Osmanlı’nın, ilmî ve teknolojik gelişiminin durmasında; bu sahadaki gelişmeleri takipte Batıdan geri kalmasının müessir olduğu kısmen doğru olmakla birlikte; büsbütün de gerçeği yansıtmamaktadır. Zirâ, Osmanlı’nın son devirlerinde bile, gücü yettiği nisbette Batıdaki ilmî ve teknolojik icat ve keşifleri izlediği bir tarafa; hatta öncülük dâhi ettiğini gösteren hâdiselere şâhit olmaktayız. Dolayısıyla, bu mevzûda henüz sağlıklı bir yaklaşım sergilediğimiz söylenemez. Osmanlı’nın Batıdaki gelişmelerin neresinde olduğunu anlamak için şu üç misâl önem arzetmektedir: Telgrafı icad eden Amerikalı Samuel Mors, yaptığı aletin değerini önceleri ne anavatanında ne de Avrupa’da anlayacak kimse bulamamıştı. Çaresiz kalan Mors, Osmanlı’nın ilme ve ilim adamına verdiği kıymeti duyarak şansını bir de İstanbul’da denemek istemişti. Nihayet aradığı desteği bulan Mors, cihazın eksik parçalarını tamamladıktan sonra, 1847 yılında saraya telgraf hattı çekmeye muvaffak olacaktır. Bu hizmetten çok memnun kalan Sultan Abdülmecid (1823-1861) Mors’u, elmaslı madalya ve üzerinde kendi imzasının yer aldığı ihtira (patent) belgesiyle taltif ederek; hem ona olan hoşnutluğunu hem de ilme verdiği değeri açıkça gösterecektir.
İkinci misâl, Pastör ve kuduz aşısıyla ilgilidir. Pastör’ün kuduz aşısını keşfedip ilk defa uyguladığında Osmanlı tahtında Sultan II. Abdülhamid bulunuyordu. Kuduz aşısını bulduktan sonra devlet başkanlarına mektup yazan Pastör, kuracağı enstitü için yardım talep etmişti. Meselâ Rus Çarı, sadece 2 metre boyundaki portresiyle birlikte kuru bir tebrik mektubu yollamakla yetinmişti. Sultan Abdülhamid ise, bakteriyoloji alanındaki yeniliklerin yurda getirilmesi ve Pastör Enstitüsü’nün kurulması amacıyla bir heyet oluşturup Fransa’ya göndermişti. Abdülhamid bununla da kalmamış, enstitüye 10 bin altın ve birinci dereceden Mecidiye Nişanı hediye etmişti. Zikredeceğimiz son misâl, Osmanlı’nın ilk denizaltı gemisiyle alâkalıdır. Lale devrinde, III. Ahmed’in şehzâdelerinin sünnet düğününde tertiplenen şenlikler içerisinde en ilgi çekici olanı, Tersane Başmimarı İbrahim Efendi’nin yaptığı denizaltı ve onun mahâretleri idi. Adeta dev bir timsahı andıran denizaltı, sarayın sahiline yanaşarak ağzını açmış ve içinden ellerinde pilav ve zerde taşıyan adamlar çıkarak padişaha yemek ikram etmişlerdi. Aslında bu, denizaltı gemisinin ilk şeklinden başka bir şey değildi. Dünyada denizaltıcılığın başlaması açısından önemli bir yere sahip olan bu gemi, Topkapı Sarayı Müzesi Kitaplığında, Seyyid Ahmed Vehbi’nin “Surnâme-i Vehbi” isimli eserinde, çizimleriyle beraber kayıtlıdır.