Biz Yogacılar ve spiritüel camiadakilerden en az bir kere 'farkındalık' kelimesini duymuşsunuzdur. Farkında olmak, fark etmek gibi kelime türevleriyle beraber hemen hemen tüm kişisel gelişim kitaplarında da bolca bulunur. Bir söz olan "farkında olmak" hayatımızın her yerindedir ve fakat bu durum farkındalığın ciddi bir bela olduğu gerçeğini değiştirmez. Şöyle ki;
Diyelim ki sevgilinizle, mumlarla süslenmiş olağanüstü bir masada yemektesiniz, şahane bir İtalyan şarabı eşliğinde arkada çalan hoş bir müzikle lezzetli yemekler, neşelisiniz, her şey yolunda. Tam o esnada, yani sizin tam ne kadar mutlu olduğunuzu düşündüğünüz esnada, kısacık eteği güzel bacaklarına çok yakışmış olan bir bayan yanınızdan geçiyor ve bir refleks olarak sevgilinizin gözünün o hoşluğa doğru kaydığını "fark ediyorsunuz". Şimdi bu farkındalık bela değil de ne? Üstelik kaydığını fark etmekle kalmayıp, kaymamış gibi davranmaya çalıştığını da fark ediyorsunuz, ardından sizi ne kadar çok sevdiğini söylemesinin buna bağlı olabileceğini bu farkındalığın verdiği güçle düşünüveriyorsunuz. Sonra bundan rahatsız olduğunuzu, rahatsızlığın derininde yatan esas nedenlerinizi, bu nedenlerin hayatınızın hangi döneminizde ve neyi yaşadıktan sonra ortaya çıktığını, onlara karşı gösterdiğiniz tavrı, o tavrın sonuçlarını, o sonuçların yarattığı duyguyu... Böylece devam eden kocaman bir yumağın içinde buluveriyorsunuz kendinizi.
Yaşam biçimine dönüşen bu irdeleme ve 'fark etme' hali çok katmanlı bir 'Inception' filmini andırmıyor mu? Çünkü riskleri epey büyük aslında. Uyanamayabilirsiniz ya da yanlış yerde uyanabilirsiniz -ki bence daha kötü-. Yani mazallah sorulardan birisini yanlış yanıtlarsanız olay bambaşka bir surete bürünmez mi? Rahatsızlığın derininde yatan nedene diyelim ki kendine güvensizlik dediniz. Ya esas neden ya sandığınız gibi özgüven eksikliği değil de paylaşamamak yani bencil olmasa? O da değil de ya karşındakine güvensizlikse? Eyvah ki ne eyvah. Arap saçına bakın işte o zaman. Birilerine doğrulatma, akıl danışma şansınız da yok ki maalesef. Dinleyecek kişi, tüm anılarınıza da sahip olmalı yoksa gerçekten nasıl anlayabilir ki? Yani düşünsenize bir yargıyı ya da duyguyu açığa çıkartan süreç, tüm hayatınızı kapsıyorken, siz o nedeni anlayabilmek için tüm hayatınıza ait dosyaları tarayıp, süzgeçten geçirip, anlamaya çalışıp, bir noktaya varmaya çalışıyorken kimin vereceği akla güvenebilirsiniz ki? Psikologlara mı? Hiç birisinin o kadar zamanı olduğunu sanmıyorum :) Bu psikolog işe yaramaz demek değil, tam tersine danışmanın faydası büyük sadece şu an tam anlamıyla ama tam anlamıyla saf mutlaklığı konuşuyoruz. Anlatsanız bile sizin de arada hatırlamadığınız ve bir yara bırakan başka bir sürü yaşanmışlığı da olabilir. Siz bile o nedene karar verirken aslında her bilgiye sahip değilsiniz.
