Varoluşçuluk Nedir?
İnsanın kendi kendisini var ettiğini ileri süren bir felsefe öğretisi.
Öznel düşünceci, tekbenci bir felsefe akımıdır.
Varoluşçuluk, ben’le varoluş’un ayrılmazlığı düşüncesinden yola çıkar. Bunu yaparken de gizemci bir Hıristiyan düşünürünü temel alır. Gizemci Kiergegaard’a göre insan, tanrı ve ne etse önleyemeyeceği ölümsel hiçlik karşısında tir tir titreyen zavallı bir yalnız yaratıktır. Özellikle tanrıtanımaz varoluşçular, bu varsayımdaki tanrı korkusunu bir yana bırakıp ölüm korkusu’na büyük önem verirler. Ölüm korkusuyla titreyen bu insan ne olduğunu bilmiyor, sadece varolduğunu biliyor. Demek ki ben’le varoluş özdeştir.
Öyleyse bu bensel varoluş sorunu, ölümsel hiçlik karşısında nasıl konulmalıdır? Varoluşçular bu soruya şöyle karşılık verirler: İnsan özünü kendi yaratır, özünü kendi yaratan tek nesne insandır. İnsandan başka her nesnede yapış, varoluştan önce gelir (planlandığı, yapıldığı, oluşturulduğu gibi varolur N.). Önce varolup, sonra kendini yapan sadece insandır. Örneğin masa, bir masa düşüncesine göre varedilir. Neye yarayacağı, nasıl olacağı önceden düşünülerek yapılır, masanın özü varlaşmadan öncedir.
Yalnız insandır ki önce varlaşır, sonra özünü yaratır; nasıl olacağını, neye yarayacağını kendisi çizer. İnsan varolmadan önce tanımlanamaz, çünkü varolmadan önce hiçbir şey değildir. Ancak varolduktan sonra bir şey olacaktır, hem de kendisini nasıl yaparsa öyle olacaktır. Salatalık salatalıklığını, eşek eşekliğini, tebeşir tebeşirliğini kendi yapmaz ama insan insanlığını kendi yapar.
Demek ki bu yapış, keyfe bağlı bir yapıştır. Öyleyse bu keyifsel özgürlük de, ölümün ötesindeki hiçlik karşısında boşuna bir çabalamadan ibarettir (? N.). Ama varoluşçular, böyle demiyorlar elbet. Descartes’ın cogito’sundan yola çıktıklarını söylüyorlar, düşünüyorum, öyleyse varım. Onlara göre bilincin kendiliğinden ulaştığı mutlak gerçek sadece budur. Herhangi bir gerçeğin varolabilmesi içinse ortada mutlak bir gerçeğin bulunması gerekir.
Bu gerçek, insanın, bir aracıya başvurmaksızın kendini anlaması, özünü bilmesi gerçeğidir. İnsan bu gerçekle kendinden başkalarına da varmaktadır. İnsan, kendi gerçeklerine varabilmek için başkalarının içinden geçecektir. Başkaları, insanın hem varolması, hem de kendini bilmesi için gereklidir. Oysa gene de kendini yapan, sadece insanın kendisidir. Başkalarının içinden geçmesi, yaptığını değerlendirmek içindir.
Varoluşçuların bu düşünceleri Descartes’dan yola çıktıkları halde, Descartes’in düşüncesine karşıdır. İlkin, Descartes’ın ben’i, kendini yapan bir ben değil, düşünen bir bendir. Düşünme, bilinç demek olduğuna göre, ben tümüyle bilinçtir, keyfe göre davranmaz. İkinci olarak, Descartes’ın ben’i, bizzat düşünmez, tersine, onda düşünen bir şey vardır, bir bakıma kendi ben’inden ayrı ve bağımsız bir töz vardır; düşünceler, kendisinin değil, bu tözün düşünceleridir.
Varoluşçulara göre ilkin insan vardır. İnsan önce dünyaya gelir, varolur, ondan sonra tanımlanıp belirlenir. Kendini nasıl yaparsa öyledir. İnsan; bir hıyar değildir, bir yosun değildir, geleceğe doğru bir atılıştır, bir gelecek bilincine varıştır, kendini yaşayan bir tasarıdır. İnsan özünü kendi yaratır: Dünyaya atılarak, orada acı çekerek, savaşarak.
