Hèloise’den Abèlard’a
Yanıtlamadım mektubunu.
Yapamadım. Öyle perişandım ki...
Perişanlık değil de, utanç içindeydim.
Fark ettim ki , duygularımı açmasaydım sana,
bırakmayacaktın kendini.
Her zaman üstündün benden, hele duygularda...
Istırabının da böyle olacağını düşünmeliydim.
Sana yazmakla, yazmanı istemekle hata ettim.
Kabahatliyim.
Hala da mektubuna yanıt değil bu yazdıklarım.
Mektup denemezdi ki ona,
bir hıçkırıktı. Erkek kadının karşısında ağladığında,
babası, kardeşi, sevgilisi....kim olursa olsun,
çocuğu gibi oluverir kadının gözünde.
Ah! Seni rahatlatmak için ne yapabilirim?
Yüreğimdeki acı kalktı bağrıma çöreklendi.
Utanç içindeyim,
asla yok olmayacağını bildiğim bir utanç.
Beni bağışlamanı dileyemem senden.
Sevdana kuşkunun gölgesi düşer, istemem.
Bir haftadır, yedi gündür, mektubunu yanımda taşıyorum,
her götürdüğüm yerde suçluyor beni,
sanki sensin taşıdığım.
Artık yazmamak gerek diye düşünmüştüm.
Şimdi diyorum ki, gaddarlıktır, aptallıktır bu.
Olan oldu ikimizi de.
Açtığımız gibi iyileştirelim yaralarımızı. Mektup yazalım.
Seni böyle rahatlatırım ancak.
Beni böyle rahatlatırsın ancak.
Elimizde kalan azıcık mutluluğu yitirmeyelim.
Hayatımızı mahvettiler,
ama karışamazlar mektuplarımıza, onlara dokunamazlar.
Satırlarında kocam olduğunu okuyacağım,
karın olarak sesleneceğim sana.
Kağıt üzerinde daha da yakınlaşırız,
daha yumuşak, daha sıcak sesleniriz birbirimize.
Mutluymuş gibi yaşayan,
önce teklifsizleşen, ardından gaddarlaşan, sonunda kayıtsız kalan
inkar etme beni, kendini, ya da bizi.
Yaz bana, gizli düşüncelerini öğreneyim.
Yanında gezdireyim mektuplarını,
onları seni öptüğüm gibi öpeyim.
Kıskanmaya gücün varsa,
tek rakibin, öptüğüm mektupları kıskan.
Özensizce, düşünmeden, çekinmeden yaz bana.
Beynini değil yüreğini dinlemek istiyorum. Kadınca...
Beni sevdiğini duymadan yaşayamam artık.
Aşkın can damarı oldu hayatımın.
Küçücük bir kuş gibiyim.
Havam sensin, es üstüme.
Küçücük bir balık gibiyim.
Suyum sensin, ak üstüme.
Suskunluğun çöl olur bana.
Suskunluğunda boğulurum.
Görevimin başına dönüyorum şimdi.
İçim rahat gidiyorum, sayende.
Buraya sen gönderdin beni.
Bana ‘Ana’ diyorlar.
Senin ana olamam ki.
Karım demelisin bana.
Ben senin karınım
Abèlard’dan Hèloies’e
Pek az insana nasip olmuştur,
Sevdiğimiz gibi sevmek. Pek azına nasip olmuştur...
Istırap içindeysem de müteşekkirim.
Acı içinde olmasam da şükran duyacaktım,
acımın sebebine sarılacaktım.
Ayrılık, sevdanın türbesidir derler.
Derler ki, uzun ayrılıklarda ölür gidermiş sevdanın sıcaklığı.
Madem öyle, neden azalmadı aşkımız, bir nebze bile?
Yokluğun durup dinlenmeden sevdamı hatırlatıyor sadece
Düşünmüştüm ki, seni görmezsem eğer,
Bir anı olursun, canım istedikçe belleğimde canlanan.
O da canım isterse...
Ama ne oldu?
Anılarıma gömdüm kendimi, teslim aldın benliğimi.
Düşünmüştüm ki, oruç tutarım, çok çalışırım,
küçülür gidersin anılarımda.
Oruçlar tuttum, gece gündüz çalıştım, durdum.
Ne fayda! Yalnızca senin gözlerini okuyorum kitaplarımda.
Bu saplantı canımı sıkıyor, itiraf ediyorum.
Sana rastlamadan önce yaptıklarıma döneyim diyorum.
Aristo’yla kavgaya tutuşuyorum.
Öğrencilerle noktanın virgülün tartışmasını yapıyorum.
Şimdi de oturmuş güya St. Paul hakkında yazıyorum.
Hepsi beyhude...Hiçbir yararı yok!.
Ne dualar, ne ağıtlar yardım edebilir, erkeğin kaybettiği erkekliğini geri getirmeye.
Ah! Ruhumun kırılgan kasesi, zavallı bedenim...
Neden ‘İlk Günah’ denen o bağnazlıkla sakatlandı gitti?
Böylesine sadık olup hüznümü artırma.
