Asiye yatağında doğrulurken yanındaki adama bakıp, nefesini dinledi. ’Çok şükür Ya Rab, bugüne de sağ salim
çıktı’ dedi. Sonra pencereye baktı. Her zamanki yıldızı tam karşısında parlıyordu. O yıldız pencerenin hizasına gelince, Asiye’nin kalkma vaktiydi. Tekrar dönüp kocasına baktı, yaşlı adam çok yorgun görünüyordu. Onu uyandırmaya kıyamadı. Yavaşça yatağından kalktı. Henüz sabah ezanı okunmamıştı. Abdestini alıp pencerenin yanındaki küçük divana oturarak, ezanın okunmasını beklemeye başladı. Ezan okunmasına az kalmıştı. Camın önündeki fesleğenin yapraklarını hafifçe okşayınca, mis gibi kokusu odaya yayıldı. Fesleğenin kokusunu derin derin içine çekti. Usulca yerinden kalkarak bir tas su getirip fesleğenin dibine sevgiyle döktü.
Kocası hâlâ uyuyordu. ’Başımdan eksik etme Ya Rab! Ben onsuz ne yapar, kime sığınırım ? İki kişi bir mezara giren yok ya, bari arka arkaya ölsek de, geriye kalanımız rezil olmasa’ diye günlük duasını etti.
Asiye, Abdullah’la görücü usulü ile evlenmişti. Evlendiklerinde Asiye on beş, Abdullah otuz yaşındaydı. Abdullah’ın yumuşak ve sevgi dolu kalbi, Asiye’yi tez zamanda kocasına âşık etmişti. Her yere birlikte giderler, her işi birlikte yaparlardı. Şeriat’ın hüküm sürdüğü bir ülkede yaşıyorlardı. Bu ülkedeki göreneklere göre, kadın erkeğin önünde kesinlikle yürüyemezdi. Abdullah’ın bu adetlere hiç aldırdığı yoktu. Karısı ile hep yan yana yürürdü. Hatta çok zaman elini de tutardı yürürken.
Asiye’nin Abdullah’tan yedi kızı olmuştu. Bu durum Abdullah’ın alay konusu olmasına yetip artmıştı. Abdullah kimsenin sözüne aldırmıyor, karısına iyi bir koca, kızlarına iyi bir baba olup gereken terbiyeyi vermeye çalışıyordu. Bazı çatlak sesler çıkıp, ’Abdullah, bu gidişle soyun kuruyacak, ya bu kadını boşa, ya da genç bir kuma al ki, sana oğlanlar doğursun’ diyerek Abdullah’ı kışkırtmaya, hatta daha da ileri gidip alay etmeye çalışıyorlardı; ama Abdullah kesinlikle karısına laf söyletmiyordu. ’O benim helalimdir. Onun bu işte suçu günahı yoktur. O sadece Allah’ın bize bahşettiği çocukları doğurmaktadır. Yüce Rabbim bize kız çocuklarını münasip gördüyse, şükürler olsun; Allah’ın takdiri böyledir. Siz de karılarınıza, kızlarınıza işkence etmeyiniz. Onlar size Allah’ın emanetidir. Emanete hıyanet etmek büyük günahtır.’’ Abdullah onların sözünün altında kalmıyor, hatta ders de veriyordu.
Abdullah ile Asiye kızlarını evlendirmiş, küçük evlerinde yalnız kalmışlardı. Abdullah seksen beş, Asiye yetmiş yaşında olmasına rağmen, damatlarına yük olmamak için onlara sığınmamış, kendi yağlarıyla kavruluyordu. Geçimlerini sağladıkları küçük bir arazileri vardı. Asiye tutumlu bir kadındı. Her zaman, aza kanaat eder çokta gözü olmazdı.
Ezanı huşu içinde dinleyen Asiye, kalkıp namazını kıldı. Allah’ın verdiği nimetlerden kahvaltıyı hazırladı. Kocasını kaldırmaya gitti ama yine kıyamayıp kaldırmaktan vaz geçti. ‘’Biraz daha uyusun, çok yorgun görünüyor.’’ Kendi başına, kenarda duran küçük masada kahvaltısını etti. Kahvaltı tepsisini kocası kalkınca yemesi için masada bırakarak mutfağa girdi. Tarlada yiyecekleri ekmek çıkınını hazırlayıp, su testisini doldurdu. Hava daha aydınlanmamıştı. Bir süre düşünen Asiye, kocasını uyandırmadan tarlaya gitmeye karar verdi. Abdullah, Asiye’ye hissettirmemeye çalışsa da artık eski gücü kalmamıştı. Asiye ‘’ben önden gideyim de, sıcak bastırmadan biraz iş yapayım.’’ Düşüncesiyle dama girdi. Heybeyi, yeni yeni binmeye başladıkları sıpanın üzerine koyup, heybenin bir gözüne su testisini, bir gözüne ekmek çıkınını yerleştirdi.
