Dudakları, onu özlemişcesine buruşuyordu yavaş yavaş..
Onunla geçen anları dök avuçlarıma dercesine titreyen ellerini kımıldatamayacak kadar yorgun ve yalnız hissediyordu kendini..
Sanki alev alev püskürüyordu beyninin içine özlemeyi, aşkın en büyük ıssızlığı..
Yakıcıydı..
İçtendi hatta o an..
Fotoğraflarına her baktığında şapka çıkarıyordu güzelliğine..
Çünkü dünyadaki bütün gülleri bile birleştirseler ortaya çıkan güzellik o resimlerde gördüğünü değiştirmeyecekti..
Su dökemezdi ellerine..
Karşıma çıksa da koşa koşa balıklama atlasa kalbime diyordu içinden..
Benliğini yeniden hissetmek için belki de.
Tenine merhem gibi değmesini istiyordu..
Yaralarına iyi gelecekti çünkü.
Düşünüyordu..
Gözleri kapalı ve yıllardır kendisine dost olan karanlığın omuzlarına çöküşünü arkasına alarak..
Gülümsüyordu..
Güzel anıları aklına getirerek..
Biraz sevinç ve biraz hayal kırıklığıydı içindeki.
Ne tarif edilebilecek ne de cümlelere dökünce içindeki derdini biraz olsun hafifletecek bir şeydi bu..
Şizofrenik sancıları, bir yanardağ gibi patlama noktasına yaklaşmıştı sanki.
Kulaklarına onun sesinin gelmesi, habercisiydi büyük yangının..
Susmanın herşeye çözüm olduğunu düşünürdü eskiden.
Oysa şimdi öyle mi?
Yıllardır tek kelime bile konuşmamak ne geçirmişti ki eline..
Söyleyeyim..
Bomboş bir hayat ve ağzına kadar izmarit dolu ve külleri dışarıya taşmış dolu dolu kültablaları..
Penceresinin önünde solmuş çiçekler..
Günlerce yağmur yağsa bile onunla el ele gezemeyeceğini gerçekliğini doğuran hayal kırııklıkları..
Hayat hep böyle midir?
Yalnızlığa mahkum mu eder insanı?
Sökülür mü hep alın teriyle nakış nakış işlediğin örtüler?
Gözkapakların bile engelleyemez mi en kötü şeyleri görmeni?
Kara bulutlar bu zaman dek karşına hiç çıkmamışken, o gittiğinden beri üzerinden eksilmezler?
Ya da şanssızlık mı diyorlar buna?
Sorular..
Sorular...
Ve sorularla geçecek koskoca ve bomboş bir ömür..
İçten konuşmaları başlıyordu yavaşça..
Ama içinde değil onsuz geçen günlere ayırdığı defterine dökecekti her kelimeyi..
Bir giriş yaptı önce.
Şöyle diyordu.
“Afiyetle yemenin sonunda kalan kırıntılar mıydı hüzün?
Ya da en sevdiğin yemeği boğazını yakacak şekilde tuzlu yapman mı?
Cebindeki son paranı kaybetmen mi?
Veyahut umudunun kırılacağını bile bile kurduğun o eşsiz hayaller mi?
Nedir söyler misin?
Aklım almıyor bence.
Bazı şeyleri düşünmemelisin derler hep. Ama ben inadına dibine kadar inerim.
Ruhsal bozukluklar yaşarım evet doğru!
Kendime gelişlerim yeniden doğuşlarım olmayacak mı hiç bir zaman?
Hep mi kader yüzüme tükürecek?
Ve bende hep gıkımı çıkarmadan silecek miyim?
Haksızlıklara tepkisiz kalmamışken hiç bir zaman, sesimi çıkarmadan sensizliği mi dinleyeceğim?
Yo.
Kabullenemem bunu.
Hep aynı şeyi tekrarlıyorum ama nafile.
Silkelenmeliyim ve kendime yeni beyaz sayfalar açmalıyım..
Ümitlerimi sandıklara kitlemek yerine, peşinden koşmalıyım.
Ama her işe bismillah der gibi sen gereksin biliyor musun?
Resetleyemiyorum aklımı..
Herşeyde biraz sen varsın.
Biraz değil pardon çok.
Çok değil pardon bayağı fazla.
Tamam itiraf ediyorum herşeyim sensin.
..
Şimdi sensiz kalmış beyin hücrelerim, iflas eşiğindeki bedenime emredemiyor.
Ve ben bu durumdan çok rahatsızım.” dedi içinden.
Kendine hakim olamamalarıda bu yüzdendi.
Elindeki kesici aletler nefes alışına tehdit ediyordu..
Onsuzluğu rüyalarına sokan şeyde tam olarak bu!
Boş..
Ve anlamsız.
Sonu mutsuz biten her masal gibi yani.
Çocukluğunda o’na böyle şeyler öğretilmemişti çünkü.
Kaybolan yılları getiren bir formül söylesene O'na.
İçinde SEN olanını tabi..
..
Bir sayfa daha eksiltmişti defterinden.
Sonra düşündü.
Onun bile sonu gelecekken yalnızlık anormal bir şey olamaz elbette..
Aşk bu kadar garip işte.
Dudaklarım burkuluyor, çenem titriyor, gözlerim kısılıyor.
Ama ağlamayacağım.