HAKKINDA YAZILANLAR
Sevimli Medineli Ebu Said el Hudri
İrfan Özfatura
Türkiye 7 Mayıs 2004
Mus’ab (Radıyallahu anh) adlı gül yüzlü genç geldi geleli Münevver beldede çok şey değişir. Mâlik bin Sinân hazretleri de onun müdavimlerinden biridir ve o feyz yüklü sohbetlerde çok şey öğrenir. Hanımı Ümeyse ve oğlu Sa’d da ona uyar, asr-ı saadette Müslüman olmanın hazzını yaşarlar. Bilirsiniz çocuklar “yürekten” sever, kadınlar “şeksiz şüphesiz” inanırlar. Her bahane ile Muhammed’den (sallallahü aleyhi ve sellem) konuşur, muhabbet dolar, muhabbet taşarlar.
Sa’d 7-8 yaşlarında sevimli ve zeki bir çocuktur, Mekke’den gelen her sahabeye Server-i Kânatı sorar. Geceleri rüyasında gördüğü nurlu simanın ona ait olduğundan adı gibi emindir, ama dünya gözüyle de görmeyi, ellerini açarak ona doğru koşmayı (burada biraz durur) hatta kucağına atılıp, bağrında ağlamayı çok arzular. Ah bir genç olsa dakika durmayacak Mekke’ye gidecek ve yüzü suyu hurmetine âlemlerin yaratıldığı Serverin huzuruna çıkacaktır ama...
Ama buna gerek kalmaz zira şehri heyecanlı fısıltılar sarar, Fahr-i âlemin Medine’ye doğru yola çıktığını haber alırlar. Sa’d nasıl sevinir, anlatılamaz, kalbi kuş olur pırpırlanır, içi içine sığmaz. Beklenen müjdeci ufukta belirdiği an annesinden hurma, süt, ekmek alır, sahraya koşar. Gün yüzlü peygamberi “Talaâl bedru âleyna” (gün doğdu üstümüze) mısraları ile karşılar. Yüzlerce akranı gibi o da Kusva’nın ayaklarına dolanır, sevimli deveyi evlerine doğru çekmeye çabalar.
Sa’d efendimizi bir kere görmekle ne büyük devlete ulaştığının farkındadır ama o dahasını da arzular. Gün boyu Server-i Kâinat’ın peşi sıra dolanır ona ufacık bir ikramda bulunabilmek için kendini paralar. Müminler Mescid-i Nebi’nin inşasına giriştiklerinde o da kollarını sıvar, Efendimizin yanıbaşında, Efendimizle omuz omuza çalışmaya başlar. Su taşır, kerpiç keser, taş kırar. Hem adı güzel Muhammed ne söylerse ezberlemeye bakar.
Ah bir büyüse!..
Gelgelelim Kureyşli müşrikler bu huzuru, bu saadeti çekemez, güçlü bir ordu toplar inananları cezalandırmaya kalkarlar. Müminler onları karşılamaya çıkarlar ki Sa’d bir süre mücahidlerin ardından koşar, elbette bu savaşta yer alamaz ama cengi yüreğinde yaşar. “Hadi sen dön artık” denildiğinde durur, diz çöker ve gözyaşları ile ellerini açar.
Sa’d’ın zaferden yana zerre kadar şüphesi yoktur, Bedr gazilerini görülmemiş bir neşeyle karşılar. Onlara defalarca savaşı anlattırır, hiçbir detayı kaçırmamaya bakar.
Sahabe-i Kiram, Uhud ovasında saf tuttuklarında Sa’d da yerini alır, cenkde pişmiş cengaverler gibi gözlerini kısar, ufukları tarar. Elinde harbeye benzetilmiş yamru yumru bir değnek, belinde kabzası kırık, kör, paslı bir kılıç vardır. Titreyen dudaklarına bakılırsa “dön” dendi mi boşanacak, hüngür hüngür ağlayacaktır. Babası onu Resûl-i Ekrem Efendimize takdim ederken büyük görünmek için parmaklarının üzerinde yükselir, göğsünü ileri çıkarır. Merhametlilerin en merhametlisi ona şefkatle bakar, bakar ve mübarek ellerini omuzlarına koyarlar. “Gelmekle ne iyi etmişsin Ya Sa’d” buyururlar, “ama senin vazifen Medine’de. Hepimiz burada olursak, kadınlarımızı ve çocuklarımızı kim koruyacak?”
Sa’d disiplinli bir er gibi “başüstüne” der, şevkle Medine’ye döner. Boyu o kadar ufaktır ki kılıcının ucu yere değer ve yürüdükçe uzunca izler bırakır kumda. Sahabeler bir malum çizgiye, bir minik ayak izlerine bakar, hisli hisli yutkunurlar.
Sabreden kazanır...
Evet, Sa’d, Uhud’a katılamaz ama katılanlardan bile büyük bir yara alır. Biricik babası şehid olur, evlerinin direği yıkılır. Geçim derdi onun üstünde kalır ki, ne sanatı, ne de sermayesi vardır. Kenardaki yiyecekler tez tükenir, şimdi borç kimden istenir, hem nasıl ödenir? Annesi, açlıkla geçen günlerin ardından kardeşlerini gösterir ve “n’olur” der, “şuncağızların hatırına Efendimize git. O kapıya giden boş dönmez.
Sa’d Efendimizin yüzüne bile bakamayacak kadar edeplidir, nerde kaldı bir şeyler istesin. Ama annesini de kırmayacak arzusunu yerine getirecektir. Lâkin ibadet için bir araya gelinen bir mekânda dünyalık istemeye utanır. Nasıl olsa Efendimiz birazdan Ehl-i Suffa ile sohbete başlayacaklardır, onlar dağılırken yaklaşmalı, konuşurken yüzünü gölgelere getirmeli, ya da gecenin karanlığı ile saklamalıdır. Beklendiği gibi olur, Efendimiz namazı müteakip sundurmanın altına gelir ve muhteşem bir sohbet yaparlar. “Kim Allahü teâlâdan başka herkesten yüzünü çevirir ve sadece ondan beklerse Rabbim onu zengin kılar” buyururlar. Kısa bir sükutun ardından eklerler ama sabra razı değilseniz isteyin, vereyim.
Sa’d cevabını almıştır, erzak bekleyen annesine bu güzel nasihati getirir. Ümeyse (Radıyallahü anha) oğlunu bağrına basar, “en iyisini yapmışsın” buyururlar, “öyle ya O’nun (Celle Celalüh) hazineleri nihayetsiz değil midir?”
Sonra neler olur biliyor musunuz? Ummadık yerden rızk yağar, hangi işe girseler kazanırlar, tuttukları taşlar altın olmaya başlar. Çok değil 3 sene sonra Medine’nin zenginleri arasına katılırlar. Genç yaşta kabilesine reis seçilir, sayısız bağ, bahçe alır, Bassa kuyusunu ve Ecred Kalesini ondan sorarlar.
Sa’d (ileriki yıllarda onu Ebu Said el Hudri diye çağırırlar) Efendimizle birlikte 12 gazaya katılır.
Peki Bedr ve Uhud mu?
Onlar “tatlı bir hatıra” kalırlar…