ÇELİŞKİ-1İran İslam devrimine çok sevindiğini söylemişti sevgili dostumuz. Ve sonrasında şunu eklemişti; “ben orada yaşamak ister miydim? Hayır”
Beni çarpan bir ifadeydi bu.
Hayatımız boyunca bir idealin peşinde koşup, o idealin aslında sadece bir hayal olduğunu görmek gibi bir şey.
İslamcı olarak tanımlarken kendimi ben de orada yaşamak istemezdim.
Ortadoğu kültürü bu kadar yabancı gelirken bana, kendimi hala nasıl İslamcı olarak görüyorum?
Yaşamak istediğim hayat modern bir yaşam ama ben İslamcıyım diyorum, bu mümkün mü?
Bunun mümkün olmadığı söylendi hep, hatta İslamcılığın modern hayatın karşısında olan bir yaşama biçimi olduğu anlatıldı büyüklerimizden. Onların anlattıklarına bakılırsa ben çoktan daire dışına çıkmışım zaten.
Bir insan, içinde yaşamak istemediği bir şeyi neden ülküsü olarak görür.
Sonra kendime onu sordum. Ben de İran da yaşamak istemem ama ben de çok sevinmiştim oradaki devrime, alkış tutmuştum.
Peki, nasıl oluyor bu?
Olmasını istediğin bir şey, aslında olmasını istediğin şey değilse, neden onu istiyorsun?
İstemek zorunda mı kalıyorsun?
Gerçekten doğru olduğuna inandığın için değil de; bir toplumda, bir cemaatte kendini var kılmak için, yalnız kalmamak için, sevilip sayılmak için, kendine değer verebilmek, kendini sevebilmek, kendine güvenebilmek için kendini bile inandırmaya çalıştığın bir sahtekârlık mı yaşadığın?
Arkadaşım İslamcı, başı açık, tişört, jean giyiyor.
Nasıl oluyor bu?
İnkâr edilen hangisi?
İnkâr ettiğimiz hangisi?
Yaşantısında düşüncelerini mi inkâr ediyor yoksa düşüncelerinde kendisini mi?
Yaşantımızda düşüncelerimizi mi yoksa düşüncelerimizde kendimizi mi yalanlıyoruz?
Gerçek olan hangisi?
Yaşadığımız mı yoksa inandığımız mı?
İnandığımız gibi yaşamadığız, yaşayamadığız ortada!
Peki, yaşadığımız gibi inanmayı neden beceremiyoruz.
Neden kendimizi suçlu hissediyoruz?
İslamcıyım ama İslamcılık demek; Ortadoğu kültüründe yaşamak, İran gibi ya da orta doğudaki herhangi bir kültürde yaşamaksa ben oraya ait hissetmiyorum kendimi.
Yaşamak istediğim hayat; şu halim, modern bir yaşam yani.
İçinde olmak istediğim kültür bu ama ben İslamcıyım.
İkisi bir arada oluyor mu bunların?
Başı açık, tişört, jean giyerek İslamcı oluyor mu?
Yoksa günahkâr bir Müslüman mıdır ortada görünen?
Avrupai bir yaşantıyı seven biri, kendine İslamcı diyorsa; bu, çelişkinin mi ifadesidir?
Tüm bunları anlamak için düşünmek, derinleşmek gerek.
Anladıkça çözer insan.
Ve sonrasında yalnızlık gelir.
Esat Pınarbaşı’nın dediği gibi;
“insanın düşünsel derinliği arttıkça yavaş yavaş yaşadığı toplumla arası açılıyor, anlaşılmaz oluyor, kendini yalnız hissediyor...”
ÇELİŞKİ-2
Hani başka bir dinden Müslümanlığa geçiş yapan ünlü insanlar vardır ya da içimizde meşhur olan ama dindar olmayan insanlar vardır da sonra birden bire keskin bir dönüşle İslam’a “duhul” ederler.
Bütün camia bağrına basar onu.
“aaa bak, adamı görüyor musun o bile Müslüman olmuş!” derler.
Ama hemen onun öncesinde aynı camia ona küfrediyordur.
Yaşantısına, düşüncelerine, hayatına küfrediyordur.
Ama kendi yanına gelince “o bile” kelimesiyle yüceltir, yukarılara çıkarır onu.
Eski komünistlerin İslamcı olmaları bu neviden şeylerdir.
Müslüman camia içinde büyük itibar görürler ve ben bir türlü anlamam bunu.