İnsan yaşamaya başlamadan önce hayat yoktu, hayata anlam veren yaşayan insandır. Yeryüzünde insana yol gösterecek, kendisinden başka hiçbir şey yoktur. İnsan, kendi kendisini yarattığı için, özgür ve sorumlu olmak zorundadır. Bunaltı, bu sorumluluğu, duymaktır. Ama bu bunaltı, insanı eylemden ayırmaz, tersine, eyleme zorlar...
Varoluşçuluk, görüldüğü gibi, nesnel varlığı insansal varlığa, insansal varlığı kişisel varlığa, kişisel varlığı da kişisel düşünceye indirgemekte ve zorunlu olarak idealizme varmaktadır. Bu idealizm, Alman düşünürü Fichte’ninki gibi öznel bir idealizmdir. Heidegger’e göre ‘’evren, ancak içinde insansal varlık bulunduğu oranda vardır’’ Öyleyse insanın dünya üstünde belirmesinden önce dünya da yoktur.
Kaldı ki bu dünya, varoluşçuluğa göre, insan türünün varlığıyla değil tek tek insanların kişisel düşünceleriyle varlaşmaktadır. Bu sonuç da varoluşçuluğu kaçınılmaz olarak tekbenciliğe ( solipsizm) götürür ve ‘’kendinden başka hiçbir şey yoktur’’ saçmasına vardırır. Nitekim varoluşçuluğa göre evren, insan’a karşıdır, mantıksal olarak anlaşılmazdır ve ölüm gibi fizikötesi bir anlaşılmazlıkla son bulmaktadır. Varoluşçu Jaspers’a göre, ‘’felsefe yapmak, ölmesini öğrenmektir’’.
Varoluşçuluğun sorumluluk duygusu olarak göstermek istediği bunalım, gerçekte bu ölüm korkusunun sonucudur. Bu korkuysa insanı, ancak kişisel çıkarlarının ve yaşamının eylemine itebilir, başkaca hiçbir olumlu toplumsal ya da bilimsel eyleme itemez.
Varoluşçuluk, her bakımdan tipik bir idealist öğretidir. Varoluşçuluğa göre insan, kendisini nasıl yaparsa öyle olur, eş deyişle çiftçi, çiftçi olmak istediği için ya da çiftçice düşündüğü için çiftçi olmuştur. Bilim, bu varsayımın tam tersini tanıtlamaktadır; çiftçi, çitçi olduğu için çiftçice düşünür, çiftçice düşündüğü için çiftçi olmuş değildir.
İnsan, kendisini nasıl isterse öyle yapamaz, karmaşık, dış ve iç koşulların zorunluluğuna bağlıdır. İnsanın özgürlüğü bu zorunluluğun doğrultusunda gerçekleşir. İnsan, özgürlüğünü varoluşçu anlamda kullanmaya kalkarsa toplumla çatışmaya girer (? N.). Nitekim varoluşçular da topluma karşı çıkmakta ve toplumun kişiyi bireyselliğinden yoksun kıldığını ileri sürmektedirler.
Oysa insan, toplumsal bir varlıktır ve toplumdan koparılırsa ölüm korkusuyla titremekten başka yapacağı hiçbir şey kalmaz. Kaldı ki insanı toplumdan ayırarak bir başına ele almak, onu, metafizik anlayışa uygun olarak soyutlamaktır. Varoluşçuluk, hangi bakımdan ele alınırsa alınsın, metafizik alanda boy gösteren bir öğreti olmaktan kaçınamamaktadır.
Varoluşçuluğun ayırıcı niteliği, kişisel tedirginliği, bu tedirginliğin nedenlerini çözümlemeye çalışacağı yerde, topluma karşı çıkmaya yönelterek gidermek istemesidir. Bu istekse, toplumsal bir anarşi doğurarak kişisel tedirginliği büsbütün artırmaktan başka hiçbir sonuç sağlayamaz. |