Yansı Kuramı Nedir?

İmge kuramı olarak da bilinir.

Doğru bilginin, nesnel gerçekliğin insan beynindeki yansıması olduğunu saptayan bilgi kuramı.

Nasıl bilgi edinildiği sorunu felsefenin temel sorunlarından biridir ve felsefesel düşüncenin başlangıcından beri üstünde düşünülmüştür.

Antik Çağ Yunan felsefesinde Demokritos’un açtığı özdekçi yolla Platon’un açtığı düşünceci yolda geliştirilen bu sorun, ancak ve bilimsel olarak (eytişimsel ve tarihsel özdekçi felsefenin N.) yansı kuramı’yla açıklanabilmiştir.

Antik Çağda Demokritos, özdeksel cisimlerin görünmez atomlar biçiminde ‘imge’ler (Eidola) yaydıklarını ve bu imgelerin duyu organlarını etkileyerek bilgi sağladığını ilerisürmüştü. Bu, özdekçi ama çocuksu bir varsayımdı. Antik Çağlı Platon’sa bilginin, ruhun bedene girmeden önceki varoluşunda tanıdığı ruhsal idea’ların bedenli ruhun anımsamasıyla oluştuğunu ilerisürmüştü.

Bu idealist ve bilimdışı bir varsayımdı. Demokritos’un çocuksu özdekçi varsayımı, İngiliz özdekçileri Hobbes, Locke; Fransız özdekçileri Baron d’Holbach, Helvitius, Diderot; Alman özdekçisi Feuerbach tarfından geliştirildi. Ne var ki bütün... bu burjuva özdekçiliği, bilgilenme sürecinde duyumun rolünü saltıklaştırmış ve düşüncenin rolünü yadsımış ve duyumla düşünce arasındaki eytişimsel bağlantıyı keşfedememiştir.

Platon’un idealist ve bilimdışı varsayımı da ortaçağ skolastiğinde özellikle gerçekçiler, yeniçağda Descartes ve Leibniz gibi usçularla aynı idealist ve bilimdışı bir doğrultuda geliştirilmiştir. Bunlar da bilgiyi tümüyle düşüncenin ürünü sayarak bilgilenme sürecinde düşüncenin rolünü saltıklaştırmışlar, duyumun rolünü yadsımışlardır.

Her iki kampın yanılgısı aynı nedene dayanır, bu neden de eytişimsel bilgiden yoksun bulunmaktır. Bu yanılgılı özdekçi ve düşünceci bilgi kuramları ‘yansı kuramı’yla aşılmıştır.

Yansıma ve yansıtma özdeğin bir özelliğidir. Her özdek, karşılıklı etkileşiminde, başka bir özdekte yansır ve başka bir özdeği yansıtır. Yansı, yansıtılan özdeğin etkilenen özdekte iç değişime uğratılarak yeniden üretilmesidir. Bilgi nesnel gerçeğin insan beyninde yansımasıdır. Ne var ki bu yansıma, bir aynanın bir cismi ya da bir kaya parçasının bir güneş ışınını yansıtması gibi yalın bir yansıma değildir.

İki basamaklıdır: 1- Nesnel gerçekliğin algılandığı (ya da deneyle veya hesapla tespit edildiği N.) duyum basamağı, 2- Nesnel gerçekliğin dönüşüme uğratılıp yeniden üretildiği düşünce basamağı. Bilgi bu iki basamaktan geçmekle bilgi olur. Bilginin kaynağı toplumsal (ya da bireysel N.) pratik olduğu gibi amacı da toplumsal pratiktir ve doğru olup olmadığının ölçütü de (özdeksel, nesnel, deneysel ve N.) toplumsal pratiktir. Demek ki bilgi gökten zembille inmez. Toplumsal pratikten yansıyan bilgi, nesnel gerçekliği dönüşüme uğratma ve doğayı insan gereksinimlerine uydurma amacıyla gene toplumsal pratikte kullanılır.

Bilme, usun, tanımakta olduğu nesnel gerçekliğe her adımda biraz daha yaklaşımıdır; bilgisizlikten bilgiye, eksik ve yetersiz (ve yanlış N.) bilgiden daha tam ve daha yeterli (daha doğru N.) bilgiye doğru sonsuzca ilerleyen bir süreçtir.

Duyu organları insanın dış dünyaya açılan kapılarıdır... Ne var ki duyumsal bilgi, nesnel gerçekliğin iç yapısını ve evrim yasalarını bildirmez. Ama duyumsal bilgi olmadan da nesnel gerçekliğin iç yapısının ve evrimsel yasalarının bilgisine ulaşılamaz. Bundan ötürüdür ki duyumsal bilginin tamamlanabilmesi için, duyumlarımızla algıladığımız gereçlerin usumuzda değişime uğratılması gerekir.