Eğer geldikleri yer kötü, iğrenç bir yerse “adam kurtuldu pislikten” deyip işine bakması ve olayı herhangi bir olay gibi görmesi gerekirken, bunu ballandıra ballandıra anlatmak neyin göstergesi?
Müslüman olmuş Hıristiyanları gazetelerin ön sayfalarında, TV’lerde haber yapıp büyütmek neyin göstergesi?
Bu davranışlarla büyültülen kim?
İslam mı yüceltiliyor bu şekilde yoksa Müslümanların kendi kimliklerine olan kompleksleri mi ayyuka çıkıyor?
Müslümanlar kendi kimliklerinin onaylanmasına neden ihtiyaç hissediyorlar?
Kendilerini neden eksik hissediyorlar?
Gerçekten eksikler de bunu görmeye yanaşmadıkları için mi onaylanma ihtiyacı içindeler.
İçinde yaşadıkları kültürü aslında değersiz gördükleri halde;
İçinden çıkamadıkları için,
Yalnız kalmayı göze alamadıkları için,
Dışlanmayı göze alamadıkları için,
Bir şekilde varlıklarını sürdürmek için; o topluma, o camiaya ihtiyaç hissettikleri için mi kabullenmek zorunda kalıyorlar o düşünceyi, inancı?
Bilinçaltı bir münafıklık mıdır yaşanan, kişinin kendisinden bile sakladığı?
Küfrettikleri yaşamlara özentileri mi var alttan alttan.
Bunu mu dillendirmekten korkuyorlar?
Eğer böyleyse durum bu, inandıkların şeylere aslında inanmadıklarını, “sokma” akılla ortada dolaştıklarını göstermez mi Müslüman camianın?
Ortada bir çelişki var mı?
Ortada bir tuhaflık var, bu açıkça kendini gösteriyor.
Bunu nereden bakarak okumak gerek bilmiyorum ama bu yaraya neşter atılmadan yaşadığımız toplumun huzur bulması da zor görünüyor.
Yaşadığı gibi inanmayan ya da inandığı gibi yaşamayan bir kişilik sahtekârlığa kapı açar. O zaman Müslüman olduğunuz halde; yalan söyleyen, dedi kodu eden, üçkâğıtçılık yapan, her türlü gayri meşru ilişkiye bir şekilde dini kılıf geçirip yaşantısını devam ettiren din mutantına dönüşürsünüz.
Garip bir ucubedir ortaya çıkan ki bizim yaşantımız tam da budur aslında.
Elde cep telefonu “Modernizm’e karşıyız kardeşim” demek saçmalığıdır görünen.
Gerçekten inanmadığımız bir şeyi nasıl, savunuyoruz?
Neden savunmak zorunda kalıyoruz?
Neden kendi düşüncelerimizi açıkça üretemiyor, onları savunamıyoruz?
Ya heveslerimizi yanlış buluyoruz ama nefislerimizden vazgeçemeyen günahkârlarız.
Ya da atalarının düşüncelerine karşı çıkmayı, eskiyi yeniden üretmeyi beceremeyen, kişiliği oluşmamış çocuklarız.
Çocuk kişilikleriz yani.
Çocuklar da kendi doğrularını oluştururlarken her isyanda yoğun suçluluk duygularıyla karşılaşırlar çünkü.
Mesele yaptığı şeyin doğruluğu ya da yanlışlığı değildir, mesele ataya karşı çıkıştır.
Her karşı çıkış yalnızlığı, kendine güvenmenin zorunluluğunu getirir.
Atayı kaybedebilmek, onsuz yaşamayı göze alabilmek riskini getirir.
Bu yüzden kendi inandığı şeyi söyleyebilmesi, yaşayabilmesi kolay değildir kişinin.
Yine bu nedenle bu çelişkileri, yaşantıları yaşarız kendi içimizde.
Aslında yaşantımızı bir şekilde kendi iç dünyamızda oturtmuşuzdur ama bunu çevreye anlatamayacağımız ya da yargılanacağımız için vazgeçemeyiz geçmişten.
İnanmadığımız halde konuşuruz.
Aslında asıl inandığımız şey, yaşadığımız şeydir.
Gerçek, zihnimizde tutmaya çalıştığımız şey değil, bizzat yaşadığımız ya da yaşamayı doğru bulduğumuz şeydir.
Buradan bakınca,
Ortada aslında bir çelişki yok!
“Yaşadığının doğruluğuna inanmaktan korkan kişiliğin tezahürüdür çelişki gibi görünen!”
Yani korkudur, kaygıdır aslında gerçekte yaşanan, çelişki değil!
Yaşadığı gibi inanmaya korkuyordur kişi!