelle (Aristoteles’in diliyle, biçimle) varlaşabildiğini anlamamakla suçlarlar.

Gerçekte Aristoteles, varoluş’u varlık’a (tümele, biçime) bağımlı saydığı ölçüde özdeğe de bağımlı saymaktadır. Daha açık bir deyişle, Aristoteles’e göre, biçim olmazsa bireysel varoluşlar gerçekleşemez ama özdek de olmazsa bireysel varoluşlar gerçekleşemez. Varlık kavramının antik felsefedeki serüveni kısaca budur.



Metafiziğin ve idealizmin yararına bütün bunlardan çıkan sonuç şudur: Gerçek olan, tümel (varlık) olandır, bireysel olan (varoluş) gerçek değildir (eşdeyişle, ak taş gerçek değildir, aklık gerçektir). Varoluşlar ancak varlığa bağımlı olarak varolabilirler (eşdeyişle, aklık olmasaydı ak taş, ak böcek, ak çiçek vb. da olmazdı).

Buna karşı varlık, hiçbir bağla bağımlı değildir, ancak kendi kendisiyle bağımlıdır (eşdeyişle, aklığın varolabilmesi için ak taş, ak böcek, ak çiçek vb.’larına hiçbir gereksinim yoktur). Gerçek, eşdeyişle tümel, eşdeyişle varlık, düşünsel ve ussaldır; duyularla algılanamaz.

Demek ki, tüm varoluşların kaynağı, kökeni, çıktıkları yer, ancak onunla açıklanabilecekleri ilke ussaldır. Bu ussallığın altını kazıyınca da hemen karşınıza tanrının sevecen yüzü çıkıverir. Demek ki varlık demek, tanrı demektir.



3. Orta Çağ: Ortaçağ, Katolik kilisesinin ezici baskısına karşın, varlık kavramına ilerici katkılarda bulunmuş bir çağdır. Hıristiyan felsefesinin Platoncu patristik dönemiyle Aristotelesçi skolastik dönemi düşünürlerine göre de varlık tümeldir. Ama tümel nedir? Ortaçağ düşünceciliği (idealizmi), tümeller gerçektirler dediği için realizm (gerçekçilik) adıyla anılır.

Ünlü din adamları Anselmus ve Champeaux’lu Guillaume bu anlayışın elebaşılarıdır. Ama bu anlayışın karşısına, Roscelin ve Ockham’lı William’ın temsil ettikleri insan anlağı dikilir: Tümeller addırlar. Bunların tutumuna da bundan ötürü adcılık adı verilir. Ortaçağ gerçekçiliği, Katoliklikten başka bir şey değildir. Ona Katolikliğin felsefesel adı denilebilir. Katolik kilisesi de bir tümeldir. Tümeller gerçek sayılmazsa, onun da gerçekliği kalmaz.

Ortaçağda Katolik kilisesi, onu meydana getiren Katolik bireylerin üstünde ve onlardan bağımsız, tanrılık bir güç olduğu savındadır. Bu güç, ancak bir tümel, bir genel kavram olarak ayakta durabilir. Bundan ötürüdür ki adcılık, Katolik kilisesinin temellerini sarsmaktadır. Gerçekçilerle adcıların bu önemli tartışmalarında Abaelardus araya giriyor ve tümeller kavramdır diyor. Bundan ötürü de onun öğretisine kavramcılık adını veriyorlar.

Gerçekte Abaelardus’un arabuluculuğu Aristotelesçi bir temele dayanmaktadır. Abaelardus, tümel ne nesnelerden önce ne de onlardan sonradır, nesnelerin içindedir diyor. Aristoteles de, Platon’un ayrı bir dünyada özel bir yerleri bulunduğunu söylediği idealara karşı çıkarak, tümeller ancak nesnelerin içinde varolurlar, demişti. Abaelardus da bunu söylüyor ve gene Aristoteles gibi ekliyor: Tümeller, nesnelerin dışında ancak kavram olarak varolabilirler.



Görüldüğü gibi, Abaelardus’un bu savı, el altından adcılığı desteklemektedir.


4. Yeni Çağ: Uyanıştan (rönesanstan) günümüze kadar sürüpgelen yeniçağda varlık kavramı, metafizik ve idealist alanda, antikçağdan gelen temel idealist anlayışı sürdürmüştür. Sadece üç düşünür, kendilerine özgü birer mantık özelliği taşımakla dikkati çekebilirler. Bu düşünürler, Fransız düşünürü Descartes, İngiliz düşünürü Berkeley ve Alman düşünürü Hegel’dir.


Descartes sum quia cogito (Varım, çünkü düşünüyorum) diyor, (N. Descartes, cogito ergo sum, ‘düşünüyorum, öyleyse varım’ da diyor. N.) böylelikle de varlığı bireysel ve öznel düşünceye bağlamış oluyor. Öznel düşüncecilik (sübjektif idealizm) Descartes’la başlar. Descartes’ın bu savı, düşüncecilik alanında birçok usdışı ve bilimdışı saçmalıklara yol açmıştır.


Berkeley de ‘’Varlık algılanmadır’’ demekle bu saçmalıklara yeni bir temel koymaktadır. Dikkat edilirse Berkeley varlık deyimini, koyu metafizikçi ve idealistliğine karşın tüm metafizikçi ve idealistlerin tersine, varoluş anlamında kullanıyor ve onunla özdeği, eşdeyişle fiziksel nesnelerin varlığını dile getiriyor.

Ne var ki amacı, özdeksel varlığın yokluğunu kanıtlamak ve bunun sonucu olarak tanrısal varlığın varlığını kanıtlamaktır. Berkeley, özdeğin varlığı onaylanınca tanrı varlığının olanaksızlaşacağını bilecek kadar akıllıdır. Ama Berkeley, varoluşu varlığa indirgemekle, metafiziğe ve idealizme önemli bir yanılgı daha eklemektedir. Bu yanılgı, günümüz mızmız felsefelerinde dilegelişlerini bulan, ya varlığı varoluştan ya da varoluşu varlıktan üstün tutma gibi yeni ve bir sürü saçmalığa yol açacaktır.



Hegel’e göre varlık, evreni açıklayabilecek olan tek ve ilk ulamdır. Çünkü evrendeki tüm varoluşları teker teker soyutlayın, elinizde sadece varlık kalacaktır. Varlık, tüm varoluşlarda ortak olan tek şeydir ve en yüksek soyutlamadır. Bundan ötürüdür ki varlık tümeldir ve tümel olduğundan ötürü de nesneldir, ama varoluşu yoktur.


Hegel, bu savıyla, nesnel düşünceciliği (objektif idealizmi) doruğuna çıkarmaktadır.


5. Eytişimsel ve tarihsel özdekçilik: Eyitişimsel özdekçilikte dış dünyayı, eşdeyişle özdeği dile getiren varlık kavramı, idealist felsefede ya özdekten önce varolanı, ya özdekten bağımsızca varolanı, ya da bilincin ürünü olarak varolanı dile getirir. (N. İdealist felsefede bunlar birbirlerine karşıt değil, birbirlerini tamamlarlar, birbirlerini dışlamazlar; varlık, özdekten önce vardır, özdekten bağımsızdır ve bilincin ürünü olarak vardır.