HAKKINDA YAZILANLAR
Şiir silah olunca... Abdullah bin Revâha
İrfan Özfatura
Türkiye 16 Şubat 2004
Fahr-i âlem’in İslâmı tebliğ ettiği yıllarda yörenin bütün gençleri şiir yazar. Ama Abdullah çok farklıdır, Hicaz gibi şair kaynayan bir diyarda öne çıkar, unutulmaz beytlere imza atar. Her edip gibi o da söylenmeyen sözleri söylemeye, yazılmayan mısraları yazmaya bakar, taaa ki... Ta ki Kur’an-ı kerimle tanışıncaya kadar.
Hani altının kıymetini sarraf bilir derler ya, ayet-i kerimeleri görünce şairliğinden utanır, karalamalarını yırtar atar. Şimdi yapılacak tek şey vardır, Allah’ın Resulünü bulmak ve ona teslim olmak.
Abdullah bin Revâha ve arkadaşları “İkinci Akabe Biatı”nda Server-i Kâinat ile buluşma şerefine nail olurlar.
Efendimiz onları nezaketle İslâm’a davet eder ve “Allahü teâlâ’dan başka ilâh olmadığına ve benim Allah’ın Resûlü olduğuma şehadet etmeli, namazınızı kılacağınıza, zekat ve sadaka vereceğinize, neşeli ve neşesiz zamanlarınızda sözlerimi dinleyeceğinize, emirlerime boyun eğeceğinize, darlıkta ve varlıkta muhtaçlara yardımcı olacağınıza, kimsenin kınamasından korkmaksızın Allah için hakkı söyleyeceğinize, iyiliği emredip kötülüklerden sakındıracağınıza söz vermelisiniz” buyururlar.
Sadık sahabe
Medineliler sorarlar “Ya Resulallah bunları yapanlara ne var?”
-Allahü teâlâ’nın rızası ve Cennet var!
Onlar da iman ve biat eder, ikisine birden kavuşurlar.
Efendimiz (Sallallahü aleyhi ve sellem) Hicreti müteakiben Muhacirlerle, Ensarı kaynaştırmaya çalışır, Revâha’nın oğlunu da Mikdâd bin Esved ile kardeş yaparlar.
Her sahabe gibi Hazret-i Abdullah da Server-i âlem’e ölümüne sadıktır. Bir keresinde mescide yaklaşmıştır ki Efendimiz cemaate “oturunuz!” buyururlar. Hazret-i Abdullah yol ortasında olmasına rağmen derhal diz çöker, hutbe bitinceye kadar kıpırdamaz. Efendimiz çok hislenir “Hak teâlâ, Allah’a ve Resulüne itaatte hırsını artırsın” buyururlar.
Oktan tesirli
O günlerde Yahudilerin başına geçen Esir bin Zürâm’a huzur batar, olmadık bahanelerle fitne kaynatır, kan dökmek için fırsat arar. Yetmez Gatfan Aşiretini de ayağa kaldırır çirkin hesaplar yapar. Abdullah bin Revâha 30 arkadaşı ile yanlarına gider ve Züram’a yaptıklarının hoş olmadığını anlatır. Onu “sükunetin tesisine” ikna eder, hatta anlaşma için Medine’ye çağırır. Züram da yanına 30 adam alarak onlara katılır. Ancak bir konak bile gitmeden cayar, geri dönmeye kalkar. Gerginlik alevlenir, Yahudiler ellerini kılıçlarına atarlar. Bu coğrafyada eller kabzaya gitti mi dönüş olmaz. Sayıları eşittir ama mücahidler tek fire vermeden Yahudi silahşörleri kırarlar. Bu fitnenin susması ile müminler çok rahatlar.
Server-i Kâinat, Hudeybiye Anlaşmasının ardından umre yapmayı arzularlar. Mekke’ye girdiklerinde şirin Kusva’nın (develerinin) yularını Abdullah bin Revâha tutar. Bir yandan yol açar, bir yandan da emsalsiz beyitlerle müşriklere çağrı yapar. Haddi zatında sahabeler Resulallah’ın yanında seslerini yükseltmez, hele hele Harem-i şerifte çıt çıkartmazlar. Hazret-i Ömer bir kaş göz hareketiyle bunları hatırlatırsa da, Efendimiz “Mani olma Ya Ömer” buyururlar: “Allahü teâlâ’ya yemin ederim ki onun sözleri müşriklere ok yağdırmaktan daha çok tesir eder. Ey Revâha’nın oğlu sen bildiğin gibi yap!”
Vakit gelince
Hicretin 8 yılında Busra Emiri, Resulullah’ın mektubunu taşıyan elçiyi katleder ve durduk yerde Müslümanlara savaş açar. Efendimiz 3 bin kişilik bir ordu hazırlar, başına Zeyd bin Harise’yi atarlar. Resûl-i Ekrem “Zeyd bin Harise şehid olursa yerine Cafer bin Ebî Talib geçsin, o şehid olursa yerine Abdullah bin Revâha geçsin o da şehid olursa kumandan olarak aranızdan münasip birini seçin” buyururlar ki adı geçen mücahidlerin şehid olacakları bellidir.
Allah’ın Habibi bu orduyu “Vedâ yokuşu”na kadar uğurlar, Hazret-i Abdullah’a dönüp “Sen yarın Allah’a pek az secde edilen bir diyara varacaksın” buyururlar “orada namazları çoğalt!”
-Ya Resulallah bir nasihat daha...
-Daima Allahü teâlâ’yı zikret, zira zikr umduğuna ermende yardımcı olur.
-Başüstüne ey Allah’ın Resûlü.
-Haydi şimdi Allah’ın ismi ile gazâ edin, Allah düşmanlarıyla çarpışın. Nasranilerin kiliselerinde halktan ayrılmış kendilerini ibâdete vermiş birtakım kimseler bulacaksınız, sakın onlara dokunmayın. Ne bir kadın, ne süt emen bir çocuk, ne de bir pir-i fani ağlasın. Ne bir ağaç yakın, ne de bir ev yıkın. Sadece şeytanların yuvalandığı başları koparın!”
Abdullah bin Revâha, Efendimizi bir daha dünya gözüyle göremeyeceğinin farkındadır, hasret şimdiden dayanılmaz olur, ayrılık acısı yüreğini dağlar. Hüzünlü bir sesle: “Eyvah! Arkada kaldı Allah’ın sevgilisi / Eyvah! Uzakta kaldı dostların hayırlısı” diye mırıldanırlar.
Yola çıktıklarında Abdullah çok ağlar. Sebebini soran arkadaşına “Kur’an-ı kerim’de buyuruldu ki” der “Muhakkak biliniz ki içinizden / kimse yoktur ki geçmesin cehennemden / Şimdi o cehenneme nasıl dayanırım ben? / Mağfiret diliyorum Rahman olan Rabbimden / Vücudum al kanlara boyansın darbelerden / Naaşımı görenler desinler ‘bu ne saadet’ / Abdullah mı? Şehit olmuş nihayet!
(Not: Bu şiirlerin Arapçaları fevkalade sanatlı ve kulak okşayıcıdır. Tercümesine bakıp aldanmayın.)