Peki nasıl anlayacağız neyin doğru olduğunu? Gözü kaydığı halde kaymamış gibi yapan adamdan duyduğun rahatsızlık mı gerçek olan yoksa o rahatsızlığın temelinde yatan neden mi? Şimdi şu anda bunları yazarken bana bu soruları sorduran farkındalık bela değil mi? Peki ya insanların kendilerini kandırdıklarını, kendilerine yalan söylediklerini görmek? Daha kötüsü, ağaçlar için sokağa dökülen insanların canına kasteden cahilliği görmek? Küçücük bir çocuk kayıpken arkasında siyasi senaryolar arayan, oh olsun diyen insanların kalpsizliğini görebilmek? İşte bu farkındalık denilen hal, bu anlarda içinden çıkılmaz büyük bela.
Bizim camiada yine hepimizin ağzına sakız olmuş, şu an bu arap saçını çözmemize yardımcı olabilecek tek bir terim biliyorum ben. O kurtarıcı terim "anı yaşamak". Ve onun sayesinde gerçek doğruya ulaşmak kolaylaşabilir. Anın içinde ise iki sorumuz var. Birincisi "İstiyor musun?" O an orada o adamla olmayı gerçekten istiyor musun? Cevap hayırsa masadan kalk git ama evetse yola devam, diğer soru "'Hazır mısın?" İçinde olduğun durum, yarattığı karmaşık duygular, rahatsızlıklar, tüm bu kafa karışıklığına ve negatif de olsa, o duygudan öğreneceklerine bakmaya hazır mısın? O karşına çıkacak nedenle hoşuna gitmese de samimiyetle kalabilir misin? Çünkü eğer hazırsan, sonraki adımı planlamadan, düşünmeden yaşaman gerekir ki, bu da beklentilerinin çok dışında sonuçlarla karşılaşabileceğin anlamına da gelir. Hayal kırıklığına uğrama ihtimalini göze almaya hazır mısın? Ve hatta daha güzeli ve belki bir aşama daha sonrası, hayal kırıklığına uğrama ihtimalini bile düşünmeden akışın ve hislerinin sana söylediğini yapmaya var mısın? Ki farkındalık işte tam bu noktada bir bela değil bir nimet olarak hayatımızda varlığını sürdürebilir. Çünkü çoğumuz bazen kendimiz ya da hayat hakkında bir şeyleri fark edip, sonra onları değiştirmeye çabalarken anı kaçırıyoruz ve akabinde kendimize sınırlamalar, kurallar koymaya başlıyoruz. Bir süre öncesine kadar bende de böyleydi oradan biliyorum. Tüm bu fark etme süreci bizi özgürleştirmeliyken durum tam tersine dönebiliyor ve işte o zamanlarda, kendi aklımızla kendimizi tutsak edebiliyoruz. Mutlu olduğun her an doğru andır. Gerisi beklentilerin, doğru ve yanlış diye ayırdığın klasörlerin, önceden edindiklerin, olasılıkların yani henüz olmamış olan ve sen böyle kısıtladıkça olamayacak olanların toplamıdır. Bu toplamın adı da zihindir. Mutlu olmaya kurulmuş zihin, mutlu olamaz çünkü hep bir şeylerin peşinden koşar. Ancak mutsuz olduğun her anın da doğru an olduğunu keşfedebildiğinde akıştasındır. Akış tek gerçekliğindir, akış hayattır, akandır. Niyeti, mutlu olmaya değil de, anı yaşamaya yönelttiğimde, her anından tat aldığım bir hale dönüştü hayatım. Aldığın her nefes, yeni bir nefes ve onun güzelliğini, lezzetini "fark edebildiğin"de mutluluk kendiğilinden bir sonuç oluveriyor.
Nasıl fark ettiğimizi de fark ettiğimize göre, yazının sonuna geldik belli ki… :)
Farkındalık belasının hediyeye dönüştüğü, çabasız hatıralarımız ve o hatıraları da gölgelemeyen akıllarımız olsun.