Hiç uyumamış sabaha kadar beşik sallamışçasına yorgun uyandım bu sabah. Her yanımda bir bitkinlik kırgınlık ağzımda acı bir tat yüzüm en az yatağın üzerinde toplanmış nevresim kadar buruşuk ve yastık kadar sert. Dinlenmek için yatağın kenarına oturan biri gibiyim. Uyku denilirse adına bölük pörçük uyuyabildim. Onca ağır yükü halen omuzlarımdan atamamış olmanın sıkıntısıyla kendime gelmeye çalışıyordum. Bir anda havlayan bir köpeğin sesi ile irkildim yatağın kenarında. Komodinin üzerinde duran gözlüğümü takıp cep telefonumun saatini görmeye çalıştım uykuya direnen göz kapaklarımı zoraki açarak. Altımıydı yoksa dokuz mu? Sanmam geç olduğunu vaktin çoktandır hiç bu kadar demli bir yalnızlık yaşamamıştım. Üzerimdeki ağır yükü zehir zıkkım acılardan kısa sürede üzerimden atmanın o kadar da kolay olamayacağını düşünerek kalktım yerimden.

Evin içinde bir ses aramaktaydım kendimden başka kimsenin olmadığını bile bile. Bir soluk şayabileceğim kadar bir nefes arıyordum kendime. İçimden “hayır” dese de bir ses birini aramam gerektiğini düşünüyordum.

Aradığı ses henüz uyanmamıştı. Benim dışımdaki dünya yoksa uykusuz bir geceyi sabahın son birkaç saatine mi sığdırmaya çalışıyordu? O güçlü ses uykusundan halen uyanamamıştı.

Ağırlaşan yorgun bedenimle banyoya doğru ağirttim. Suyun canlılık ve ferahlatacağından emindim. Saçlarımı ıslak ellerimle düzelttim. İçimdeki yorgun acıların dışımda görünmez bir hal alışı sevindirdi beni.


Güzel dedim içim dışıma yansımamış yoksa ayna mı yalan söylemekte? diye söylendim öylesine. İyi olduğumu ve düzelmeye başladığımı ayrımsadım. Savaş biteli aylar olmuştu ama halen kendime gelememiştim. İçimdeki savaşla anlaşma yapmıştım geçen sene ateşkes belki de belki de boş vermişlik. Kendimi mağrur onurlu ve güzel buluyordum aynanın karşısında. Ukalalık etmiyorum gerçek bu oysa yolun yarısını çoktan geçmiştim. Acılara yaaşadığım strese mi borçluyum bedenimin gençliğini yoksa umut dolu bir ruha mı? anlayamadım gitti kafamdaki kendi hakkımda yarattığım bu ikircikli duruma.


Radyonun düğmesine dokundum. Geceden suyunu koyup ocağa koyduğum çaydanlığın altını yaktım. Bir de karpuz bir iki dilim peynirle. “Nazlı yar gitti elimden” çalıyor emektar radyomda. Türkü bitince fark ettim mırıldandığımı. Kimdi nazlı yar? Anlayamadım gitti kimin nazlı olduğunu. Ben mi? ne nazı? Kime naz edecektim? Kim çekerdi kimin nazını bu hayatta? Hele ben de bu şu varken!


Açtım gardırobumu serseriler gibi kimin hakkımda ne diyeceğine aldırmadan giyinmek istedim ama hayır dedim. Sonra “hayır” ve “evetleri” çıkardım belleğimden. Üzerinde yaprakları olan güllü dallı dizimi iki parmak örten eteğimi giyindim üzerine de siyah kolsuz bir gömlek göbeğime kadar uzanan siyaha çalan küçük irilikte inci kolyemin ucunu düğümleyerek taktım boynuma. Birde kulağımın deliğini kapayacak büyüklükte inci küpeler saçlarım dümdüzdü. Salıverdim özgürce olmadı dedim toplayayım bu sıcakta saçlarımı; halka şeklindeki lastikli kareli kumaştan dikilmiş bağla toparladım taramadan. Bazen dağınıklıkta da fayda var diye düşündüm. Yüzümü daha ortaya çıkardım dinginrahat görünmem beni mutlu ediyordu. Kapının önüne salıverdim kendimi koşar adımlarlarımla. Sahi yıllardır en iyi dostlarım neydi? Emektar modası geçmiş arabam ve çevirdiğimde ses verebilecek bir cep telefonum. En büyük sırlarımı paylaştığım iki dosttum. Dost/teknoloji ne kadar iki dost olabilirse işte öyle bir dostluktu benimkide. Göz yaşlarım az süzülmedi yanaklarımdan arabamın direksiyonunu bir alana kıvırdığım yaşamımda. Tozlu tepelerde ıslattığım dikiz aynasından kendime baktığımda göz yaşlarımı bana nasıl da yakıştığına bakar şaşırırdım. Bunlar geçmişimin arabamla bana kazandırdığı en büyük dostluktu. Cam sileceklerini çalıştırarak haykırarak ağlamak güzeldi camları kapadığım kış akşamlarında.