Duyumlarımızla algıladığımız gereçler, usumuzda kavramlaşır, kavramlar, ussal bilgilenmenin temel biçimidir. Usumuz duyumlarımızın getirdiği gereçleri ayıklar, eş deyişle soyutlar, çözümleme (analiz) ve bireştirme (sentez) işlemlerinden geçirerek kavramlar kurar. Belirlenmiş kavramlar yargıları, yargılar da uslamlamaları oluşturur.

Kavramların, yargıların, uslamlamaların birliğinden bilginin en yüksek biçimleri olan varsayımlar ve kuramlar meydana gelir. Varsayımların ve kuramların doğru olup olmadıkları, deneylerle, toplumsal pratikle (ve teknoloji üretimiyle N.) denetlenir ve doğrulanır. Bilgilenme süreci, böylelikle, en ilkel duyumlardan en gelişmiş kuramlara uzanır.

Bu süreç tarihsel ve toplumsal (ve diyalektik N.) bir süreçtir bu süreçte insanlar, kendilerinin dışında ve kendilerinden bağımsız olarak varbulunan özdeksel evreni, kuramsal ve kılgısal etkinliklerinin konusu yaparlar ve onu bilim, ideoloji, din, sanat vb. gibi çeşitli toplumsal bilinç biçimlerine dönüştürüp yeniden üretirler, ‘’gözlemden soyut düşünceye ve oradan da pratiğe; işte nesnel gerçekliği bilmenin eytişimsel yolu budur’’. Bu süreçte özdeksel olan düşünsel olana dönüşür; ama düşünsel olan da özdeksel olanla denetlenir ve doğrulanır, özdeksel olana uygulanır.

Bu arada şu gerçeği yineleyelim: Bilim öncesi özdekçiliğin büyük yanılgısı sadece özdeksel olanı, idealizmin büyük yanılgısı sadece düşünsel olanı görmüş olmasıdır. Bilimsel özdekçiliğin büyük başarısı, özdeksel olanla düşünsel olan arasındaki sıkı bağımlılığı meydana çıkarmaktır. Bilgilenme sürecinin duyumsal ve düşünsel iki basamağı da birbiriyle sıkıca bağımlıdırlar; duyumsal bilgide düşünsel öğeler bulunduğu gibi düşünsel bilgide de duyumsal öğeler vardır. İnsanlar algılarken (duyumsarken N.) de düşünürler, eş deyişle algıladıkları nesneyi anlayarak algılarlar. Kabaca örneklersek diyebiliriz ki; ellerle beyin birlikte çalışır.

Duyumsal bilginin olanakları sınırlıdır. Örneğin ışığın saniyede üç yüz bin kilometrelik bir hızla yolaldığını algılayamayız. Ama bu bilgiyi birçok duyumsal deneyler sonucunda düşünce basamağında elde ederiz ve onu kuramsal hesaplarla ortaya koyarak pratikle denetler ve doğrularız. Böylelikle somuttan soyuta yükselen bilgi, hakikatten uzaklaşmaz, tersine hakikate daha da yaklaşır.

Düşüncenin gücü, duyumsal algıların sınırlarını aşabilmesindedir. Ne var ki bu güç, duyumsal algılar olmaksızın asla gerçekleşmez. Düşünsel bilgi bu yüzden, göreli bir bağımsızlık taşır, daha açık bir deyişle, düşünsel bilgi, doğrudan doğruya değil, dolaylı olarak nesnel gerçekliğe bağlıdır. Örneğin doğada aklık yoktur; bizler aklığı ancak ak taş ak kuş, ak çiçek vb. aracılığıyla görebiliriz. İşte düşünsel bilginin bu göreli bağımsızlığıdır ki düşünceciliğe (idealizme) (Tanrı’ya N.)yol açmıştır. Düşünce nesnel gerçekliği yansıtırken daima nesnel gerçeklikten kopmak ve birtakım kuruntular da düşlemek tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Bu tehlike, eşdeyişle idealist yanılgılar, düşünce ürünleri pratiğe vurularak ve pratikle denetlenerek önlenir bilim, düşüncenin sürekli olarak pratikle etkileşimi yoluyla gelişmiştir. Gerçek bilim, ancak ve ancak, kuramsal düşüncenin pratiğe (eş deyişle, nesnel gerçekliğe) vurulmasıyla ilerler. Tüm idealist saçmalıklar, düşünceyle duyum (eşdeyişle, kuramla kılgı, soyutla somut, varsayımla nesnel gerçeklik) arasındaki bağlantının koparılmasından meydana gelmiştir.