1937'de İstanbul'da doğdu. Pertevniyal Lisesi'ni bitirdi. Hukuk öğrenimini yarıda bıraktı. İlk yazısı 1954'te yayımlandı. Gazeteci, yayınevlerinde redaktör ve danışman olarak çalıştı. 1980'den sonra Gösteri dergisini yönetmiştir. Eleştrilerini, kitap tanıtma yazılarını yayımladığı gazete ve dergilerin sayısı yirmiyi geçer. Bugün Hürriyet Gazetesi Yayın Danışmanıdır.

ESERLERİ:
Sanat Günah Çıkartıyor





HABER

Çiğ Köfte Bahane
haberturk 5 Haziran 2001
Mutlu Azınlık saldırıyor

CRR’DE ÇİĞKÖFTE RESİTALİ TARTIŞMASINA DOĞAN HIZLAN DA KATILDI.. ''TÜRK MÜZİĞİ GÜNLERİ'NDE KAZANCI BEDİH VE EKİBİ KONSER VERİRKEN, SAHNEDE ÇİĞKÖFTE YOĞRULUYORMUŞ. O ÇİĞKÖFTELERDEN BİRİNİN GİDİP CEMAL REŞİT REY'İN ALNINA YAPIŞTIĞINI HAYAL ETTİM. ÇOK ÜZÜLÜRDÜNÜZ CEMAL BEY, İYİ Kİ ÖLMÜŞSÜNÜZ..''

ÇİĞKÖFTE RESİTALİ haberini (Mustafa Seven, 2 Haziran 2001 Milliyet) okuyunca ürperdim. Cemal Reşit Rey Salonu'nda Türk Müziği Günleri'nde Kazancı Bedih ve ekibi konser verirken, sahnede çiğköfte yoğruluyormuş. Söyleyenlere, çalanlara da köfte tattırılıyormuş. Cemal Reşit Rey Konser Salonu, Türk Beşleri'nden, önemli besteci, orkestra şefi, piyanist ve çok sesli müziğin ülkemizde yerleşmesi için büyük emek veren birinin adının verildiği, güzel bir salon. Benim gözümde birden canlanıverdi; o çiğköftelerden birinin gidip Cemal Reşit Rey'in alnına yapıştığını hayal ettim. Çok üzülürdünüz Cemal Bey, iyi ki ölmüşsünüz. Sahnede çiğköfte yoğurma ile başlayan yozlaşmanın, laubaliliğin sonu gelmez. Yakında sahnede yufkalar açılır, gözlemeler pişirilir. Bence özgürlüğün estetik sınırı vardır. Bazı yerlerde, bazı şeyler yapılmaz. Yakışmaz, salonun kalitesini düşürür. O zaman Cemal Reşit Rey adını silin, o yazıyı kazıyın ve sonra da Kebap Salonu adını koyarak, et ve soğan kokuları arasında salonu kullanın. Eğer yerel yönetim Fazilet Partisi'nin elinde olmasaydı, korkarım anason kokusu da fuayeden başlayarak bütün salonu saracaktı. Şimdi hemen sorarlar: Sen Kazancı Bedih'e mi karşısın. Hayır, dinledim de sevdim de. Ama çiğköftesiz.

CRR Genel Sanat Yönetmeni Arda Aydoğan ile İstanbul Teknik Üniversitesi öğretim üyeleri şaşırmışlar. Peki onlara soruyorum. Tavana çiğköfteyi fırlatırlarken neden tepki göstermediniz? Ertesi gün, bu salonda bunlar olmaz diye hiçbirinizin protestosunu gazetelerde okuyamadım. Sineye çektiniz, tekrarına cesaret verdiniz. Benim de şaşırdığım, ‘‘Hemen engel olmaya çalıştık ama başaramadık’’ sözü. İçeriye kilolarca et girerken, yöneticiler, bunların ne işe yaradığını bilemeyecek kadar zekádan, izandan yoksun mu? Salonun geleceğinden kaygılandım doğrusu. Eh, şimdiden sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne bir tavsiyede bulunacağım. Konserleri görsellikle renklendirsinler. Sözgelimi Schubert'in Alabalık Kenteti seslendirilirken, mutlaka sahnede bir tava içinde cazır cazır tereyağında bir alabalık kızartılmalı. Yalnız şaraba da müsaade edecekler o zaman.

BEN bu olayın kovuşturmasını izleyeceğim. Çünkü Cemal Reşit Rey'i tanıdım, ona çok saygı duyarım.




HAKKINDA YAZILANLAR

Doğan Bey’deki değişimi dehşetle izliyorum
MURAT BARDAKÇI
Hürportreler Hürriyet 2002 İlavesi

Yapmaktan senelerce nefret ettiği gariplikler ediyor, meselá halka iniyor! ‘Avami’ konserlerde çalınanlara tahammül ediyor! Değişime onun kadar hızlı ayak uyduranı görmedim. Önceleri ud çalarmış, sonra klasik müziğe merak salıp seneler boyu Corto'yu, Casals'ı, Schwarzkopf'u dinlemiş, şimdilerde ise poptan rocka, arabeskten heavy metale kadar müziğin her cinsine kulak verdiği görülmekte... Edebiyatta da öyle yapmış: Bir ara bizim geç dönem romantiklerini okumuş, derken 50'li, 60'lı yıllarda moda olan isimlerle epey bir vakit geçirmiş, ileriki senelerde bazı genç yazarların ‘‘yaratılmasını’’ bizzat üstlenmiş ve bugün köşesinde yazdıklarından anladığım kadarıyla, benim okumaya tahammül edemediğim yeni eserlerin sayfalarını çevirmekle meşgul.