Yaşlı eşekleri öleli altı ay olmuştu. Karı- koca, eşek ölünce epey zaman yaya olarak gidip gelmişlerdi tarlaya. Ölen eşeğin sıpasına, yeni yeni yük taşımayı öğretiyorlardı. Asiye sıpanın yularını çözüp, duvarın dibindeki kütüğün yanına yanaştırdı. Kütüğün üzerine çıkıp binmek için sıpaya ayağını uzattığında, kocası Abdullah aklına geldi. ‘’Ben şimdi sıpaya binip gidersem, Abdullah’ım yaya gelecek, vakit daha erken, ben yaya gideyim, o sıpaya binip gelsin.’’ Ayağını gerisin geriye çekip, sıpayı yerine bağladı. Sıpanın üzerindeki heybeyi indirip, dam kapısının önüne koyarak çapasını eline alıp tarlaya doğru yürüdü.
Abdullah uyandığında iki tarafına bakındı. Karısı ortalıkta yoktu. Kahvaltı tepsisi masanın üzerindeydi. ‘’Ah Asiye ah! Yine yapacağını yaptın, tarlaya yalnız gittin. Bana hiç kıyamıyorsun, tıpkı benim sana kıyamadığım gibi… Abdullah abdest almak için dışarıya çıktığında, damın önündeki heybeyi gördü. Sıpa damdaydı. ‘’Benim sevgili karıcığım sıpayı yine bana bırakmış, kendisi yayan gitmiş.’’
Abdullah içeriye girip sabah namazını kıldı. Kahvaltısını edip doğruca dama girerek heybeyi sıpaya koydu. Küreğini eline alıp sıpaya binerek tarlaya geldiğinde, karısı başladığı sırayı yarısına kadar çapalamıştı. Abdullah, karısını görünce yüzüne tatlı bir tebessüm yayıldı. ‘’Allah kolaylık versin!’’ Asiye, arkasına bakmadan sesinden tanımıştı kocasını. ‘’Allah razı olsun Bey, hoş geldin sefalar getirdin!’’ Yaşlı adam ‘’hoş buldum.’’ Diyerek su testisiyle ekmek çıkınını çalının altına koyup, üzerini de heybeyle örttü. Eline küreğini alıp işine başladı.
Karı-koca, akşama kadar dinlene dinlene çalıştılar. Hava kararmaya başlamıştı. Abdullah ‘hanım, hava kararmadan gidelim hadi.’ Tarladan topladıkları sebzeleri ve sıpa için yoldukları otu heybeye yerleştirip gitmek için hazırdılar; ama yine sıpaya kim binecek kavgası başlamıştı.
Asiye ‘’sen bin bey, çok yoruldun.’’ Abdullah ‘’ne yorgunu, ben hemen yorulacak kadar yaşlanmadım daha sen bin! Zaten sabah da yürüyerek geldin.’’ Asiye ise, durmadan ısrar edip kocasına ‘’sen bin!’ diyordu.
Abdullah bütün gücünü toplayıp, elindeki küreği yere öyle bir vurdu ki, küreğin ağzı yarısına kadar toprağa saplandı. İyice bükülmüş belini doğrultabildiği kadar doğrultup dikilmeye çalıştı. ‘’Ben daha ölmedim hanım! Şükür gücüm kuvvetim yerinde. Bin şu sıpaya da hava kararmadan gidelim!’’ Asiye kocasının, küreği bir vurmada toprağa saplamasına bakarak ‘’şükür gücü kuvveti yerinde.’’ diyerek sıpaya binip dehledi.
Abdullah küreğini omzuna alıp sıpanın arkasından yürümeye başladı. Yolu yarılamışlardı ki, göğsüne korkunç bir ağrı saplandı. Son günlerde bu ağrı sık sık yoklar olmuştu. Abdullah, iki tarafına bakındı, hava kararmak üzereydi. Etrafta, kendilerine yardım edecek kimseler yoktu. Abdullah bir eliyle sıpaya tutundu. Diğer eliyle kürekten destek almaya çalıştı. İçinden Yaradan’ına dua etmeye başladı.
‘’Yalnızların ve çaresizlerin sahibi Allah’ım, bana yardım et! Başımda canımı almak için dönüp duran Azrail’e söyle, eve kadar mühlet versin bana. Şu koca çölün ortasında ben ölürsem, Asiye’m perişan olur. Ona kim yardım eder? Hava kararmak üzere, bu vakitten sonra kimse geçmez bu yoldan. Ben ölünce, Asiye’me dayanma gücü ver. Onu koru, kolla Ya Rab!’’ diye dualar ediyor, adeta Azrail ile pazarlık ediyordu.
Asiye ise sıpanın sırtında ‘’Ya Rab, bugün de rızkımızı verdin, kocamın da benim de sağlığımız yerinde şükürler olsun!’’ Diyerek etrafına mutluluk gülücükleri saçıyordu.