Beyaza boyatılmış demir parmaklıklı işyerimin giriş kapısını kullanmayalı neredeyse aylar olacaktı. Savaş bitmiş hasara uğramış olan ön kapıdan girmek imkansızlaşmıştı. Arka kapıdan yeşil çiçekli terasımdan ayaklarım beni ofisime taşımıştı adım adım.


Sekreterim Canan:
“Günaydın Nasılsınız?” diye içten gülüyordu her zamanki güleç yüzü ile. Cumartesinin keyfini geç gelerek tatmak istedim. Oysa her gün sabah sekizde işime damlayan ben o gün ağırdan almıştım günü. Yöneticiliğin keyfi mi dersiniz? Kahverengi masamın rengine uysun diye üzerine rahibe işli beyaz bir örtü yaymıştım. Lekesiz örtülü masamın üzerinde ona bakmamı ısrarla tavsiye eden elli santimetre çapında bir ekmek selesi içine tanzim edilmiş zıt renklerin donattığı bir sepet kurutulmuş çiçek. Boyanmış buğday başakları iki farklı tonda kurutulmuş güller aralarına serpiştirilmiş dağlardan kopartılarak kurutulmuş otlar. En ortada dikenli yaban çiçekleri bordo renge boyanmış. Küçük beyaz organizeden yapılmış kır çiçekleri beyaz ve kahverengi karışımı hasır bir ekmek sepetinin içine yerleştirilmiş olması güzeldi. Jelatinle paket edilmemişti kır çiçeklerinin üzerine sade bir kart ilişti gözüme “saygılarımla” yazıyordu. Alttaki isim yabancı değildi. Soyadını unutmuştum ama adı ilginç olduğundan afalladım birden yıllar önce ne yaptığımı bilmeden girdiğim bir duygusallığın intikamı mıydı yoksa? diye geçirdim içimden. Eğer ki bugün bir tercih yap deselerdi ne mi yapardım? Bilmem ki? Kör olasıca “aşk” derdim sanırım. Sevginin ardı sıra sürünürdüm süründüğüm gibi şimdilerde. Yapay çiçekleri sevmediğimi unutmayan kurusa da doğallığa hayranlığımı anımsatan yirmi yılın ötesinden bir adam beni bana yargılatmaya mı çalışıyordu yoksa? Sanmam öyle biri değildi? Ona ihaneti ben yapmıştım hem de bile bile. Gençliğime vermeliydin. Seni insan olarak sevmiştim. Senin sevginin dostluktan insanlıktan öte bir sevgi olduğunu biliyordum. Unutamadığım bir sözün “iyi yaşadım her şeyi isteğim bir köşem olsun senle” deyişini boğazımdaki düğümle anımsamaktayım dün gibi. O gün koşullarında kaliteliydin ama “aşkın gözü kördür” tabiri ile yok etmiştim geleceğimizi. Belki yaşanması gerekenlere borçluydum tüm bu olanları. Yazgı işte anladığım tek kelime ötesi yok.


İhanetimin bedelini yaşam ödetti bildiğin gibi sevgili Onur. Geçte olsa adalet de doğrularda yolunu buluyor. Peki sen? Nasılsın? Demeyeceğim. Anladım duygularını ellerime dokunan kurutulmuş çiçeklerin arasından kartını çıkardım yüreğimden gelen acının burukluğu ile kartı yırttım. Sigaramdan içli bir nefes çektim. Beynimde sabahtan kalan bir şarkının sözleri dolanıp duruyorlardı. “Nazlı yar gitti elimden.” Kimdi nazlı yar? Terk eden mi? Terk edilen mi? diye yanaklarımdan yaşlar boşanıyordu. Güçsüz değildim? Sahi neden ağlıyordum? Bir bilseydim nedenini? Oysa ben “Kendimi üzen her şeye hayır diyecektim” değil mi? Peki neden ağlıyordum. Neden göz yaşlarıma “hayır” diyemiyordum neden? Sevgi var yüreğimde her şeye rağmen insanım diye düşünüyorum onca yaşadıklarım adına. Zehir gibi yaşamın ihanetine özürlü çocuğun için akıtıyorum bu göz yaşlarımı bütün özürlü ihanetler adına sevgili Onur. Zehir gibi ihanetlerin inkar edildiği zeki kimsesiz çocuklar için akıtıyorum göz yaşlarımı gecenin bu kuşluk vakti zamanında. Aslında insanlık için ağlamakta yüreğim insancıklar arasında.


Nafile.

Nesrin Özyaycı