Gövden yapamaz belki ama,
bari düşüncelerinde ihanet et bana.
Ben artık Abelard değilim ki...
Sen de Heloise olma.
Gücendir beni. Bırak yabancılaşayım.
Tanrım! Nasıl da gıpta ediyorum,
sevgisi bizim gibi olmayanların mutluluğuna.
Nedir şu tutkulu halim benim?
Delikanlı heyecanıyla oturmuş yazıyorum.
İnsanın insana aşkı doruğuna vardığında,
Yanılmıyorum, eminim böyle olduğuna.
Kim yaşamışsa bu yoğun çılgınlık dakikalarını,
kim bu hain girdaba girip çıkmışsa,
dönüp durmuşsa kendi etrafında,
kim kimdir, ne nedir, unutuncaya kadar...
o aşağılık duygu kaplamışsa her yanını,
etleri kasılmışsa ölecek gibi,
gözleri yaşarmışsa heyecandan,
bilsin ki, aşkın hazzıyla kıvranmaktadır.
Yine de tiksiniyorum bedensel aşktan.
Tedavi olmuş değilim henüz.
Aklım reddediyor onu,
yüreğimse bağışlıyor.
Nasıl da uğraştım kendimce sana kara çalmaya...
Aklımdan tüm kusurlarını tekrarladım, durdum.
Yalan söylemiştin, hatırladım.
Bir keresinde epeyce kabaydı davranışın...
Bu da işe yaramadı.
Hatalarında da sen vardın.
Onları hatırlarken erdemlerin geliyordu aklıma,
güzelliğin canlanıyordu gözlerimde.
Daha acısı, boynundaki o minicik beni hatırlıyordum...
Adım filozofa çıkmıştır benim.
Kendi tutkularını dizginleyemeyen şu koca filozofa da bakın!
Sen de çevrenin en akıllı, en iyi yetişmiş kızlarından birisin, değil mi?
Kilisenin demiyorum, dikkat et.
İkimiz de duygularımızın merhametine sığındık işte.
Kafamızı çalıştıramıyoruz,
Paçavraya dönen ruhlarımıza sahip çıkamıyoruz.
Kalan azıcık aklımızı da kullanamıyoruz.
Durup bir soluk almalı mıydık,
O girdaplara dalıp apaçık felakete sürüklenmeden önce?
Bir erkek gibi konuşacağım şimdi; anlamaya çalış beni:
Gözyaşlarını bir yana koy,
Üstüne benimkileri de ekle.
Bütün endişelerimizi, üpertilerimizi kat hepsine.
Kıskançlığı, üzüntüyü hesaplamayı unutma.
Güvensizliği, korkuyu da kat o hesaba.
Şimdi topla bakalım hepsini, ne ediyor?
Aşkın kısacık hazzıyla karşılaştır. Değiyor mu?
Aptallar iflasını isterdi bu hesapla.
Peki biz ne demeye direndik,
elimize asla geçmeyecek bir şeyin hastalıklı bedelini ödemekle?
Sıkıldın, değil mi? Bakkal gibi yaptım hesabı.
Ama gördüğün gibi, öğrenmeye çalışıyorum ben de,
bir zamanlar sana öğrettiklerimi.
Geleceğim eserlerimde yatıyor, sen ise geçmişimsin.
Benim için durum apaçık böyle.
Seni de özgürleştiriyor bu durum. Acı veriyor, değil mi?
Doğum da acı verir.
Yine de...neden rahat edemiyorum ben?
Yeni hayat yok: Hiçlik, ölüm bu!
Bakımsız bir mezarın üstündeki taşlar gibi.
Benim geleceğim yok mu yani?
Yani, ben yazdığım bütün şiirleri, yazdığım her şeyi,
senin tırnağın kadar değersiz mi görüyorum?
Hem şairim, hem filozofum ben; mesele burada.
Filozof dediğin, lafın tek gerçeğinin yine laf olduğunu iyi bilir.
O zaman soruyorum kendime:
Bizimki gibi bir aşkın amacı ne?
İnandığımız gibi, Tanrı’nın bir hikmeti varsa işin içinde,
her şeyi tüketen aşkımızdan öte,
O’na bağlılığımızın sapması da mı bu hesabın içinde?
Nedir bu aşkın amacı?
Seni kendi ruhumun yansıması gibi mi seviyorum?
Seni severek, kendi ruhuma, sonra Tanrı’ya mı ulaşacağım?
Tanrı’nın habercileri miyiz birbirimize?
Dizlerimin üstünde yakarıyorum Tanrı’ya da, sana da.
Utanmadan, lanetlemeden, dua ediyorum:
Seni bana versin, tut elimden, sen götür beni O’na.
İhtiyacım sonsuz sana.
Senden mahrum kalırsam, ruhum da Tanrısız kalacak.
İşte bir elimle özür bıraksam seni, ötekiyle bağlıyorum.
İyi de, nedir ki özgürlük?
Sevdanın zulmü!
Yazmayacağım artık. Artık hiçbir şey bilmiyorum,
ihtiyacımın bu sonsuzluğundan başka.
__________________
|