Ben, Doğan Hızlan'ı bundan çok zaman önce, 1970'lerin sonlarında, çok başka bir ortamda, rahmetli Baki Hoca (Abdülbaki Gölpınarlı) vasıtasıyla tanıdım. Bir o zamanın, bir de bugünün Doğan Bey'ini düşünüyorum ve rahatça ‘‘Değişime Doğan Hızlan kadar hızlı ayak uyduran bir başkasını pek görmedim’’ diyebiliyorum.

Üstelik, Doğan Hızlan, şimdilerde beni dehşete düşüren ama daha önemlisi, yapmaktan senelerce nefret ettiği başka gariplikler de ediyor, meselá halka iniyor! Vakti zamanında hiç ádeti olmadığı halde ‘‘halkla’’ beraber oluyor, uluslararası kimlik taşımayan festivallere gidiyor, hatta yerel şenlikleri dolaşıyor; bazı ‘‘avami’’ konserlerde çalınanları dinlemeye tahammül ediyor ve en fenası, gittiği bu yerleri oturup yazıyor!

Gazetecilik, yazarlık ve sanatı ne seviyede olursa olsun yaygınlaştırıp sevdirme çabası adına ámenná ama doğduğu andan itibaren bir anne ve teyzeler çemberiyle kuşatılıp nefes alması bile kontrol altında tutulan bir evlád için ne kadar acı bir istikbál! Ayakkabısını kendi başına bağlamasına bile ancak 13 yaşına geldiğinde müsaade edilen, yemesi-içmesi hálá validesinin tarassutunda bulunan bir beyzade açısından ne derece elim bir ákıbet ve ne dekadans!

Doğan Bey ilgi alanlarından üslubuna ve girip çıktığı çevrelere kadar işte böylesine baştan aşağı değişti, daha doğrusu ‘‘güncelleşti’’ ama bazı özelliklerinin, kendisiyle hemhál olmuş taraflarının üzerine her nedense pek değil, hiç gidemedi.

Meselá hálá papyon takıyor, üstelik bazı günler bağlamalı papyonla görünüyor. Hazır gömlekten hálá nefret ediyor, gidip diktiriyor ve göğüs cebine dizdiği sıra sıra kalemleri o gün üzerinde bulunan gömleğin rengine göre seçmekte ısrarla direniyor. Kösteği yerinde duruyor ve gazetedeki bazı arkadaşlara uyup her nasılsa pek sık gitmeye başladığı avam meyhanelerinde garsona mezelik peynirdeki tuzun mineral terkibini sormadan edemiyor. Ve en önemlisi: Masasının üzerinde kendisine en fazla 20 santim mesafede bulunan su bardağını bugün bile uzanıp almıyor, ‘‘Ayseeel!’’ diye sesleniyor ve o bardak en fazla üç saniye sonra elinde olmazsa Aysel'in vay haline!

Doğan Hızlan, 50 küsur seneden beri sanat dünyasının içinde. Son yarım asırda bilmediği, görmediği, tanımadığı şair, yazar, ressam ve müzisyen hemen hemen yok gibi. Onları sadece eserleriyle değil gerçek kimlikleriyle, yani yaratıcılıklarının perde arkasıyla tanıdı. Birçoğunun özel hayatına vakıf oldu ama bugüne kadar zülf-i yáre dokunacak tek bir kelime etmedi, hep sustu ve sanat dünyasında bir ‘‘mediator’’, bir ‘‘ákil adam’’ rolü üstlendi.

Bugün Válá Nureddinler'in, Ahmed Hamdiler'in ve Yaşar Nabiler'in koltuğunda oturan; hem kıdem, hem malumat bakımından sanat yazarlarına duayenlik eden Doğan Bey bence bu suskun üslubunu da hayat tarzı gibi güncelleştirmeli ve ‘‘edebiyat yazarlığı’’ndan ‘‘modern edebiyat tarihçiliği’’ne geçmelidir. Zira Doğan Hızlan'ın asıl önemi bugüne kadar yazdıklarında değil, yazması gerekenlerde, yani bilip de yazmadıklarındadır.




HABER

Doğan Hızlan foto-biyografik söyleşi
17 Ekim 2012

Nursel Duruel’in kılavuzluk edeceği foto-biyografik söyleşilerin ilk konuğu gazeteci–yazar Doğan Hızlan.

Yapı Kredi Kültür Merkezi, 1992 yılında ‘Salı Toplantıları’ dizisiyle başlayan edebiyat söyleşilerine devam ediyor.

Bu sene ilki 17 Ekim 2012 tarihinde saat 18.30’da Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi’nde (ANAMED) gerçekleşecek yeni dizinin adı ‘Yazarın Karanlık Odası’.

Anılara yolculuk yapılacak etkinlikte yazarlar, albümlerinden seçtikleri fotoğraflarla yaşamlarının dönüm noktalarından, ailelerinden, arkadaşlarından, iş çevrelerinden ve edebiyat dünyasındaki ilişkilerinden bahsedecek.